29 Nisan 2009 Çarşamba

Manşet toto

Ankara'da sakin bir gün geçirmek neredeyse imkansız artık. Şarkılar söyleye söyleye Esenboğa'ya giderken çalan bir telefon, Diyarbakır-Lice'de 9 askerin şehit olduğu bilgisini koydu önümüze. "Kimbilir, belki de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Prag gezisini iptal edebilir" diye düşünürken ben, çalan bir başka telefon "Uçuş iptali yok, 11.30'da havalanıyoruz" diyordu. Hemen radyo kanalını haberlere çevirmiş, arabanın içinde birden "Ne oluyoruz" havasına bürünmüştük. Üüüf, ne hava. Birazdan Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ konuşmaya başlayacaktı. Herkesin pür dikkat dinleyeceği bu konuşmayı kaçıracağımız kesindi, ki öyle de oldu. Biz, cumhurbaşkanını Prag'a yolcu edecektik ve arabadan inmek zorundaydık.

Cumhurbaşkanı Gül, açıklamasını yapmış ama gidemiyordu. Biz, Diyarbakır'daki mayın saldırısı hakkında emniyet müdürü ve validen bilgi almaya çalıştığını düşünüyorduk ki, bu bilgi alışverişinin içine bir de Bilkent Üniversitesi'nde eski adalet bakanlarından Hikmet Sami Türk'e yapılan 'canlı bomba' saldırısı eklenmişti. Zamanın uçtuğu anlardan birindeydik yine. Bak, telefonlarımıza, Genelkurmay Başkanı Başbuğ'un konuşmasıyla ilgili ilk can alıcı mesajlar da düşmeye başladı: "Ergenekon soruşturması kapsamında çeşitli arazilerden çıkarılan silahlar bizim envanterimizde yok"

Esenboğa'da bir anda karmakarışık olmuştuk işte. Tıpkı Türkiye gibi. Kimi diplomat, Ergenekon soruşturması kapsamında 'fişlenen' diplomatlardan sözediyor, kimi gazeteci "Kabine revizyonu bu haftaya yetişir mi" diye soruyordu. Bu tür zamanların, yani gündemin kontrolden çıktığı zamanların ilacı 'manşet toto'yu oynamaya başlamıştık bile. "Orgeneral Başbuğ'un açıklamaları" diyenler, Diyarbakır'dan gelen şehit haberlerini manşet gösterenlere ağır basıyordu. Can sıkıcıydı. Bugün, 'manşet toto'nun bile tadı yoktu. Ben, anlamsız suskunluklarımdan birini yaşarken, 'çok sevgili' bir polis arkadaşım "Ne olur daha normal bir ülke Hilal" diye yalvarıyordu, yaşadıklarımızı analiz ederken. Bence de... : "Ne olur daha normal bir ülke"

28 Nisan 2009 Salı

Tansiyon: 12 - 8


Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, MGK’dan çıkıp kendini İsrail’in Milli Günü nedeniyle Swissotel’de verilen resepsiyona atmıştı ki, umduğundan çok daha fazla medya ilgisinin dayanılmaz baskısıyla karşı karşıya kaldı. Kaçacak yer yoktu. Sağa dönüyor kameralar etrafını çeviriyor, sola dönüyor yine gazetecilere çarpıyordu. “E söyleyeceğimi söyledim, beni rahat bırakın da, dostlarımızla konuşalım” diyerek, gazetecilerin ısrarlı sorularından kurtulmak istiyordu, kameralara yaptığı bir-iki açıklamanın ardından. “Anayasa değişikliği istiyoruz. Bizim malımız yakında pazara çıkacak, beğenen alır, beğenmeyen almaz” demişti ama tek konusu değildi ki bu, gündemin.

Asıl konu, her dakika daha bir heyecanlı hal alan kabine revizyonuydu. MGK’da konuşulmuş muydu? Herkes bunun peşindeydi, kabine nasıl olacak, ne zaman açıklanacaktı? Çiçek’i konuşturdukça belki birazcık daha fazla ipucu çıkacaktı ortaya, yeni kabineye dair. Ne yapmalı, ne etmeli? Bir bilene mi danışmalı….Yok, yok, soracağız. Başka çare yok: “Efendim, nasıl geçti MGK?” Yanıt, kısa ve kapalı: “Bildiriyi gördünüz”. “Peki, içerde atmosfer, tansiyon nasıl?” Yanıt, yorumsuz görünümlü manidar: “Yeni ölçtürdüm geldim, tansiyonum 12’ye 8. Gayet iyiyim. Meclise her gittiğimde ölçtürüyorum. Dijital tansiyon aletlerine çok güvenmemek gerek. Arada, o aletlerden çıkan sonuçları da test etmek lazım”…

12’ye 8, iyi bir tansiyon. Annem, tansiyon problemi yaşadığı için evde sürekli ölçüm yapan ben, Bakan Çiçek’in bu kadar stresli bir hayatta tansiyon problemi yaşamadan geçinip gittiğini ölçüyorum kafamdan. Gazetecilere “Tansiyon 12’ye 8”den başka yeni kabineye dair zırnık koklatmayan Çiçek, bu arada İsrail’le ‘iyi komşuluk’ ilişkilerinin gereği temaslarını yapıp, resepsiyon salonunu terk ediyor. Salonun orta yerinde AKP’li Murat Mercan, birçok gazetecinin “Hayırlı olsun” esprilerine kulaklarını tıkamaya çalışıyor. Öyle ya, onun da adı Dışişleri Bakanlığı için geçiyor. Salonun sağ köşesinde Türk ve yabancı diplomatlar, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yeni kabinesi için fallar açıyor. Bir yabancı, “Ben gideceğim, siz kalacaksınız” diye gülüyor sonuçlara. Meşhur Ergenekon soruşturması kapsamında gözaltına alınan eski YÖK Başkanı Kemal Gürüz, ilgi odağı….Çok karıştı çoook. Benim tansiyonum dayanmayacak galiba, bu resepsiyon gecesine. Açıklansa da kurtulsak, şu yeni kabine işinden.

İnternette gazetecilik


Biz burada, yani Türkiye'de "Gazeteler ölüyor mu" diye uzun uzun tartışıyoruz zaman zaman. Televizyonlar canlı canlı yayın yaparken, internette haberler su gibi akarken, gazetelerde aynı haber ve yorumları görmenin ne kadar da sıkıcı olduğundan yakınıyoruz. "Gazeteler değişmeli ama nasıl" diyoruz. Tam bu tartışmaların ortasında Washington'dan bir arkadaşım, telefonda "Gazeteler öldü, medya dediğin dijital, teknolojik bir dünya" diyerek Amerika'da medya dünyasında neler olup bittiğini açıkça anlatmıştı. İnternet'in hızına hız kattığı günümüzde gazetecilik dünyasında yaşanan değişimin ayrıntılarını işin uzmanından da dinleme şansına eriştik. Diplomasi Muhabirleri Derneği (DMD) yönetimi bizi internet gazeteciliğinde uzman bir isim, Amerikalı gazeteci Andrew Sherry ile buluşturdu.

Şu günlerde Washington'daki düşünce kuruluşlarından biri olan American Progress'te çalışan Sherry, USA Today gazetesinin internet servisinde de çalışmış, öncesinde birçok derginin internetteki yayınlarını yönetmiş, oralara çeşitli hikayeler yazmıştı. İçimizden biri gibiydi. Biraz daha fazla elektronikti, biraz daha fazla dijitaldi o kadar. Gazetelerin internetteki yüzlerinin, blog sayfalarının nasıl an be an yenilendiğinden, bunun için nasıl uzman kadrolarla çalışıldığından uzun uzun bahsetti. Teknolojinin ezici gücü altında gazeteler 'çoktan' ölmüştü ama gazetecilik asla. Yine "iyi haber, kötü haberi kovuyor, internet ve blog sayfalarında en çok; kaliteli haberler, kaliteli yazılar, ayrıntılar, sofistike gözlemler, doğru dedikodular, yanıltıcı olmayan anketler" okur buluyordu. İnternette yazılara, haberlere yapılan yorumlar altın değerindeydi. Sayfaların şeklini neredeyse bu yorumlar belirliyordu. Dünyayı ve etrafını takip eden, duyarlı insanlar anında iletişim kurabilecekleri medya ortamını tercih ediyorlardı. İnternet medyasında yaşanan değişim, ölmekten kurtulmak isteyen gazeteleri de değişime zorladıkça zorluyordu.

İçimizdeki tek internet gazetecisi Zeynep Gürcanlı, internet haberciliğinden daha çok keyif aldığını, gündemi böyle daha rahat ve hızlı takip ettiğini çoktan söylemişti. Ben, uslu uslu blogumdan sözettim. Sherry ile öğle yemeği buluşmamız, medya ortamının kirlenmekten bıkmadığı bugünlerde ortak dertleşmenin ötesini geçmiş, gazetecilik ruhumuz için ufuk açmıştı: İyi yazan, doğru yazan, doğru anlatan ve de teknolojiyi takip eden ayakta kalacaktı. Ötesi yok...!

27 Nisan 2009 Pazartesi

Vivaldi ve Apakan


Kim demiş "Ankara'da hayatın tek rengi siyaset, diplomasi ya da bürokrasidir" diye. Cumartesi günü, ABD Başkanı Barack Obama'nın 'Ermeni Anma Günü'ndeki mesajıyla üzülen Ankara, eğlenmesini de bildi. Cumartesi akşamı etkinlikleri Ankara'da da kaçırılmıyordu işte. Cuma gecesi, Obama'nın 1915 olayları için Ermenice (Büyük Felaket) demesinin üzerine apar-topar toplanan Dışişleri Bakanlığı üst yönetiminin Obama'ya verilecek kısa cevap için yaptığı 16 saatlik toplantı bitmiş, Müsteşar Ertuğrul Apakan da kendini Ankara'da hoş rüzgarlar estiren geleneksel müzik festivalinin kollarına bırakmıştı. Vivaldi ve tabii ki o ünlü eseri "Dört Mevsim", Milli Eğitim Bakanlığı Şura Salonu'ndan Ankara'nın kapalı havasına doğru yayıldıkça, yayılıyordu....Evet tabii ya, tıpkı Türk Dışişleri Bakanlığı'nın söylediği gibi: "Sayın Obama, soykırım tarihçilerin işi"

Yalnızca Apakan değildi Vivaldi'yi dinleyen. Onlarca büyükelçi, onlarca diplomat...Cumartesi akşamı dolu dolu olan salon, insana "Yaaa, Ankaralı da siyaset elbisesinden çabucak sıyrılıp, akşam konserlere gidiyor işte böyle" dedirtiyordu. Teşekkürler, Sevda Cenap And Müzik Vakfı. Daha ne konserler....İstanbul'a duyurulur...

25 Nisan 2009 Cumartesi

Delikanlı Obama

Ooofff, ki ne ooofff! Şu güzel, güneşli cumartesi gününde içim dışım "soykırım, Ermeni, Obama, Türk Dışişleri, Saygıdeğer Dışişleri sözcüm, güzide büyükelçiler" oldu. Niye? Çünkü, olan oldu. Ve böyle, hani Bush'a göre daha içten içe sevdiğimiz Barack Obama, 24 Nisan 'Ermeni Anma Günü'nde beklenen mesajını yayınladı. Mesajdaki çekici noktalar hiç gözden kaçmadı:

"Bundan 94 yıl önce, 20. yüzyılın en büyük katliamlarından biri başladı. Her yıl, Osmanlı İmparatorluğu'nun son günlerinde 1.5 milyon Ermeni'nin katli veya ölüme yürümesini anıyoruz. 'Medz Yeghern' (büyük felaket) Ermeni halkının kalplerinde yaşadığı gibi, bizim de anılarımızda yaşamaya devam etmeli. ...." Devam ediyorum, pardon Obama devam ediyor, sıkı durun...

"1915'te olanlara dair görüşümü defalarca dile getirdim ve bu tarihe dair kişisel görüşüm değişmedi......Türk ve Ermeni halklarının, bu acılı tarih üzerinde dürüst, açık ve yapıcı biçimde çalışılması çabalarını kuvvetle destekliyorum.....Hiçbir şey Medz Yeghern'de yitirilenleri getir getiremez. Fakat Ermeniler 94 yılda sergiledikleri dinamizm, dayanıklılık ve yetenekleri sayesinde kendilerini yoketmeye çalışanlara karşı direndi....."

Dışişleri Bakanlığı'nda 'gece lambaları' yandı. Bakan Babacan ve Müsteşar Ertuğrul Apakan, tüm üst yönetimi çoktan gece mesaisine çağırmıştı. Bu Obama, tam da Türkiye ziyaretinin ardından neler söylemişti böyle? Ne olmuştu, ne değişmişti? Tabii ki hiçbir şey. Seçim kampanyası sırasında 1915'teki ölümleri 'soykırım' olarak niteleyen Obama, Türkiye'ye ziyareti sırasında bu konudaki görüşlerinin değişmediğini ancak 'görüşme sürecini gölgeleyecek bir tavırdan kaçınmak istediğini' dile getirmişti. Ancak Türkiye, Obama'ya tam bir 'U' dönüşü yaptırmak niyetindeydi ki, Ermenistan'la ilişkileri normalleştirmek adına 24 Nisan'dan bir gün önce 23 Nisan gecesi 'bir yol haritası' üzerinde anlaşıldığını duyurmuştu.

Ama Obama, delikanlıydı. Delikanlı siyasetini göstermeye de kararlıydı. 24 Nisan'da, seçim kampanyasında kullandığı 'soykırım' sözcüğü yerine, Ermeniler'in kullandığı Medz Yeghern'i kullanmanın daha doğru olacağını düşünmüştü. 'Soykırım' sözüne takan, kafatasçı Ermeni diasporası ve dialogdan anlamayan Türk muhalefetiydi. Her iki kesimin ekmeğine de yağ sürmek istemeyen Obama, halk dilini tercih etmişti bu kez. Ama gönlü, Ermeniler'den yanaydı o kesin. Çıkıp da, 1915'te Ermeniler kadar Türk halkının da acı çektiğini dile getirmemişti. Unutmuş olabilir miydi? Unuttuysa da, Türkiye ona yeniden hatırlattı.
Obama'nın delikanlılığı bozuldu mu? Aksine, kuvvetlendi. Tarihte, AKP hükümetinin dışında Ermenistan'la diyaloga bu kadar açık, bu kadar içten istekli bir Türk hükümeti duymamıştı. Bakalım, bu hükümet diyalog için daha neler yapacaktı. Bekleyelim, görelim. İki, üç bilemedin 4,5 yıllık diyalog isteğinin meyvelerini hemen toplamamız, hele ki başkanlık koltuğuna sımsıkı, delikanlı Obama'nın oturduğu bir dönemde tabii ki mümkün değildi. Sabır, sabır..!

23 Nisan 2009 Perşembe

23 Nisan

"Bugün 23 Nisan /Neşe doluyor insan." Çok, ama çok severim bu deyişi. Oh be! Yine 23 Nisan ve yine içim kıpır kıpır. 'Eşşek kadar kız' olma durumundan öylesine sıyrıldım yine. Ezgi'yle okula 23 Nisan gösterisi izlemeye gittik. Ezgi sağı-solu kesmekten, sahnede olup bitenleri kaçırsa da ben çocukların her dansında, her şarkısında, her şiirinde kendimden kopup taa nerelere gittim. Gittim taa Amerika'ya. Aklıma Mehmet Okur, Hidayet Türkoğlu geldi. Amerika'yı fethetmiş bu iki çocuğun anneleri kimbilir nasıl olağanüstü bir gurur yaşıyordu. Benim şimdi şu sahnedeki çocukları izlerken gözlerim ıslanıyorsa, kimbilir o annelerin gözlerinden yaşlar nasıl fışkırıyordu.

Gittim taa Darfur'a. Şimdi sahnedeki çocuklar rengarenk, pırıl pırıl, temiz temiz kıyafetler içinde gülüp oynuyordu. Ya Darfur'da, açlığın kol gezdiği o uzak diyarda, çocuklar nasıldı. Çocuklar, size "Nasılsınız" diye soruyorum ama, ama, ama,,,,Ama ben bir çaresizim, ağlamaktan ötesi yok benim için şimdi. Yüreğim paramparça.

Ezgi, "Hiloş, yanında yiyecek birşey yok mu" diye sorunca birden irkildim. Hiç düşünmemiştim ki, Ezgi'nin acıkacağını. Ama o akıllı bir çocuktu, eve gidince birşeyler yiyeceğini düşünüp, tatlı tatlı sustu.

Yok, ben susmayacağım. Bir güzelliği olmalıydı dünyanın, en azından çocuklar için. Bu sahnede çocuklar atlayıp, zıplarken, ıssız Darfur diyarlarında çocuklar ölümle arkadaş olmaya çalışmamalıydı. Bıraktım Darfur'u, okuldan çıkıp gazeteye gelirken, yolda arabamın camına çocuklar yapıştı. Mendil satıyorlardı ama gözlerinin içi pırıl pırıldı. Kocaman gülümsüyorlardı, kocaman. Onlarla 23 Nisan'laştıktan sonra gazetede, birkaç yıl önce Darfur'a gidip de fotoğraflar çeken arkadaşım Tolga'nın Darfur fotoğraflarına da gözattım. Fotoğraflardaki çocuklara "23 Nisan" dedim. 23 Nisan, onların da hakkı değil mi?!

21 Nisan 2009 Salı

Kabine falı

Kabine değişir mi, değişmez mi? Papatya falının konusu budur Ankara'da bu günlerde. Valla ben de duyduğum son dedikoduları sizinle paylaşamadan edemeyeceğim. Niye bilmiyorum ama bi dumur oldum, Dışişleri Bakanlığı'yla ilgili son gelişmeleri duyunca. Dışişleri Bakanı Ali Babacan'ı, Dışişleri Bakanlığı'ndan alıp, ekonominin başına getirecekmiş Başbakan Tayyip Erdoğan. Yeni Dışişleri Bakanı TBMM Dışişleri Komisyonu başkanlığı görevini yürüten Murat Mercan olacakmış. Ancak, Mercan'ın Dışişleri Bakanlığı'na getirilecek olmasına Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, pek bir kızgınmış. Niye? Mercan, cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında Gül'e "Sen bu yarıştan çekil" diye bir mektup yazmış. Bu mektubu unutmayan Gül çifti, Mercan'ı Dışişleri Bakanlığı'nda görmek istemiyor.

Son haberler burada bitmiyor. Erdoğan kabineyi değiştirirken Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'i, Dış Ticaretten Sorumlu Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen'i Ekonominin başı Mehmet Şimşek'i, Maliye Bakanı Kemal Unakıtan'ı kabine dışı bırakacakmış. Çelik'in yerine TBMM Başkanı Toptan eğitim bakanlığına, hükümet sözcüsü Cemil Çiçek de TBMM başkanlığına kaydırılacakmış.

Anlayacağınız Ankara'da siyaset 'kabine falları' üzerine kurulu bu ara. Bu dedikodular çok sağlam bir yerden gelmişse de kulağıma, ben Başbakan Erdoğan'ın yine bir 'one minute' çıkışı yapıp, herkesi şaşırtacağını düşünüyorum. O şaşırtmayı seviyor, ben de şaşırmayı.

UNICEF ve para!



İki gündür içim-dışım eğitim oldu ama çok şikayetçi değilim. Keşke, gönlüm kadar cüzdanım da zengin olsa da daha bir mutlu olsam. O da olacak elbet..!

Bugün Unicef’ten bir mektup aldım. Unicef Türkiye İyi Niyet Elçisi, sevgili Ayşe Kulin imzalı. Ayşe Kulin, mektubunda “Mümkün olduğu kadar çok çocuğa, ilkokula eşit koşullarda başlama fırsatını verelim” çağrısı yapıyor ve çocukların anaokulu eğitimi almasının önemini vurguluyor. Anaokulu eğitimi alan çocukların ‘yaşama en sağlıklı başlangıç’ı yaptığını söylüyor. Ne güzel söylüyor: Bir küçük Fatma’mız var, onu ilk tanıdığımızda bizlerle konuşmamak için kapı arkasına saklanırken, şimdi kendiliğinden kır çiçekleri toplayarak bizleri kapıda karşılıyor. Ali’miz tuvaleti kullanmayı, kullandıktan sonra sifonu çekmeyi, ellerini yıkamayı; Bilal eskiden dövdüğü küçük kızlarla oynamayı, hatta onları kollamayı öğrendi.

Ayşe Kulin’in mektubunda çok daha önemli bir nokta var. Hepimizi derinden etkileyen bir nokta: “Biliyorum, ekonomik kriz hepimizi etkiliyor, ancak çocuklarımızın krize tahammülü yok. Bizden desteğinizi lütfen esirgemeyin”.

Durumu anladınız. Unicef, toplumdan gelen desteklerle yurdun dört bir yanında anaokulları donatıyor. Bir okulun baştan sona donanımı için 50 bin lira gerekiyor. 25,50, 100, 200 liralık bağışlar anaokullarının önemli ihtiyaçlarını tamamlıyor. Unicef’e 5 bin ve üzeri bağışta bulunan kişi ve kuruluşların adı okul girişlerindeki şükran plaketlerinde belirtiliyor, ayrıca bütün bağışçıların isimleri, bağış miktarı belirtilmeksizin Unicef’in web sitesinde yer buluyor: www.unicefturk.org

Ne çok kampanya var, çocuklarımız için. Bir de her kampanyaya yetişecek PARA olsa daha iyi olacak değil mi? Aaaah Napolyon, aaah!!! PARA, PARA, PARA.

20 Nisan 2009 Pazartesi

Eğitim her engeli aşar


Onlar engelleri aşacaklar. Daha çok eğitim imkanına kavuşacaklar ve kıyıda-köşede kalmayacaklar. Caddelerde, sokaklarda, bilgisayar başında, televizyonda, okulda her yerde olacaklar. Peki sonrası? Sonra, bu ülkede eğitimin bile önüne geçemediği saçma sapan kliklerin, tabuların, zorlukların kurbanı mı olacaklar... Olmasalar. "Keşke olmasalar" diyorum ama her türlü normalliğin anormal sayıldığı, başarıların gölgelendiği, adamına göre performans değerlendirmesinin yapıldığı, adam kayırmacanın kol gezdiği ülkemizde, onca emeğin hakkı çiğnenip geçecek.

Evet, evet. Yine de hayatın saçından şöyle bir güzel tutup, "Ben de varım" diyebilmek var. Pazartesi kötümserliğinden sıyrılıp, umutlanmam gerek. Çankaya Köşkü'nde first lady'imiz Hayrünnisa Hanım'ın önderliğinde başlatılan "Eğitim Her Engeli Aşar" kampanyasının açılış töreninde yaşadığım onca güzel dakikanın üstüne umutlanmam gerek. Bana da plaket verilmesi için ismimi anons ederken Beyazıt Öztürk'ün "Hilal/Nihal" karmaşası yaşayıp, espriden salonu kırıp geçirmesinin üstüne umutlanmam gerek. O güzelim engelli çocukların biz engelsiz gibi görünenlere verdiği hayat dersine şapka çıkarmam gerek.

Yaaa, nasıl reklamımı yapıyorum ama. Çankaya Köşkü'nde kimler yoktu ki bugün. Herkes "Eğitim Her Engeli Aşar" kampanyası için birlik olmuştu. Beyazıt Öztürk, Hakan Şükür, bakanlar, gazeteciler, kimler kimler. Türkiye'de yaklaşık 8.5 milyon engelli var. Yani, neredeyse nüfusumuzun yüzde 12'si engelli. Engelli oldukları için değil eğitimsiz oldukları için iş bulamıyorlar. Bu kampanyanın temel hedefi de, engellilere daha çok eğitim imkanı sunmak için tüm toplumu harekete geçirmek. Ben harekete geçip, kampanyanın gönüllüsü oldum bile. Siz de katılın aramıza, bana ne kadar güzel insanlar olduğunuzu gösterin. Umutlanalım değil mi arkadaşlar. Sistem acımasızsa, acımasız. Biz de acımasız olalım. Hayatı saçlarından yakalayalım. Kampanyayla ilgili daha çok bilgiyi de buradan alacaksınız: http://www.egitimherengeliasar.org

17 Nisan 2009 Cuma

Co.NX See the world / Büyükelçi Jeffrey'le webchat




Bilgisayarın başında Amerika'nın Ankara Büyükelçisi James Jeffrey'le chat'leşmeye başladık. Gazeteci arkadaşlarım, tanıdık isimler, tanımadık hayranlar, karşımıza aldığımız büyükelçiyi sorguya tuttuk. ABD Başkanı Obama'nın 5-7 Nisan tarihlerinde Türkiye'ye gerçekleştirdiği ziyaretin ardından büyükelçi internette bizimle buluşmak isteyince, ABD Dışişleri Bakanlığı'nın teknik servisi gibi olan CO.NX de bunu gerçekleştirdi. Hem arkadaşlarımızla hem de büyükelçiyle internette buluşmak keyifliydi. Büyükelçi Jeffrey, tek tek tüm soruları yanıtlamaya çalıştı. Yanıtlardan bence en güzeli, Jeffrey'in de Obama'nın Türkiye için söylediği 'Batılı ulus' tanımlamasını vurgulamasıydı. Türkiye sadece coğrafi açıdan Batı'nın bir parçası değil, neredeyse tüm Batı kurum ve kuruluşlarla işbirliğiyle Batı'nın kalbi olmuştu.


Acemi bir blogger olarak CO.NX'in teknik servisiyle de yazışmaya geçtim. Süperler. Büyükelçiyle sohbetimizin sonunda ekranda benim de blogumun ismini göstermeleri çok hoşuma gitti. Onlardan teknik yardım alıp, daha güzel bir blog yapacağım. Yaşasın CO. NX.


Türk Dışişleri Bakanlığı'nı neredeyse hemen her gün ziyaret edip, Türk-ABD ilişkilerini geliştirmeye çalışan Büyükelçi Jeffrey'in webchat'de neler söylediğini de size kısaca özetlemek istiyorum:
"ABD Başkanı Obama'nın Türkiye ziyaretini tüm dünya dikkatle izledi. Ziyaret, Türk-Amerikan ilişkilerinin ve işbirliğinin ne kadar önemli olduğunu açıkça gösterdi. Obama yönetimi tüm dünyayı dinleyip, dünya diplomasisinde diyaloğun önemini ortaya koymaya çalışıyor. Dış politikadaki öncelikleri; Irak'ta savaşa son vermek, Afganistan'da Taliban ve El-Kaide'yi bitirmek, nükleer silahlar konusunda herkesi dikkati olmaya çağırmak, İsrail-Filistin ihtilafını en barışçıl şekilde sonlardırmak..."

14 Nisan 2009 Salı

Haydi Erivan'a

Son oylamalar yapılıyor: "Babacan, Erivan'a gitsin diyenler el kaldırsın." Elleri göreyim...

Aylardır Ermenistan'la yatıp kalkan Dışişleri Bakanı Ali Babacan, "Gitmeliyim" diyor. Sonra dönüyor bir Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e, bir de Başbakan Tayyip Erdoğan'a bakıyor. Ama o da ne. Artık zaman yok. Gül, Bahreyn'e uçuyor, Erdoğan Hatay-Antalya hattında tatil yapıyor. Peki, karar verildi mi? Şu benim densizliğime de bir bakın. Devletin işleri 'son dakika'ya kalır mı. Eğer 16 Nisan'da Erivan'da Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü'nün (KEİ) dışişleri bakanları toplanıyorsa ve Ermenistan Dışişleri Bakanı Edward Nalbantyan, Babacan'a bizzat 'gel' davetinde bulunmuşsa, karar çoktan verilmiştir değil mi.

Verilmiş, verilmiş. Ben öğrendim. Ama burada Babacan'ın Erivan'a gidip gitmeyeceğinden öte daha ikircikli bir durum var öne çıkan. Aylardır Ermenistan'la görüşmeler yapıp, 1993'ten beri kapalı duran sınır kapısını açmaktan yana oy kullanan Ankara, Ermenistan Devlet Başkanı Serj Serkisyan'ın "Sınır açılacak" diye bas bas bağırmasından sonra hop oturup hop kalkan Azerbaycan'ın ne yapılıp edilip illa ki ikna edilmesi derdine düşmüş. "Dağlık Karabağ sorununu çözmeden sınırı nasıl açarsınız" diyen Azerbaycan'la 'dost ve kardeş' görüşmeler çoktan başlamış. Hatta, bu görüşmelerde de ilerleme sağlanmış bile. "Türkiye-Ermenistan sınırı açılıyor mu ne" şüphesiyle 6-7 Nisan tarihlerinde İstanbul'da düzenlenen Medeniyetler İttifakı toplantısına katılmayan Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev, Türkiye'ye "Tamam, demek hep bizimlesiniz, yakında Ankara'dayım" mesajı bile vermiş. Bu yoğun diplomasi trafiğinde Dışişleri Bakanı Babacan'ın nasıl zorlandığını varın, siz düşünün artık.

Sorular yine bitmiyor: "Azerbaycan yumuşatılırsa, Ermenistan sınırı açılacak mı?" Ya da, "Ermenistan sınır kapısının açılmasına Azerbaycan nasıl ikna edilecek. Aliyev'e nasıl bir güvence verilecek?" Ben, tam "İyimserim. Başbakan Erdoğan'a ve Cumhurbaşkanı Gül'e ve koskoca Dışişleri'ne başdanışmanlık yapan Ahmet Davutoğlu, diplomaside bugüne kadar kimsenin yapmadığını yapmaya kararlı" diyordum ki, karşımdaki diplomatik ses "Bir de Obama var" dedi. Çok doğru. Eğer Obama da, sınırın açılmasını Türkiye ve Ermenistan kadar çok istiyorsa, neden olmasın. Azerbaycan neden ikna edilmesin. Elde var 3: Türkiye, Ermenistan ve Obama. Öyle veya böyle tüm yollar Ermenistan'dan mı geçiyor ne!

10 Nisan 2009 Cuma

Koş Ankara, koş!


Şimdi ben bir gün önceki ağır Pilates’in üstüne Sculpture yapacağım. Obama yorgunluğunu, hamlığını atmaya kararlıyım üzerimden. Ama o ne? Pilates’te harikalar yaratan vücudum, Sculpture’da dökülüyor. Esra’nın temposuna yetişmek ne mümkün. Karnım ağrımıyor, acıyor. Bıraksalar da yerde sürünsem. Olmuyor, ne yapsam olmuyor… Ben bitik durumdayım. Ama Renewa’nın ciddi vücut yapmış kızlarından sarışın güzel, mutlu mutlu gülümsüyor bana. Dayanmamı istercesine, arzuyla bakıyor. Üstüne, daha yeni Pilates’ten çıktığını, Sculpture’dan sonra da Spinning’e gireceğini söylüyor. Biliyorum, en sonunda güzelce yüzüp günlük sporunu tamamlıyor. Öldürmeli miyim seni güzel kadın, yoksa sen böyle hepimizi motive etmek için ortalıkta mı dolaşmalısın? Daha kararımı vermedim ama icabına bakacağım! Yine de zaman ilerledikçe sempatim artıyor sana. Kızgınlıkla karışık bir sempati. Bu da, en can alıcısı değil mi sempatinin…

Dört, yoksa beş mi. Beş katlı otopark nerdeyse ağzına kadar dolu. Ankara’nın bu en bilindik spor salonu Renewa’ya giden, bütün ahalinin işi gücü bırakmış spor yaptığını düşünüyor. Gel de gaza gelme. Acemi şoförlüğümden bir türlü kurtulamadığımdan en uygun park yerini ararken, bir yandan da araba plakalarını tarıyorum. Vay, vay, vaaay… Kimler de burada efendim. Resmi plakalardan tutun, ecnebi plakalarına varana kadar. Hep aynı yerde, aynı güzel motorsiklet. Bak, bak, adamın teki tank gibi arabasıyla iki arabalık yeri paşalar gibi kapmış. Kulağında telefon, elinde dosyalar ama sıkı sıkıya da sarıldığı spor çantası, bir beyefendi iniyor arabadan. Şoförü onu güzelce salona bırakıyor. Kreşe bırakılan çocuklar gibi. Şansa bak. Seni de kıskanıyorum be adam. Ben park yeriyle cebelleşirken, sen çoktan üstünü başını giyinmiş, sporuna başlamış olacaksın!

"Tesis doldu, taşıyor". Bir yakınmaca, bir yakınmaca. İnsanlar, sıra bekliyor kardiyoda. Sonra bir öğreniyorum Renewa’nın, bu Ankara güzeli yerin üye sayısı 2 bin 700’ü aşmış. Benim ısrarım sonrasında göbeğini eritmeye karar vermiş, yakışıklı bir arkadaşımın 5 yıllık üye olduğunu, bunun için de 8.5 milyarı gözden çıkardığını hatırlıyorum. Değer mi değer. Daha yakışıklı olacak, fena mı? Tesisin üst düzey yöneticisi sevimli beyefendi, kalabalığa çare arayışının başladığını söyleyip, rahatlatıyor öf-pöf içindeki yakınmacı kızları. Canım, yakınmayın işte. Bekleyin sıranızı, yapın sporunuzu. Ben mi? Ne yakınması ! Bütün Ankara’nın koştuğunu, aletlerin dolu olduğunu, etrafımda ideal erkek ve kadın modunda gezen tipleri gördükçe göğsüm kabarıyor. “Koş Ankara, koş” diyorum içimden. Dışarıda onca telaş, onca eziyet, onca kıyamet varken, burada hayatın akması ne güzel. İnsanın, hayata akması ne güzel. Bir deeee, Pilates üstü Sculpture, üstüne de Spinning yapabildiğim zamanlarda eminim daha güzel olacak.

8 Nisan 2009 Çarşamba

3 şey !




Alt komşum çok renkli, çok kafa. Allah herkese böylesinden nasip etsin: www.baharsdiary.blogspot.com
30 Nisan'da doğumgünü var bu blogger komşumun. Ne yapmış, etmiş, bana doğumgünü hediyeleri için ipuçlarını sıralamış: Nokia'nın tasarım kulaklığı, dinamit çalar saat, elektronik kitap okuyucu. Bahot'um istediğin bunlar olsun, sana hediyeler feda olsun. En ucuzu hangisiyse sana ondan alacağım.!

Tamam, işin geyik kısmını kısa kesip, bloggerler arasındaki beyin fırtınasına ben de katılıyorum. Bahot'um istemiş, katılmaz mıyım! Fırtına da, "Mim" fırtınası. Blogunuzda yazdığınız herhangi bir konu için "Hadi bakalım, sen ne düşünüyorsun bu konu hakkında" diyerek başka arkadaşlarınızı dürtüklüyormuşsunuz Mim olayıyla. Aaaa, tıpkı facebook'taki poke gibi. Ama iş, blogda daha entel...Öyle sadece elle dalmak yok kimseye. Mim'in son konusu da "Bu aralar aklınızı kurcalayan, almazsam gözüm açık giderim dediğiniz, hatta almak için yanıp tutuştuğunuz 3 şey nedir?" sorusunu kapsamış.

Açıklıyorum. Benim doğumgünüm de 5 Mayıs. Bahot'um gibi Boğa'yım. Pardon, doğumgünümü değil, almak istediğim 3 şeyi açıklayacaktım. Tamam, kızmayın. Az kaldı, az. Çok istediğim eve yakında kavuşacağım. O para bir yerlerden bulunup, buluşturulacak ve Hilot kendi evinde oturacak. İkincisi, çantamda rahatça taşıyacağım minicik bir Sony Vaio lap top. Size ne yazılar yazacağım yeni laptop'umla bir bilseniz. Sadece Çankaya Köşkü, Dışişleri Bakanlığı ya da Başbakanlık'tan değil olur-olmaz her yerden daha kolaylıkla bildireceğim. Gelelim 3. isteğime: Bir kutu çikolata ve bir buket kırmızı karanfil. (Bunu, ucuzundan tuttum ki, her keseye uygun seçenekler yazayım...)

Bahot'cum nedir bu Mim olayı ya? Bu, nasıl bir fırtına...Kopardın beni....Sen de kop emi..!

7 Nisan 2009 Salı

Doğu-Batı

Obama gelmeseydi ben de gelmeyecektim tabii ki. Ama İstanbul bugün sadece Obama’yı ağırlamakla kalmıyor bir de Türkiye ile İspanya’nın ortak girişimiyle düzenlenen Medeniyetler İttifakı 2. Forumuna evsahipliği yapıyor. Çırağan Sarayı ne güzelsin sen! Sayıları neredeyse bin 500’ü bulan yerli ve yabancı gazeteciye Boğaz manzarasında sıcacık çalışma olanağı sunuyorsun. Boğaz havasını alan gazetecilerin motivasyonunu varın, siz düşünün.

Obama ‘nın Ankara’da sözünü ettiği Türkiye ile Amerika arasında kurulacak yeni ‘model ortaklık’ın ne anlama geldiğini ‘perde arkası’ düşkünü gazeteci arkadaşlarımla ben araştırıp soruştururken, bulduğumuz Türk ve Amerikalı diplomatları sorgularken, bir yandan da yabancı gazetecilere Obama’nın Türkiye ziyaretini anlatıyoruz. Finlandiya’dan bir gazeteci kolumdan tutup “Obama, Türkiye için Batılı ulus diyor, sizin için bunun anlamı nedir” diye sorduğunda ilk yanıtım “Anlamı büyük. Türkiye’nin doğusu, batısı var ama tıpkı Obama’nın dediği gibi bir Türkiye var o da Batı değerleriyle yoğruluyor” oluyor. Batı değerleriyle yoğrulmak da ne demek? Çok mu karmaşık bir laf ettim. Uzun uzun, Fin gazeteciye anlattım ama işin özeti Obama’nın ziyareti yüzünden Türkiye’yi kıskandığını dünya aleme açıkça ilan eden Yunanistan’dan geliyor. Yunan gazeteci arkadaşım, sözümü kesip “Türkiye, Batılı ama kendine özgün Batılı. Kopya değil” diyor. Sonra bana da bir tavsiyesi oluyor, Boğaz manzarasında kahve içmeden önce: Lafı uzatma. Obama Türkiye’nin fotoğrafını amatörce ama en doğru şekilde çekti. Türkiye, Batılı bir ulus. Evet, uzatmıyorum. Türkiye, Batılı bir ulus diyorum. Boğaz’a bakıyorum ve çalışmaya devam ediyorum.

6 Nisan 2009 Pazartesi

Batılı ulus Türkiye




Çankaya Köşkü'nden çıktık. Sabahki güneş yerini sessizce yağan yağmura bırakmış. "Herşey oldu bitti" diyor kimisi. Obama çoktan TBMM'ye geçti. Dikkatlerimiz o konuşmada. İşte başladı bile. Obama gençliğin ve değişimin gücüne bütün gücüyle bastığı konuşmasını yapıyor. Anıtkabir izlenimlerini anlatırken, "Atatürk'ün bu ülkeye en büyük mirası demokratik, laik cumhuriyet yapısı" diyor. "Mehmet Okur, Hidayet Türkoğlu" diyor. Amerika'da isim yapan bu iki ünlü basketbolcuyu heyecanla takdir ediyor. Zencilerin bir zamanlar oy hakkının bile olmadığı ülkesinde kendisinin bugün Amerika'nın başkanlık koltuğunda oturduğunu vurguluyor. Dünyanın değişebileceğinden, hayallerin gerçekleşebileceğinden, geçmişle barış olabileceğinden, gelecek için umutlardan sözediyor. Obama'nın umut ve heyecan dolu konuşması, tüm Türkiye'ye dalga dalga yayılıyor.


Evet, tam da Obama'nın dediği gibi "Batılı bir ulus" Türkiye. Tam tersini düşünenlerin, tartışmayı sevenlerin Türkiye'ye vakit kaybettirdiğini Obama'nın sözlerinden de anlıyor Türk halkı. Gelecek için Türkiye-Amerika ilişkilerinin önümüzdeki dönemde daha da güçleneceğini öğreniyoruz güven dolu sözlerinden. Bu genç, bu siyahi, bu değişimci lider acaba gerçekten yüreklerimizde küllenip de giden umutları yeşertecek mi? Soru sormak istemiyorum bugün. Heyecanımı yaşamak, umutlarımı taptaze tutmak istiyorum. Keşke Obama'nın Çankaya Köşkü'nde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'le yapacağı basın toplantısı için tüm gazetecileri neredeyse üç saat köşk kampüsüne hapsedip de, aç bırakmasalardı. Şimdi, Obama'nın yorgunluğunu daha tatlı hissederdim belki. Ne yapalım bu açlık da Obama için olsun. Yeni umutlar için olsun..!

5 Nisan 2009 Pazar

Hoşgeldin OBAMA


Çankaya Köşkü’nün yeni genel sekreteri Mustafa İsen’in gazeteciler için özenle donattığı basın odası bu sabah her zamankinden daha yoğun bir telaşa sahne. Bir yandan kahvaltı yapan arkadaşlarım, bir yandan da gazetecileri tararcasına okuyor. Yeşim’in bacakları daha çok titriyor. “Çok karizma bu adam. Çok hoş” diyor Meltem, gazetelerdeki Obama haberlerini okurken. Çankaya Köşkü her zamankinden temiz. Yıllardır, “Birisi aşağıya düşecek” deyip, köşk yetkililerine yaptığımız uyarılar şimdi sonuç vermiş, telefonlarımızı ve kartlarımızı alırken düşecek gibi olduğumuz merdiven boşluğu ya da beton boşluk, tahtayla kapatılmış. Şimdi, güneş de doğdu. Hepimiz Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Başkan Obama onuruna düzenleyeceği resmi karşılama törenine hazırız.

Gazeteciler için onca düzenleme yapılınca ben de Başkan Obama’yı Anıtkabir’de izlemeye gidemedim. Ama ordaki gazeteci arkadaşlarımdan güzel telefonlar alıyorum: “Hilal, bu adam başkan falan değil. Hepimiz enerji ve umut doluyuz”…

Gazetelerde, Başkan Obama’nın bir günlük Ankara ziyareti ile ilgili onlarca başlık var. Hepimiz Türkçe düşkünüyüz ama bugün favori başlığımız “Welcome Mr. President (Hoşgeldin Başkan)” diyen Hürriyet oldu. Tüm dünyada umudun ve değişimin sembolü haline gelen Başkan Obama için İngilizce bir başlık jesti hiç de fazla değil. Değil, di mi..! Şimdilik bu kadar. Çankaya Köşkü’nde ve Ankara’daki Obama havasını izlemeye ve koklamaya ve tabii ki paylaşmaya devam edeceğiz.

Obama ANKARA'DA




Hem de hiç şaşırtmaca olmadı. Başkan Obama’yı taşıyan Air Force One, bize bildirilen saatte Esenboğa Havaalanı’na indi: 21.25 Biz, meraklı gözlerle uçaktan çıkacak Obama’yı beklerken, onlarca televizyon ve fotoğraf kamerası en iyi, en net Obama karesi yakalama heyecanındaydı. İyi de, iyi-güzel, ya da kötü-çirkin fotoğraf çekme derdi olmayan bizim gibi düz gazetecilere ne oluyordu. Olan olmuştu. Heyecan doruktaydı.

Daha iki gün önce Washington’dan Ankara’ya Obama’yı izlemeye gelen gazeteci arkadaşım Barış’ın bana Obama albümü hediye ettiği an başlamıştı herşey. Barış heyecanlı, heyecanlı “Hilal, Obama çok başka bir şey Washington’da. Bildiğin, rock yıldızı. O, insanları çoşturuyor, insanlar Obama’yla çoşuyor” diyordu. Bu nasıl bir duygu, Obama nasıl bir başkandı. Gerçekten, Ankara’nın gece soğuğuna aldırış etmeden Obama’nın uçaktan çıkışını beklerken, sanki uçaktan çıkacak herhangi bir Amerikan başkanını bekliyor gibi değildim. Büyük bir yıldız, farklı bir lider görecektim. Öyle de oldu. Bütün sempatisiyle göründüğü uçak kapısından Ankara’ya bir çırpıda el sallarken, yoğun enerjisiyle herkesi etkiledi. Uçağın merdivenlerinden koşar adım inerken, “Değişim, Ankara’ya da geliyor” dedirtti bana, bir garip umut esintisi hissettirdi yüzümde bir anlık. Sonra yine bilinçaltımın tacizine maruz kaldım. Olabilir miydi bu Ankara’da. Ankara’nın 4. kez belediye başkanlığına seçilen Melih Gökçek, uçağın dibinde Obama’ya ‘hoş geldin” diyecekler arasında bekliyordu.Sonra öğrendik ki, Obama’ya “Gökçek’in 4. kez belediye başkanlığını kazandığı” anlatıldı ayaküstü, uçak inişi. Obama, “Çok gençsiniz” deyip, tebrik etti Gökçek’i. Değişim ve Gökçek ve Obama. Üçünün birbiriyle ilgisi var mıydı? Evet, başından beri Obama için ‘şaka gibi’ demişti tüm dünya ama şaka işte gözümüzün önündeydi. Obama, belediye başkanlığında ‘değişim’ diyemeyen bir Ankara’ya inmişti, Gökçek’in elini sıkıyordu.

Çok karizmatik, çok sempatik. Başkan değil sanki tüm dünyanın bağrına bastığı sevimli bir lider. Genç, dinamik, nasıl da hızlıca indi merdivenlerden. Yakışıklı zenci ama sanki rengi yok. Başkanlığının ilk 100 günü dolmadan Türkiye’yi ziyaret ederek Türk-Amerikan ilişkilerinde yeni bir dönemin de kapılarını aralayacak. Ya, işte bu yorumlar yapıldı, karşılama töreninin ardından Obama Esenboğa Havaalanı’ndan ayrılır ayrılmaz. Ben mi... nasıl mıyım...? Obama’yı gördüm, onunla hatıra fotoğrafı çektirmek istiyorum. “Obama şaka değil, Türkiye şarka” diyebilmek için…

3 Nisan 2009 Cuma

26 bin dolar


“Keşke”si yok bu işin. Parayı veren, pardon 26 bin doları veren Air Force One’a binmiş ve Başkan Obama’yla Avrupa turu yapıyor. Obama’yla seyahat ediyor. “Allah’ım ben nasıl bir kıskanç gazeteciyim ki, böyle bilgilere sahip olup, hırsımdan çatır çatır çatlıyorum”…İç sesime kulak vermeyelim, bu gece çok mutsuz ama çok mutsuzum. Ne yapayım? 26 bin dolarla uğraşıp duruyorum…!

Arkadaşlar…! Pardon, benim sevgili okurlarım. Amerika’nın ilk siyahi lideri, 44. Başkanı Barack Obama’nın Türkiye’yi de içine alan Avrupa turunda ona uçakta gazeteci olarak eşlik etmenin bedeli 26 bin dolarmış. Varın siz hesaplayın, kaç Türk lirası ediyor diye. Air Force One’da, yani başkanın uçağında benim aldığım son bilgilere göre 76 gazeteci var, bunlardan ikisi Türk. Bu Türk gazetecilerden ilkinin duyurusu, Türk medyasının yeni ve iddialı isimlerinden olan HaberTürk gazetesi tarafından sürmanşetten yapıldı zaten: Tülin Daloğlu. Gazetesi, “Obama için 26 bin doların lafı mı olur” demiş, Tülin’i Air Force One’a bindirmiş. Bir diğer isim; Anadolu Ajansı’nın Washington muhabiri Deniz Arslan. Sevgili Deniz ve Tülin’den, Obama’ya dair farklı notlar bekliyorum. Umarım, çok ince ayrıntılarla beni Obama konusunda daha da bilgilendirirler. “Çok kıskançsın, Hilal!”….Üf yaa, iç sesimden kurtulmak da amma zor…Bırak yakamı, ben doğru düzgün hesaplayamam, 26 bin dolar kaç Türk Lira’sı ediyor. Ediyor işte..! Ben de “Obama’ya değer” diyorum.

Gelelim 26 bin dolar veremeyip de, Başkan Obama’nın Türkiye gezisini izlemek için tüm güçleriyle çalışan gazeteci arkadaşlarıma. Rakamların ne lafı olacak ki. Bir kere, Türk medyası ‘varıyla, yoğuyla’ bu geziyi izleyecek. 135 yabancı gazeteci Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü’ne geziyi izleyebilmek için akredite olmuş durumda. 5 Nisan gecesi Ankara’ya inecek Obama için tüm programlar yeniden gözden geçiriliyor. 6 Nisan günü program yoğun. 7 Nisan, daha da yoğun. Yani, 26 bin dolar uçup gidiyor. Bak bak, yine iç sesim beni sinir ediyor….: “Obama’yla kim uçmaz ki….”

2 Nisan 2009 Perşembe

Obama'nın Paskalya hali


Bak, bak! Onca "Müslüman mı, Hristiyan mı" tartışmasını çıkıp da, babalar gibi "Hristiyanım" diyerek noktalayan Amerika'nın 44. Başkanı, siyahi lider Barack Obama'nın yaptığına bak. Hristiyan aleminin doyasıya kutladığı Paskalya bayramında, herkesin iki ayağını bir pabuca sokmak, olacak iş mi yani. Sen kalk, G-20 zirvesiyle Londra'dan giren, Medeniyetler İttifakı 2. forumu ile İstanbul'dan çıkan 8 günlük bir Avrupa turuna çık.


6 Nisan'da Ankara'da mecliste 'tarihi' bir konuşma yapacak Obama'nın programı yüklü mü yüklü. Ankara'da Anıtkabir, Cumhurbaşkanlığı, TBMM ve Başbakanlık hattında mekik dokuyacak Obama, gidiyor bir de İstanbul'da fırtına gibi esiyor: Dini liderlerle buluşuyor, Sultanahmet Camii'ni ziyaret ediyor, Asya ve Avrupa'dan gençlerle internet buluşması yapıyor. Ben, "Ne var ki, çalışcaz işte. N'olmuş ki" derken, Ankara'nın yabancı diplomatları, elçilik çalışanları "Ah, oh, puff" diyor.


Olan olmuş işte. Sevgili Obama'mız, Paskalya bayramında tatil özlemiyle yanıp tutuşan yabancı diplomatlarımızı bozguna uğratmış. Sadece Türkiye'nin değil dünyanın dört bir yanına Paskalya tatili için dağılmış diplomatlarımız, Obama'nın Türkiye programı için görev yerleri güzelim Ankara'mıza 'tıpış tıpış' dönüşe geçmiş. Kapadokya, Mardin, Antalya, İstanbul programları ya ertelenmiş ya da iptal edilmiş. Ankara'nın seçkin spor merkezlerinde ya da ODTÜ'nün gözde tesisi Eymir Gölü alanında geçirilen pazar programları İstanbul'a 'Medeniyetler İttifakı'na kaydırılmış. Ne üzücü! "Aslında, Medeniyetler İttifakı 2. forumuna evsahipliği yapacak Çırağan Sarayı da, şöyle köpüklü bir Türk kahvesi keyfi için hiç de fena bir mekan değil" deyip, buraya bir teselli notu da koyuyorum.


Yabancı diplomat arkadaşlarımdan bu tür paskalya mesajları alınca, dayanamayıp yazmak zorunda kaldım. "Vay be, ne paskalyaymış ama" diye de şaşırmadan edemedim. Obama uğruna, Paskalya'dan ödün vermek...Helal sana Obama. Bayramda da çalışıyorsun. Böyle de sempatimi kazandın. Bizdensin. Bayramlarda şöyle doyasıya tatil yapamayan mağdur gazetecileri de sen iyi anlarsın o zaman.


Hemen, küçük bir Paskalya notu: Paskalya Hıristiyanlıkta önemli bir bayram. Hristiyanlar, her yılın Mart sonundan Nisan sonuna (Doğu Hıristiyanlığında Nisan başından Mayıs başına) kadar olan döneme denk gelen Paskalya'da, İsa'nın çarmıha gerilip ölmesinden sonra yeniden dirilişini kutluyorlar. Paskalya günü ise, Diriliş Pazarı ya da Diriliş günü olarak adlandırılıyor. Paskalya yaygın olarak kiliselerde düzenlenen ayinlerin dışında, çeşitli festival ve törenlerle de kutlanıyor. Paskalya yumurtaları da bu törenlerde elden ele dolaşıyor. Rengarenk ve şekillerle dolu. Tıpkı Nevruz yumurtası gibi!

Öne Çıkan Yayın

Aradığınız sakinliğin adresini veriyorum : Göynük

Kaçıp, gitme dürtüsünün içimizi günde milyon kez yokladığı, dahası içimizi zonklattığı dönemler bunlar. Hep bir mayhoşluk, hep bir serse...