24 Haziran 2009 Çarşamba

Kutu kutu Waterloo


Fransa ile İngiltere arasında 1815'te Belçika'nın Brüksel kentine yakın Waterloo kasabasının 2 km uzağında büyük bir savaş yaşanmış. Fransa İmparatoru Napolyon'un son savaşı olarak bilinen ve tarihe Waterloo Savaşı diye geçen bu savaşta İngiltere ve Almanya'nın başını çektiği ittifak güçleri, Napolyon'a sıkı yenilgi yaşatmış. Şöyle ki; müttefikler, Fransa'nın kuzeydoğusuna doğru saldırmayı düşünürken, cin Napolyon Belçika'da bir engelleyici saldırı başlatmış ama bir anda kendini Waterloo savaşının ortasında bulmuş. İngiliz ordusuyla karşılaşan Napolyon, üstün görünürken süvari birliklerinin yanlış bir manevrasıyla savaşı İngilizlerin lehine çevirmiş, Almanların da İngilizlere destek çıkmasıyla Fransızların burada yaşadığı yenilgi tam bir bozguna dönüşmüş ve savaş hemen hemen tüm Fransız ordusunun imhasıyla sonuçlanmış.

"Nerden çıktı bu tarih dersi" demeyin şimdi. Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıkan Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, AB Başmüzakerecimiz Egemen Bağış'ın sinirlerini o kadar bozuyor ki, Bağış bulduğu her fırsatta Fransa'ya tarihi hatırlatmalar yapmak zorunda kalıyor. İngilizlerin, Kraliçe Elizabeth'in doğumgününü kutlamak için Ankara'daki büyükelçilik bahçesinde düzenledikleri resepsiyonda da mikrofonu kapan Bağış, çıkıp kürsüde Kraliçe Elizabeth'in doğumgününün kutlandığı günün aynı zamanda Waterloo Savaşı'nın da yıldönümü olduğunu hatırlattı ve paaaat diye bu savaşın Fransızların son yenilgisi olmayacağını ilan etti. "Huuuup! Türklerle, Fransızlar savaşıyor. Türkler de Fransa'yı Avrupa'da bozguna uğratacak" diyen resepsiyondaki akıllı başlı adamlar, Bağış'ın sözlerine gülmekten kırıldılar. İngiltere'nin iki numarası Giles Portman, "Hilal, çok komik. Bağış, Fransızları fena bozguna uğrattı" derken, biz Bağış'a çoktan "Niye böyle oldu" sorusunu yöneltmiştik ki, Bağış'tan "Espri yaptım, canım" çıkışı gelmişti.

Aradan bir hafta geçmişti ki, bu kez Fransa Büyükelçiliği'nin bahçesinde Basın Ateşesi Bertrand Buchwalter'e veda için toplanmıştık. Bağış yoktu ortada. Mikrofonu kapan Buchwalter, akıcı Türkçesiyle Türkiye'ye öyle güzel övgüler düzüyordu ki, arkamdaki, Türkçe'yi çözmenin mutluluğunu yaşayan kimi yabancı dplomatlar, "Türkiye'ye haşııııırt" yorumları yapıyordu. Başbakan Erdoğan'ın "Beraber yürüdük bu yollarda" sloganının Türkiye-Fransa ilişkileri için de geçerli olduğunu, aynı stratejik hedeflere sahip olmasa da, iki ülkenin aynı yolda yürümesinin önemli olduğunu anlatan Bertrand, "Yol güzel, çok güzel" diyordu. Konuşma sonrası karşıma çıkan ilk isim Fransız Büyükelçi Bernard Emie oldu. Ona Bağış'ın Waterloo sözlerini hatırlattım. Değerlendirmesi anlamlıydı: "Biz Waterloo'yu unuttuk. Unutmayanlar varsa, o da onların sorunu." Gittim, siyasi tarih konusundaki bilgi birikimiyle beni her zaman şaşırtan İngiliz diplomat arkadaşım Giles'e sordum: "Siz unuttunuz mu Waterloo'yu. Fransızlar unutmuş!" Giles, bastı kahkahayı: "Kimse Waterloo'yu unutamaz. Fransızlar da, Bağış kadar komik işte. Koskosa Waterloo'yu unutmak Fransızlar'a yakışmaz. Bağış, iyi ki hatırlatmış..."

Arkadaşlar! Kutu kutu Waterloo.....desem yeri galiba!!!!! Ama kime, kime???

22 Haziran 2009 Pazartesi

Günay'la "FARK"ın merkezine yolculuk


AKP'den siyasete girdiğinde çevremdeki herkes kendisine bir "ıııııyyy" çekmişti. "Sen kapı gibi bir sol geçmişi bir kenera bırak, git din ve siyasetin raksettiği AKP'ye gir. Yok yok, Türkiye'de siyasetin kemiği yok" diyordu, Ertuğrul Günay'a mide bulantısıyla yaklaşanlar. Sonra AKP, siyasette hızla yükselip, CHP muhalefette 'inciler döktürmekten' öteye gidemeyince, aynı mide bulantısını, baş dönmesini CHP'ye karşı da yaşamaya başladı insanlar. Ve güzelim Türkiye'de siyaset; koca bir toz bulutu, ağır bir hava, baygın bir ruha bürünüp, insanları canından, ülkesinden bezdirmeye başladı. Ne sol'u soldu, ne sağ'ı sağ. Sahi AKP neydi, CHP neydi?

Belki de o, bu sorunun yanıtını en iyi verebileceklerdendi. Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay'la, bugüne kadar birçok yemekte, resepsiyonda yanyana gelip çok konuşmuştuk ama bir öğle yemeği için buluştuğumuzda çok daha derin sohbet etme fırsatını yakaladık. Bana uzun uzun Türkiye'yi Atatürk'ün gösterdiği çağdaş uygarlık seviyesine çıkarmak için neler yapacağını anlattı. Tabii kültür açısından. İstanbul ve Ankara daha gözde kültür mekanlarıyla donatılacak, Türkiye; bağrındaki daha çok 'dünya miras alanı'yla tüm dünyada 'yükselen değer' olacaktı. UNESCO'nun 'dünya miras alanları adayları' listesine girmeyi başaran Antalya Perge, Aydın Afrodisyas, Burdur Sagalaslos, Konya Çatalhöyük ve Likya kıyılarının güzelliği yıllandıkça yıllanacak, enfes bir şarap damlası gibi ağzımıza damlayacaktı. Günay, "Anadolu güzellik kaynağı" diyordu ve Ahmet Arif'ten okuduğu mısralarla kültür alanında ne kadar da iddialı olduğunu gösteriyordu: "Ne İskender takmışım ne Sultan Murat/ Ne saltanatlar görmüşüm/ Hav va Anam dünkü çocuk sayılır/ Anadolu'yum ben, biliyor musun."

Ve gelmiştik AKP, CHP meselesine. "Sosyal demokrasiye inandığım için AKP'deyim" diyen Günay, AKP'de böylesi bir anlayışın daha da güçlenmesi için var gücüyle siyasette bayrak sallandırıyor. Günay, önce tarih sayfalarını karıştırıyor; halkla kaynaşmış, kültürle yoğrulmuş tüm siyasi hareketlerin güçlü olduğunu söylüyor. Hepsinin eğrisi-doğrusu olsa da bu ülkede bir 'Ecevit hareketi'nin, bir 'Özal hareketi'nin başarısı öne çıkıyor. Şimdi de AKP. Günay'a göre AKP 'dayanışma kültürü' ve 'ekonomik kalkınma'da hamleler patlatırsa Türk siyasetinde çok daha ileri gidecek. CHP ise halen 'gerçek muhalefet unsuru olabilecek tartışma konuları aramakla meşgul'. Günay'ın AKP'nin 'sosyal demokrat' olduğunu düşünüp, Türkiye'de kültür bilincinin yükselmesi için ortaya koyduğu hedefleri elbette destekliyorum. Ama ben AKP'de 'sosyal demokrat' tavır ya da bilinç göremediğimde yazarım. Öyle ki Günay, AKP'li vekillerin-bakanların çok meşgul olduğu için sinemaya, tiyatroya gidemediğini düşünüyor. Bense sinemeya ve tiyatroya pek de ilgili olmadıklarını görüyorum. Günay, "Vakit bulsalar okuyacaklar" diyor, oysa ben içlerinde okumak için 'vakit yaratanlar'ın da olduğunu biliyorum. Günay, "Tabii, operaya da gelirler" diyor, ama ben bugüne kadar hiçbirini operada görmemenin sıkıntısını yaşıyorum. Belki de "Çok heterojen bu parti" diyorum AKP için, Günay ekliyor..."Tabii içimizde, ekstremistler var. Her gruptan, her kafadan. Olmaz olur mu, her hareketin farklı kolları olabilir...."

Farkılıkları konuşmak ne güzel değil mi arkadaşlar !

19 Haziran 2009 Cuma

Yemekte diplomasi !


Bu fotoğrafı buraya koymasam, ayıp edecektim. Hepsi bloguma bayılıyor ve blogumda yer almak için can atıyor. Canlarım benim. Benim deli-dolu diplomasi muhabiri arkadaşlarım! O kadar yoğun çalışma temposunun içinde Alman Büyükelçiliği'nin geleneksel yaz öğle yemeği etkinliğine katıldık da buluştuk Allah'tan. Yoksaaaa, benim en süper arkadaşım, özelliği DNA'sında gizli olan arkadaşım, TRT Siboş'dan köşe bucak kaçırmaya çalışsam da, hep ona kaptırdığım arkadaşım Göksel'e yemek programı yapmaktan ve bir türlü buluşamamaktan bay gelecekti. Yemek programı konusunda en büyük umudum Zeynep Gürcanlı. Dobra dobra hallerinden, herkesin biraz da ilk başta konuşmaya çekindiği ama konuşunca da bayıldığı Zeyno arkadaşım, yakında bize bir program yapcak ki, dillere destan. En büyük destekçisi de ben olacağım. Fotoğrafta bir de Patrick var. Alman Basın Ateşesi. Almanya Büyükelçiliği de facebook'ta sayfa açmış. Biliyorum onda da var bu fotoğraf karesinden. Umarım, ondan önce davranıp, fotoğrafı bloguma yerleştirmiş olurum. Bu fotoğraftakiler; sizi çok seviyorum. Siboş kıskansın diye söylüyorum; en çok da Göksel'i seviyorum...Hıh!

16 Haziran 2009 Salı

Ya içindesindir İran'ın, ya da büsbütün dışında


Ben, "İran'ın iç meselesidir" deyip, geçemedim ve cumartesi günü yapılan seçimlerin ardından İran'da yaşanan karmaşaya kafa yordum. Seçimleri izleyen yabancı bir gazeteci arkadaşım bu arada imdadıma yetişti. Dünyayla telefon bağlantısının zar-zor kurulduğu Tahran'dan, bir yolunu bulup beni aradı:

"Tahran sokakları, cumartesi günü seçim sonuçlarına hile karıştırıldığı gerekçesiyle muhalefetin düzenlediği gösterilerin ardından bugün biraz sakin. Sokaklarda ateş yakan protestocularla, polis arasında zaman zaman gerginlik çıkıyor. İran'da reform yanlısı bir grup, bazı üyelerinin sabaha karşı gözaltına alındığını duyurdu. Gerginlik çok da biteceğe benzemiyor. Bir ülkede seçimlere şaibe karışması, ne kadar da ayıp değil mi günümüzde..."

Haberler hızla akıyor: "Seçim sonuçlarının açıklanmasından sonra seçimlere hile karıştırıldığını söyleyen eski başbakan, reformist Mir Hüseyin Musavi'nin ekibi, sokaklarda gerginliğin artmasının ardından göstericilere sakin olmaları çağrısında bulundu..."

Katılım oranının yüzde 80'i bulduğu İran cumhurbaşkanlığı seçimlerinden yüzde 63'lük destek alarak galip çıkan Mahmud Ahmedinejad, seçime hile karıştırıldığı iddialarını reddediyor. Peki Ahmedinejad, bundan sonra ne yapacak? Hepimizi ilgilendiriyor mu? Yoksa, onun bundan sonra izleyeceği politikalar "İran'ın iç meselesi" mi? İran'da seçimlere karışan şaibe, kimseyi ilgilendirmez mi? Hepimiz, kendi işimize mi bakmalıyız?

Bu soruları soruyorum. Çünkü Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, açık açık "İran'daki seçim tartışmaları iç meseledir, bizi ilgilendirmez. Netice, hayırlı olsun" yorumunu yaptı. Hani Türkiye, dünyayla bağlantı kurmakta zorlanan İran'ın, en başta Amerika olmak üzere diğer ülkelerle diyalog kurmasında köprü olacaktı. Hani Türkiye, çevresinde demokrasi kültürünün yerleşmesi için çalışacaktı. Böylesi hedefler, "İç mesele-dış mesele" ayrımıyla mı gerçekleştirilecekti yani? Yani, İran'la ilgili değerlendirme yapmak, Türkiye için yanlış mı?

Davutoğlu'nun İran yorumunu, yabancı gazeteci arkadaşıma hiç yorumsuz aktardım. Zaten, yoruma da ihtiyacı yoktu. Halen, Türk Dışişleri Bakanlığı'ndan İran'daki seçimlerle ilgili yazılı bir açıklama da yok. Tamam, yorum yapmıyorum ama soruyorum: "Aktif dış politika mı, bekle gör mü?"

Ayrıca bu televizyonlar niye sürekli 'İran yayını' yapıp duruyor ki? Ne gerek var bu haberlere!!!:

* Musavi, seçimi tam bir "maskaralık" olarak nitelerken, Ahmedinejad seçimin "tamamen özgür" olduğunu savunuyor.

*İran'ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney, seçim sonucunu Ahmedinejad açısından olağanüstü bir başarı olarak gördüğünü açıkladı. Hamaney, Ahmedinejad'a verilen 24 milyon oyun önemli bir sevinç kaynağı olduğunu da söyledi.

* Seçimde Ahmedinejad'la yarışan eski Başbakan Mir Hüseyin Musavi, Muhsin Rezai ve Mehdi Kerrubi ise seçimin yinelenmesi çağrısında bulunuyor.İran'da seçim kampanyası da adayların birbirini yalancılık ve yolsuzlukla suçlaması nedeniyle gerilimli geçmişti.

12 Haziran 2009 Cuma

Tanrılar çıldırmış olmalı


Kimisi için hep var, kimisi için hiç yok. Belki de en şanslı olanlar onlar. Öyle veya böyle Tanrı kavramını kafalarında çözmüşler, kaldırıp atmışlar hayatlarının bir yerine. Ama kimileri var ki; bir gün Tanrı'ya yakın, bir gün uzak. Bir gün aranıyor Tanrı dünyanın her yerinde, bir gün boşveriliyor. Hep gidip-gelmeler yaşanıyor var'la yok arasında. Ah o gidip-gelme'ler yok mu aah. Bugünlerde etrafımı sardı bu gidip-gelenler.

Birisi kalkmış taa Atlanta'dan gelmiş. Hem de din bilimi okuyor. "Tanrı var mı, yok mu emin olamıyorum. Bu soruyu sordukça da yaşadığımı hissediyorum" diyor. Aftaaaaap sen Hindistan'da doğmuş, dinlerle haşır neşir olmuş bir Hindu'sun, kafan bu kadar mı karışık. Çoook karışık çook..Ama diyorum ki ona, "İyi de, biz nasıl biraraya geldik. Nasıl bu masa etrafında toplandık. Bence bu Tanrı'dan başkasının işi olamaz"...Nasıl olsun ki.

Hindistan'ın Ankara Büyükelçisi Raminder'in güzelim evinin bahçesinde yediğimiz nefis Hint yemekleri sonrasında, kendimizi birden daha güzel bir bahçede rakının, davulun, çiğ köftenin, türkülerin, halayın ve de havai fişeklerin eşlik ettiği bir mekanda bulduk. Benim Hindu annem, babam, erkek kardeşlerim, yaşam koç'um, Gül'üm hepimiz aynı mekanda, aynı masanın etrafında Tanrı'yı konuşmaya başladık. Herkesin kafasında, yüreğinde yaşayan ya da yaşamayan Tanrı imajları çıktı şişeden bir bir. Hepsi de birbirinden çılgın. Kimi rakı içmek istiyor doyasıya, kimi şükredip Hilal'e "Sen iyi ki varsın da, bizi bu cennet mekana getirdin" diyor. Hilal diyor ki, "Tanrılar çılgınsa, biz daha çılgınız. Bu gece bitmeyecek, unutulmayacak.." Tanrıların sarhoşluktan nasıl halaylar çektiğini, davulcuyla tempo tuttuğunu, türkü söylediğini, efkarlanıp iç geçirdiğini söze dökemem. "Nasıl olur yaaa" diye tutturursanız, size "İçinizdeki Tanrı'yı çıkarın, onunla yüzleşin" derim.

"Aftaaap, nerde Tanrıı...." diye soracak oldum, işaret parmağının yukarıyı gösterdiğini gördüm birden. Ama benim elim kalbimin üstündeydi. Yaşam koç'um, güzel Hindu annemizin yanağına dokunuyordu. Hindu annemizin elleri, sevgili Raminder'in dizlerindeydi. Tanrılar hop oturup, hop kalkıyorlardı. Sahi, bizi biraraya kim getirmişti. Benim yaşam koç'um mu, çılgın Tanrılar mı. Zaten yaşam koç'um da çılgın değil miydi. Geldiysek, geldik,,,,Şerefe...O kadar !

10 Haziran 2009 Çarşamba

Mültecilerin sesine kulak verin


"2004 başında Edirne'deki 84 Iraklı Türk yetkililerce iki otobüse bindiriliyor. Otobüsteki Iraklılar ikişerli halde kelepçeleniyor. 34 saat süren yolculuk boyunca kimsenin tuvalete gitmesine izin verilmiyor. Bu sürede, Iraklılara sadece üç defa ekmek ve su veriliyor. Gardiyan ve şoförlerin yemek yemesi için otobanda duran otobüsten, Iraklılar dışarı adım atamıyor. Son durak Türkiye-Kuzey Irak sınırıydı. Burada otobüsten indirilip, Kürt yöneticilere teslim edilen Iraklılar'ı yine işkence ve kötü muamele bekliyordu."

Bu küçücük mülteci hikayesi, merkezi New York olan İnsan Hakları Gözlem Örgütü'nün "AB, Türkiye-Yunanistan Girişindeki Iraklı ve Diğer Sığınmacı ve Göçmenler / Döner Kapıda Sıkışıp Kalanlar" başlıklı raporundaki onlarca mülteci öyküsünden sadece biri. Örgüt, Kasım 2008'te yayımlanan 123 sayfalık rapor için Mayıs-Haziran 2008'te Yunanistan ve Türkiye'de araştırmalar yürütmüştü. Savaşlar, kötü yaşam koşulları yüzünden evlerini terketmek zorunda kalan binlerce insan, bir de sığınmak zorunda kaldıkları ülkelerde işkencenin mağduru oluyorlardı. Mültecilerin yaşadıkları sorunları daha iyi anlamanız için raporu şiddetle tavsiye ederim.

İşin bir de iyi yanı, madalyonun gülen yüzü var. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) dünyada sayıları 35 milyona ulaşmış mültecilere daha iyi yaşam koşulları sunabilmek için tüm gücüyle çalışıyor. Türkiye'de de 184 bin mülteci olduğunu söyledi, UNHCR Türkiye Sorumlusu Metin Çorabatır. Metin Ağabeyimizin bu konuda ne kadar uzman olduğunu bilmeyen yoktur. Bilmiyorsanız siz de öğrenin. Bir de, UNHCR için 'gönüllü elçi' olarak çalışan, yüreğini ve umudunu mültecilerle paylaşan güzel insanlar var. Angelina Jolie'nin Birleşmiş Milletler'e gönül vererek güzelliğini doyumsuzlaştırdığının tüm dünya farkında. Peki, ünlü Türk ses sanatçısı Muazzez Ersoy'un da mülteciler için 'gönüllü elçi' olarak çalıştığını biliyor muydunuz? Hem de 2005'ten beri. Mesaisinin ciddi bir bölümünü BM kampanyalarına, programlarına ayıran Ersoy, 20 Haziran Dünya Mülteciler Günü için TRT'de nefis bir konserle karşınızda olacak. Konser çekimi için stüdyoya gittiğimizde, onun o güzel sesini ve umut dolu sözlerini dinlediğimizde yaşadığımızın farkına vardık. Mültecilerin umuduna ortak olmak istiyorsanız, haydi siz de, onların sesine kulak verin.

6 Haziran 2009 Cumartesi

Genç diplomatlar mutlu


Dedikoduları, kulisleri, komplo teorileri hatta entrikalarıyla meşhur Dışişleri Bakanlığı koridorundayım arkadaşlar. Göz görüyor, kulak duyuyor, parmaklar yazıyor misali. Oysa ki buradaki masaların çoğunda "3 maymun", türlü türlü halleriyle cirit atıyor. "Görmedim, duymadım, bilmiyorum" diyor hepsi aptal aptal. Hişşş, ne iş bu 3 maymun heykelcikleri....Tabii canım, eskidendi bunlar. Şimdi gören, duyan, bilen, konuşan diplomat değerli. Kendi alanlarında başarılı, entrikaya ihtiyaç duymayan, çağın gereklerine göre yetişmiş, düzgün çocuklar, kızlar...

Herkes sessiz sessiz çalışıyor. Bunlar yarın bir sınava girseler, kesin 100 puan alırlar. Bu çalışma azminden bana da lazım ama nerdeee...Ben 3 cips, iki kola alıp ders dökümanlarının yanına ilişir, bir süre sonra da bırakıp bu dökümanları en sevdiğim romanları okumaya başlardım. "Umberto Eco dururken, kim takar iletişim tarihini" diye karşı çıkar ders çalışma moduna, sabaha kadar Eco okurdum. Zihnim daha bir açılır, sınavlardan da geçerdim. Bana 'inek' diyenlere de kıs kıs gülerdim.

Ama baksana şu parlak diplomatlara, bunlar öyle mi. Valla ilgilendikleri konunun en ince ayrıntısına kadar herşeyi biliyorlar. O yüzden onlara geleceğimizi emanet etmiyor muyuz. Onlar çalışacak, ben yazacağım. Yaşasın...! Bugünlerde de pek bir mutlu olduklarını da öğreniyorum. Mutluluk kaynakları da iletişime çok açık, sıcak bir bakana sahip olmaları. Yeni Bakan Ahmet Davutoğlu, yemek saatinde sevgili diplomatlarımız gibi gidiyormuş kafeteryaya onların arasına karışıp soruyormuş "Nedir idealin, ne çalışmak istiyorsun, nereye gitmeyi düşünüyorsun..?" "Aaaa,,,ben de New York'a gitmek istiyorum" diyordum ki, New York'a müsteşar Ertuğrul Apakan gidiyormuş. Müsteşarlık görevi bitince haydi hoop New York'a. "Şanslı adam, umarım New York'taki diplomatlarımızı deliler gibi çalıştırıp, canlarından bezdirmez..!" "No'luyoruz, yapmaz o öyle", diyorum ama....Müsteşar hakkında böyle yorumlar var ne yapayım. Kulaklarım duydu...Peki, yeni müsteşar? Ben Feridun Sinirlioğlu diyorum, o kadar. Kendisine rakip tanımadığım için koridorda adı geçenleri yazmıyorum.

"Sen çok kaldın koridorda, gel otur da çayını iç" diye kolumdan tutan güzel diplomat arkadaşımla öyle bir Dışişleri çayı içiyorum ki, mis gibi..."Valla siz çok mutlusunuz bugünlerde, nedir bu Davutoğlu'ndaki sihir" diyorum...Tek yanıt geliyor odadan: Adam çok içten, çok sıcak...

5 Haziran 2009 Cuma

Deli Obama!


Obama 'delinin teki' miki bir kuyuya taş attı, bin deli olarak biz de o taşı kuyudan çıkarmaya çalışıyoruz. Sen kalk git Kahire'den islam dünyasına seslen, tüm dünyaya Kuran'dan, Tevrat'tan, İncil'den alınmış sureler üzerinden mesajlar ver, insanlarda bir matrix etkisi yarat, "Var mıdır başka rakibim, heyhattt" havalarıyla insanların önünde saygıyla eğil. Yok herşeyi kurgulamışmış, samimiyetsizmiş, ne konuştuğunu bilmiyormuş, dinlere takmışmış kafayı, söylediklerini ne kadar uygulayacakmış, uçuyormuş, tutuyormuş...Bitmez bu mış-muş'lar, bitmez.

Bir kere Obama, ABD'nin 44. başkanının nasıl da cesaretle elini tüm taşların altına koymaya kararlı olduğunu göstermeye çalıştı. Yola çıkarken, insana gerekli olanın cesaret ve kararlılık olduğunu her modern insan bilir. Cesareti ve kararlığı varsa bir liderin, halka kendini dinletebilir. Amerika gibi on yıllardır Müslüman dünyasında 'öcü' görülmüş bir ülkenin liderinin kendisini bu dünyaya dinletmesi Obama'nın çıktığı yolda başarıyı yakaladığını da hepimize gösterdi. Obama'nın konuşmasını Ortadoğu'da 30 televizyon canlı yayımladı. Konuşma, Hizbullah'ın Manar ve İran'ın Alem kanallarında Arapça çeviriyle verildi. Obama, Mısır Kahire Üniversitesi'nde konuşurken, konuşması "Seni seviyoruz" bağrışlarıyla kesildi. Daha, neler söylediğine geçmiyorum. Obama'nın cesaretinin ve kararlığının, Müslüman dünyasında estirdiği rüzgarın etkisini anlamaya çalışıyorum.

"İnsanların inanışlarına ne kadar saygı duyarsak, o insanların gönlünü o kadar kazanır, o insanlara mesajlarımızı o kadar açık verebiliriz" der annem hep. "Benim dinime saygı duy ki, ben de seni adam sayayım" felsefesine gönülden inanan Obama, beni anne kucağının samimiyetine götürdüyse kimbilir daha hangi inananları, inanmayanları samimiyet denizinde yüzdürmüştü. Aldı işte Kuran'dan Hücurat suresinin 13. ayetini ve üstüne basa basa söyledi Obama: Ey insanlar! Sizi milletler ve kabileler kıldık ki, birbirinizi tanıyasınız. Allah'ın indinde en çok kerim olanınız en çok takva sahibi olanınızdır. Allah, en iyi bilen ve haberdar olandır.

Obama deli değil diyorum. Diyorum ki, "Tanrı, Obama'yı korusun"

4 Haziran 2009 Perşembe

Sen ne güzel konuşuyorsun...


Beklenen konuşmasını yaptı. "Tanrının selamı üzerinize olsun" deyip, el salladı. Başkan Obama'nın bir saati aşan konuşmasının üstüne yorum üstüne yorumlar yapılıyor şimdi. "İslam dünyası"na Kahire'den seslenen bu adamın aslında tüm dünyaya seslendiğini söyleyenlere doğrudan katılıyorum: Sen ne güzel konuşuyorsun, Başkan Obama.

Amerika'nın Ankara Büyükelçiliği, Obama'nın konuşmasını bize kısa telefon mesajlarıyla ulaştırıp, güzel bir iş yaptıysa da, benim Obama'yı sakin sakin dinlememi de engelledi. "Üff ya, bırakın da dinleyeyim" diye kızdım bile. Ama haklılar, bu konuşmayı herkes ama herkes dinlemeli. Okumalı, yazmalı, çizmeli. Yorumlarımı yazmadan önce konuşmanın satırbaşlarını sizinle paylaşmak daha doğru olacak:

* Dünyadaki insanlar barış içinde yaşayabilir. Tanrının bunu istediğini biliyoruz ve şimdi biz yeryüzünde üzerimize düşeni yapmalıyız.
* Din özgürlüğü insanların birlikte yaşama yeteneklerinin esasıdır. Biz her zaman onu koruyabileceğimiz yollar aramalıyız.
* Hiçbir devlet sistemi hiçbir ülkeye başkaları tarafından empoze edilmemelidir.
* Amerika, Filistinlilerin yasal isteği olan onur, olanak ve kendi devletlerine sahip olma hakkına sırt çevirmeyecektir.
* Bütün dinlere inanan insanların reddettiği bir şeyi biz de reddediyoruz: Masum erkek, kadın ve çocukların öldürülmesi.
* Dünya genelinde insanların karşılaştıkları güçlüklerin ortak olduğu ve bu güçlükleri yenmekte başarısız olmanın hepimize zarar vereceği bilinciyle hareket etmeliyiz.
* İslam her zaman Amerikan tarihinin bir parçası olmuştur. Müslüman Amerikalılar, kuruluşumuzdan beri ülkemizi zenginleştirmiştir.
* İslam'ın gurur duyulacak bir hoşgörü geleneği vardır. Ben buna çocukluğumda, dindar Hıristiyanların büyük çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede serbestçe ibadet ettikleri Endonezya'da şahsen şahit oldum.
* Ben buraya Amerika Birleşik Devletleri ile İslam dünyası arasında karşılıklı çıkar ve saygıya dayanan yeni bir başlangıç aramaya geldim.

Benim DUCATI'm senin arabanı yer!


Arabalarla aram oldum olası limonidir. Hep çok çekici gelirler bana ama sanki en lüksü de olsa yavandırlar. Çekicilikleri, vitrin güzelleri gibi anında uçup gider. Ya motosikletler...Asil ve çılgın kadınlar, güçlü ve doğru erkekler gibidirler onlar. İnsana 'alıp başını gitmeleri', 'rüzgara karışmaları', 'özgürlükle-bağlanmak arasındaki ince çizgilerde gezinmeleri', 'koparınca tam koparmaları', 'sarılınca tam sarılmaları'....ve daha nice özel duyguları anımsatırlar.

İşte bu yüzden olacak ki, İtalya Büyükelçiliği'nin yeşilliklerle sarmalanmış bahçesinde sağlı sollu uzanan motosikletlerle, arabaları görünce gönlümü hemen motosikletlere kaptırdım. Sağda herkesin üzerinde fotoğraf çektirmek için yarıştığı Ferrari, benim için ne kadar da anlamsız göründü. Gözüm hemen dünyanın önde gelen motosikletleri arasında olan Ducati'lere kaydı. Ducati'lerle ilgilenen siyah takım elbiseli adam da anlamış olacakti ki benim ruh halimi "Sizin Ferrari'yle fotoğrafınızı çekelim" diye ikilemedi.

Diplomasiden sıkıldığım bir anda Ducati'yle ilgilenmek hiç de fena olmadı. Bundan böyle motosiklet yarışlarını daha bir bilinçli izleyeceğim kesin. Siyah takım elbiseli adam, tasarım ve yüksek performans bakımından Ferrari ile birlikte dünyanın en bilinen ve arzulanan makinelerinin başında Ducati motorlu taşıtlarının geldiğini söyledi. 1926'da kurulan Ducati, yarış pistlerinde geliştirdiği teknolojilerle eşsiz motor özelliklerine, yenilikçi tasarımlara, ileri mühendislik ve teknik mükemmeliyete sahip motosikletler üretiyor. Ducati, 18 yıldır yapılan Superbike'da 15marka ve 13 sürücü şampiyonluğu ile tüm diğer markaların toplam kazandığı birincilikten daha fazla birincilik kazanarak ulaşılması zor rekorlara imza atmış. 2008'deki dünya Superbike şampiyonu yine Ducati olmuş.

İtalyanlar da, Ankara'da diplomasiden sıkılmış olacaklar ki böyle araba ve motosikletleri dayadılar bahçeye tatil hazırlıkları yapıyorlar. Kaş-Kalkan hayranı büyükelçi Carlo Marsili de "Evet, tatile hazırız. Sen de Ducati'yle deneme sürüşlerine hazır ol" dedi bana. Hazırım, çoktan hazır...

2 Haziran 2009 Salı

Amerika ve güçlü kadınlar


Barack Obama başkanlığındaki yeni Amerikan yönetiminin dünyaya farklı gözlerle bakacağını, bizi anlamak için daha fazla çaba harcayacağını hepimiz duymuştuk. 7 Mart'ta Ankara'da, global sorunlara Türkiye'yle ortak çözüm arayacağını söyleyen ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, bu sorunlardan en öncelikli olanın 'kadın' olduğunu dile getirmişti. Dünyada kadın-erkek eşitliğinin takipçiliğini, kadın haklarının koruyuculuğunu yapacak Clinton, sadece kadın sorunlarıyla ilgilenecek bir büyükelçiyi Dışişleri Bakanlığı'nda görevlendirdi. Adı; Melanne Verveer. Özellikle Ortadoğu'da kadınların sorunlarının bir haritasını çıkarmak, sorunlara pratik çözüm üretmek ve kadınlar arasında gerçek bir bilgi ağı kurmak isteyen bu tatlı büyükelçi hanımefendinin yolu, tabii ki Türkiye'ye de düştü.

Konu hem Türkiye hem de kadın olunca durum çok karışık. Türkiye gibi dinamikleri sürekli değişen, üzerine milyonlarca spekülasyon yapılan bir ülkede kadınların gerçek sorunlarını bulmak ayrı bir dert, bulunca da bu sorunlara pratik çözüm üretmek ayrı bir dert. Bir grup kadın ve kadim gazeteci arkadaşımla kendisiyle akşam yemeğinde buluşup, eteğimizdeki taşlarımızı 2.5 saat boyunca dökmeye çalıştıysak da, Sevgili Melanne'in kafasını daha da karıştırdık belki. Ama ne yapabiliriz ki! Bu ülkede okumuş kadın olmuşsun ayrı dert, cahil kalmışsın rezalet, evlenmişsin mutsuzsun, bekarsın incinmişsin. Neyse ki Sevgili Melanne, kadın konusunda Türkiye'nin iki devi saydığım ODTÜ'den değerli hocalarım Prof. Feride Acar ve Prof. Ayşe Ayata'yla da biraraya gelecek. Onlar, bizim ne kadar acil çözümlere ihtiyacımız olduğunu, para ve eğitimin herşeyi çözemediğini Melanne'e anlatırken, Melanne'in de Türkiye'de bir kontak listesi kurması süper olacak. Yaşasın, Amerika kadınlarımızın mutluluğu için bundan böyle daha çok çalışacak. Şimdi Melanne gidecek bir de Diyarbakır'a ki, diyaloga ve toleransa, sevgiye ve duyarlığa ne kadar ihtiyacımız olduğunu çok iyi anlayacak.

Tam yeri gelmişken, yazmadan edemeyeceğim. Kadın konusundaki araştırmalara ışık tutan sevgili arkadaşım Aygen Aytaç'ın, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) için geçen yıl yazdığı 'Ulusal Gençlik Raporu'nda, genç kızlarımızla ilgili çok önemli tespitler var. Büyükelçi Melanne de, bu raporu okuyacaktır eminim:
"Türkiye'de 15-24 yaş arasındaki toplam 15 milyon gencin 5 milyonu atıl durumda. Bu gençlerin ne işleri var ne de okula gidiyorlar. Bunların 1 milyonu aktif olarak iş arıyor. 300 bini iş arama ümidini yitirmiş. Sekiz yıllık ilköğretim zorunlu olduğu halde Türkiye'de ilköğretim mezunlarının oranı halen yüzde yüz değil, yüzde 89. Bu oran, ortaöğrenimde yüzde 56'ya düşüyor. Üniversiteye gidenlerin oranı yüzde 18'de kalıyor. Okuldan maddi olanaksızlıklar yüzünden ayrılan erkeklerin sayısı, aynı sebeple ayrıldığını söyleyen kızların sayısının 2 katı. Aile baskısı yüzünden okuldan ayrıldıklarını söyleyen kızların sayısı erkeklerin 9 katı. Toplumdaki cinsiyet anlayışı; genç erkekleri iş hayatına iterken, genç kadınları eve kapatıyor."

Not: I'm looking forward to see Michel Obama : ))

Öne Çıkan Yayın

Aradığınız sakinliğin adresini veriyorum : Göynük

Kaçıp, gitme dürtüsünün içimizi günde milyon kez yokladığı, dahası içimizi zonklattığı dönemler bunlar. Hep bir mayhoşluk, hep bir serse...