13 Mayıs 2018 Pazar

Yalnızsın



Bunu herkesin hissettiğine eminim artık. Herkes kendini bazen çok yalnız hissediyor. Hatta bırakılmış, unutulmuş. Sonra herkes yine de yolun bir yerinden yürüme derdinde. Her ne olursa olsun ilerleme peşinde. Bu yalnızlık duygusuyla başa çıkmak için türlü türlü oyunlar geliştiriyor içinde. Neye sarsam, neye sarsam? Benim müthiş bir kariyerim var. Ben mühim bir insanım. Ben oldum hatta. Durmam yanlış, kim unutmuşsa beni allah onun cezasını verdim. Ben kararlıyım, ilerleyeceğim. Okuyorum ben. Kitaplarım var. Hatta nefis dergiler alıyorum parama kıyıp. Parama kıyıp, gözüme takılan ilginç insanlara doğru da ilerlemişliğim var. Bazen hiç oyun yok. Evet, bu yalnızlık yaşanacak. Çok güzel yaprakların kıpır kıpır hallerini seyretmek. Bulutlar kayıyor. Uzaktan derin derin köpek sesleri geliyor. İşine gücüne dalıyorsun, zaman kayıyor. Neye kızdığını, kime kırıldığını hatırlamıyorsun. Bir saat çalışıyor içinde. Sabah uyanma telaşı, yürüyüp de ruhu arındırma heyecanı. Belki bir rüyadan uyanırsın. Durup durup düşünürsün hatırlarsan. Hatırlarsan şanslısın. Geçmişten gelen tanıdık bir sese anlamlı anlamlı kulak kabartırsın. Evet neydi. Yalnızlık da neydi? Bir zaman akışıysa ömür tüketmek, bir kuş havalanışında unutursun gidersin yalnızlığını.

Ama bazen büyük oynayanları görüyorsun. Elleri, kolları sağlam diyorsun. Sen demi öyle olsan. Yalnızlık da neymiş diye burun kıvırsan. Yapamazsın ki. Elleri sağlam, ruhları yıkık gibi görüyorsun. Yıkık mı gerçekten, yıkık. Sağlam yıkık. Oysa, bazen bazen, çok bazen yalnızlık depremleri yaşamış ruhlar, bedenler o kadar yıkık değil. Niye ölçelim ki, ne gerek var. Ama şöyle, bazen yalnız olanlarla, yalnızlığa karşı zafer kazanmış kibriyle gezenleri bir ayıralım. Şu yüzden ayıralım. Bu kibir kötü bir şey. Bana ne olacak ki çıkmazı, çok çıkmaz. Hiç tutar yeri yok. Kaç burdan kaç. Git, yalnızlığını yaşa. Git, üzül. Git, kendinle başbaşa kal. Akıl vermenin ne denli komik olduğunu insan bu noktada anlıyor. Burası çok ilginç. Kendi kendine akıl vermek. Nerden buldun da veriyorsun diye soruyor akıl. Buldun madem, niye veresin kendine. İçine yerleş. Bu akıl verme işi bitmiyor. Dile de yerleşmiş, ruha da. Kıssadan hisse: Neyse o. Ne yaşadıysan o.

Şimdi en ince ayrıntısına kadar, en tazesinden bir yalnızlık anı. Sabahın en taze saatleri, bir nefes sesi var kulaklarda. Kim bu? Nefesinle böyle yakın olmak, kendine doğru yürümek kadar gizemli aslında. Yürüyor musun, yürüyorsun. Ayak uçlarında. Uyandırma nefesini. Bu kadar sessiz nasıl gelebildi bu serinlik buraya. Her yerini açmış güneş, ışıktan herkese pay vermiş. Sen nerdesin? Yoksun ki sen. Kim duysun senin ayak sesini. Rüyanda büyümüştü belki ellerin, ayakların. Kocaman insan olmuştun. Ama bak yine küçüldün işte. Gökyüzü açılırken, bir yaprak yeşili kendini güneşe bırakırken, bir kuş sesi tüm dünyayı kaplarken senin sesin çıkmıyor. Senin senin ne zaman çıkacak biliyor musun? Biliyorsun. Nefesim nerde diye soracaksın hatta. Bir adım ilerde, sen de yaprak yeşiline daldığında, gölgenin uzayıp gitmesine aldırmadığında, bir kuş muydu, iki kuş mu diye saymadığında. Kuş olduğunda. Kuş olduğunda…


20 Mart 2018 Salı

Bambaşka bir Ankara mümkün


Ankara’da görmeyen kalmadı, kaldıysa da bir süre ağır mutsuzluk yaşayacak. Tabii, derin derin bakabiliyorsa gökyüzüne, kuşların sesinden, okul bahçelerindeki çocuk cıvıltısından rahatsız olmuyorsa. Hayatın sesine, rengine kulağını ya da gözünü değil de kalbini kabartabiliyorsa. Görmediysen mutsuz ol, mutsuzluğunu yaşa ama bir süre sonra mutluluk trenine yeniden bineceksin kentim insanı. İstasyonu şimdiden söylüyorum sana: Bilkent Sanat Sokağı. Haydi sana bir iyilik yapıp, tarih de vereyim: 25 Mart, Büyük Müzayede. Saat:16.00

Görenler gördü, hepsi de çok şaşırdı. 4. Ankara Çağdaş Sanat Fuarı’na gelenler Ankara’yı bir Londra, bir Roma sandı. “Paris’te miyiz, Viyana’da mıyız” diye soranlar oldu. Genelde garip polisiye gelişmelerin yaşandığı Ankara’da sanat bir adım öne geçti. Sen duydun mu hiç kentim insanı, Ankara insanı. Sessiz müzayede düzenlendi. Sanatseverler geldi RC Galeri’nin açtığı standa, duvarlardaki tablolara kendince fiyat biçti. O tablolar, kendisini en çok beğenenlerin oldu. Küratör Rahmi Çöğendez, “Bizi izlemeye devam edin” havasında dolaştı, sanat adına adım atmaktan vazgeçmeyeceğini gösterdi herkese. Kime anlatsam, kiminle konuşsam derinliğinden, hoşluğundan etkilenen bütün güzel insanlar, ressam Şükran İstanbullu’nun insana insanlığını hatırlatan tablolarıyla buluştu. İstanbullu “Ankara’nın sanata bu güzel ve derin ilgisi sanatçıya can veriyor, gözlerim mutluluktan coşuyor” dedikçe, tabloların arasında gezinen anlamlı kalabalığın sayısı arttı. Heykeller uzandı gökyüzüne, Nazım Hikmet portresi çizen ressamı Ankara insanı saatlerce izledi. 

New York’ta yirmi yıl yaşadıktan sonra İstanbul’a gelen, sonrasında İstanbul’un abidik gubidik hallerinden sıkılan ve kendini Alaçatı’ya atan dünyaca ünlü ressam Ertuğrul Ateş, Ankaralının sanata ilgisini seyrettikçe “İşte bu ilgi, sanatın ta kendisi” dedi. Ben onun kocaman, dünyaya meydan okuyan tabloları arasında gezinirken kendimi gururla gülümserken yakaladım. Ateş beyefendi koluma dokundu, bana popüler kültürün yarattığı sanat dayatmalarına nasıl karşı durduğunu anlattı. Sanatta da çarpışma vardı benim hisli okurum. Çarpışmaların en narini, en incesi. Kendimi alamayıp, tutamayıp her defasında Şehriyar Cem tablolarının karşısına geçtim. Soyut diye nitelediğimiz o tablolarda aslında içimizdeki somut fırtınaları hissettim.
Ankara’nın saçma sapan yapılaşmasına, saçma beton yığınlarına nefis eleştirilerin yöneltildiği, özlenen pastane tatlarına, bozalarına göndermelerin yapıldığı küçük ama büyük bir Ankara sergisi de ilgi odağı oldu 4. Ankara Çağdaş Sanat Fuarı’nda. Dünyanın her yerinden kalkmış, kocaman ressamlar Ankara’ya gelmişti. Kentim insanı da sokağa çıkmıştı. Fuarın her köşesinden sanat dolu sürprizler fışkırıyordu. Yapanın, edenin ellerine sağlık. Demek ki bambaşka bir Ankara mümkün. Yaşasın sanat.

Bir küçük not: Yepyeni bir ressam keşfettim. Karahindibaları üfleyen çocukluğumuzu hatırlatan yumuşacık tabloları sayesinde birçok sanatseverin çocukluğuna yolculuk yaptığını gözlemledim. Mutlu olmak güzeldi, sanat güzeldi. Bambaşka bir Ankara mümkün demiştim ya. Haydi bir de şöyle diyeyim: Ankara’ya sanat da yakışıyor. Çok yakışıyor.

4 Ekim 2017 Çarşamba

Bak da gör, duy da hisset : Şehriyar Cem

Bencilliğin, iticiliğin, bilmezliğin, görmezliğin kol gezdiği dünyamızda bazen başka bir yere ışınlanıyorum. Hayatımızın üstünden geçen imkansızlık kuşlarının birden daha bir özgür olduklarını duyumsuyorum. Her şeye, herkese ters gelecek olsa da, bir adamın konuşmasından çarpıcı notlar alıyorum:

Olmayan, olması imkansız şeyler beni doğrudan ilgilendiriyor. Hayal gücümle, olmayan bir şeyi belgeliyorum. Planlı hareket etmiyorum. Ortaya, zoraki bir şey çıkarmıyorum. Ve kimi gözler; bakan gözler, aradaki farkı görüyor.

Benim his dünyası geniş okurlarıma “Kim bu adam” sorusunun yanıtını vermeden önce, onun beni üzerinde uzun uzun düşünmeye iten ve sonrasında da hayata dair umutlandıran konuşmasından bir iki satır daha paylaşmak istiyorum:

İnsanların kendileriyle barışmalarını sağlayacak formülleri bir an önce bulmalarını bekliyorum. Bulsunlar ki, rahatlasınlar. Egolarıyla var olsunlar ama egoist olmasınlar.

Belki düz, belki klişe gelebilir ama bu sözler raylarda nasıl bir hızla gittiği çok da çözülmeyen hayat treninde bir vagondan diğerine pat diye geçtiğini bir saniye olsun durup da düşünenler için altın değerinde. O yüzden egoist misin, değil misin, neden saçmalıyor, neden yalpalıyorsun bir daha düşün ey sevgili okur. Gel seni egosuyla barışık bir Cem’le tanıştıracağım: Ressam Şehriyar Cem’le…

Her zaman çok güzel resim yaptığını, babadan şanslı olduğunu, heykel okuyup da üç boyutlu düşünmeyi öğrendiğini, kendini yenilemekten hiç vazgeçmediğini açıkça söylüyor Şehriyar Cem. Açıkça söylediği başka şeyler de var: Türkiye’de sanat, resim, müzik eğitimi gereksiz görülüyor. Mesleği ressam olan bir adama at gözlüğüyle bakılıyor. Sanat; meslek olarak görülmüyor. Sanatçı sefil olmalıdır algısı dalga dalga yayılıyor. Dünyada da böyle ama Türkiye’de daha çok. Toplum sanatçıya sadist yaklaşıyor. Sanatçıya acıyorsun ve ona para veriyorsun, egonu tatmin ediyorsun. Oysa ki, sanatçıya büyük bir hayranlık duyuyorsun. Onun bir şeyler yarattığını görüyorsun. Sonra da, ‘ben sanatı destekliyorum’ diyorsun.

Duy bunları sevgili okur. Duy ki; sonra egonla daha rahat yüzleş. Konumuz sanat elbette ama bakın bu egolar bizi nerelere, nerelere götürüyor. Resmin içine doğan, babasını örnek alan ve resimle hayat bulan bir sanatçı, ciddi bir toplum eleştirisi getiriyor. Bir yandan tablolarıyla haşır neşirken, bir yandan toplumun üstüne derin bir büyüteç tutuyor. Şehriyar Cem, toplumun ruhunu öyle iyi okumuş ki; yaptığı soyut resimlerin her birinde canlı bir organizmaya dönüşen hayal gücünün yansıması var. “Soyut sanat anlatılamaz” diyor ama soyutla hayal gücü arasında doğrudan bir bağlantı kuruyor. Hayal gücü soyut mu, soyut. Ama ne kadar da bildiğimiz bir gerçek değil mi sevgili okur. Öyleyse, dön bir daha bak şekillere, seslere, renklere ya da düşlere…

O çok uzaklara gitmeye kararlı ama ben Şehriyar’la bir kez daha karşılaşacağımı hissediyorum. Bu hissim aklıma geldiğinde de baktığım, duyduğum, konuştuğum her şey üstünde bir kez daha durup kafamda yeni kurgular yaratmak istiyorum. İnsan böyle yapınca daha çok içten, daha çok coşkulu olabiliyor. Yeteneğine güvenen de, üretebiliyor. Sanat mı, hayat mı konuşuyoruz ? !  Biraz kafamız karışmış gibi olabilir ama her şeyde biraz hayat, hayatta da çok şey olduğuna göre kafamızın karışmasında bir sakınca yok. Şehriyar’ın hayal gücüyle yüklenmiş tablolarıyla tanışmadıysanız, cesaretiniz varsa tanışın. Tanışın ki; hayatınızı içten içe bir duyumsayın. Güzel oluyor, hem de çok güzel oluyor. Meraklısına Şehriyar’dan sanata ve hayata dair bir iki cümle daha:

Sanatçı zaman ve içinde bulunduğu konum içerisinde kaçınılmaz olarak değişim ve ilerleme göstermeli. Sürekli ayni şeyleri tekrarlamanın ve bildiğini okumanın yaratıcılık sıfatı altında bir anlamı yoktur.
Sonuç olarak sanatçı değişmek zorundadır; fakat bu değişim herkes tarafından yadırganır. Seyirci kendine tezat bir durum içinde sanatçının hem yenilikçi olmasını, hem de zaman içinde değişmeden hep aynı yaklaşımlarda bulunmasını arzular. Kısacası hem sanatçı hem de seyirci kendi güvenli alanının dışına çıkmak istemez. Bu güvenli alan ise sanatın devinimini durdurup onu anlamsızlaştırır.


20 Ağustos 2017 Pazar

Size bir Şükran İstanbullu 'Şans'ı gönderiyorum

Şimdi bir kelebek pırpırına, derin bir leylak kokusuna, sahilde kendiliğinden ilerleyen ayak izlerine çok daha fazla ihtiyacım var. Yaşama tutunmaya çalışıyorum. Bana garip kayıplar yaşatan hayatın kollarına atlamak için zorluyorum kendimi. Her seferinde yeniden doğmak, yeniden ilerlemek ne kadar ağır gelse de, derin bir elvedanın üstüne derin uykulardan uyanmak istiyorum. Gerçeklere tutunuyorum: Ölüm de, bir bulut kadar gerçek. Ölüm de, bir kahve içimi kadar yakın. Ve hayat da, en güzelinden klişenin: Devam ediyor. Öyleyse kelebekler daha hızlı pırlamalı, bulutlar kucaklaşmalı, ağaçlar gülümsemeli…

Sevgili okur, sen nasılsın bilmiyorum ama bu yazıya biraz kendi ruh iklimimden küçük bir alıntıyla giriş yapmak istedim. Seni bunaltmayacağım korkma. En esaslısından, hayat dolu bir kadın ressamla karşındayım. Mutsuzluğun kol gezdiği Ankara’da, sadece kendini mutlu etmekle kalmayıp, hayat enerjisini neredeyse tüm dünyaya göndermeyi başaran bir ressamla tanıştığım için şanslıyım. Evet, kıskanılacak derecede şanslıyım. Ama bunu okuyorsun ya, işte o şans sana da bulaşacak. Ben ne diyorsam, o ! Hem bu güzel ruhlu ressamımızın tablolarında şansın büyük yeri var. Gizemli, gizemli konuşmayı bırakıyorum. Sana bir Şükran İstanbullu şansı gönderiyorum, hisli okurum…
Tablolarda şans, uğur, bereket ete, kemiğe bürünüyor dersem yeridir. Çünkü Şükran İstanbullu, duygularını renklerle buluşturup, kendine has fırça darbeleriyle sanatsevere gönlünün en derin yerinden ikram ediyor. Kolay mı duyguları resme dökmek? Hani bana yazıya dökmemi söyleseler, bir çırpıda yaparım ama resim? İşte onu yapıyor. Peki nasıl? “Çünkü ben gönül fırçamla çalışıyorum” Hey, hey, hey… İstanbullu’nun bu cümlesinin altını çizin bir saat düşünün mesela. Gönülden ne iş yapıyorsunuz şu fani hayatta? Gönülden ne yaptınız da, mutluluğa eriştiniz? Gönülden ne yaptınız da, şans size gülmedi? Düşünün…

Evrenin ruhuna girmeyi başarmış Şükran İstanbullu’nun beni çarpan bir mesajını daha gururla paylaşıyorum burda: Sanat, halka ulaştığında sanat. Hadi gelin birlikte düşünelim bu mesaj üstünde. Ekmek ve özgürlük kaygısından bir türlü kurtulamamış sevgili halkımız, sokaklarda sanatın peşine düşüyor mesala. Bir sinema koltuğunda oturuyor, bir metroya biniyor. Sonra bir sokak sergisinden küçük tablolar alıyor. Neden olmasın? Olsun. Ama nasıl olacak? Hayatla kavga etmekten bir türlü yorulmamış bu ülkede halk için daha çok insanın siyaset değil fedakarlık yapması gerekiyor. Halkı sömürmesi değil, halka güzeli göstermesi gerekiyor. Ülkenin sanatçısı da, tamam tamam kendimi de söylüyorum, gazetecisi de fedakarlık yapacak. Şükran İstanbullu derin derin gözlerimin içine bakıyor şimdi. Beni kucaklıyor. Bunu şimdi yazıyla buluştuğum anda yeniden hissetmek ayrıca bir hoş.
Onunla gurur duydum. Çalışkan, yetenekli, duygusal ve sevgi dolu bir Türk kadın ressam. O güzelim tablolarını Almanya’ya, Washington’a, Kanada’ya gönderiyor. Bunları dinlerken göğsüm kabarıyor. Her tablo gözümde yeryüzünden bir büyük parçaya dönüşüyor. Başarılı kadınlarla konuşmak en büyük keyiflerimden. İstanbullu, duyguların ressamı.  Bunu görmek, hissetmek içimdeki fırtınaları sakinleştiriyor.

Şimdi özetler: Siz hiç Şükran İstanbullu şans’ı yakaladınız mı? Gidin, bir İstanbullu tablosuna derin derin bakın. O tablonun adı boşuna şans ya da bereket ya da kelebek olmadı. Duygulara yolculuk, o tabloda başladı. 

21 Haziran 2017 Çarşamba

Gerçek bir ressam ve doyumsuz tabloları: Derya Yıldız

Onun fırçayı tutuşu, renkleri tuvalle buluşturması bambaşkaydı. Onca ressamın içinde neden önce ona yöneldiğimi şimdi daha iyi kavramanın derin huzurunu yaşıyorum. Yaşayan, samimi bir hikaye vardı yüzünde. Gülümsemesinden geçmiş ve gelecek birlikte fışkırıyor, bugünü kavrayıp sağlamlaştırıyordu. Benim duyarlı, hisli ve ruhlu okurlarım size bir müjdem var: Gerçekten müthiş bir ruh uyumu yakaladığım ve sonrasında ellerinden çay içtiğim gerçek bir ressam ile tanıştım: Karşınızda, Derya Yıldız.



Pırıl pırıl bir kız çocuğu düşleyin şimdi. Sokağa çıkıyor, çamurdan heykeller yapıyor. Tebeşirlerle yollara, duvarlara resim yapıyor. Yalnızca düşlerini değil, gördüklerini ve hatta kokladıklarını ve hatta dokunduklarını resmediyor. İçinde, yaşayan bir ressam var. “Ressam olacağım” diyor ve oluyor. Hani engellerle, hani duvarlarla, hani eşitsizlik ve haksızlıklarla doludur ya hayat, onların bin türlüsünü yaşasa da, içindeki ressam çocuk büyüyor da büyüyor. Nedenini biliyorsunuz artık bunların, hayatı hep birlikte çözdük değil mi sevgili okurlar. Haydi gelin hep birlikte o güzel klişemizi tekrarlayalım: İsteyince oluyor.
Derya Yıldız öyle bir ressam ki, eğitimine bir nebze olsun katkıda bulunmayanlara inat, erken yaşta evlenme zorunda kalmaya inat, kendini kıskanan arkadaşlara, hocalara inat resim yapmaktan asla vazgeçmemiş bir ressam. Bana çay yapıp, hikayesini paylaştığı özel günümüzde şöyle diyor, “Bir ara bırakır gibi oldum resmi ama rüyalarımda gördüm, sonra kalktım yeniden fırçayı elime aldım. Resimsiz nefes alamayacağımı anladım.” Zaten çok yetenekli ve çok hırslı olursan daha çok engel çıkıyor hayatta karşına, çünkü bunları daha çok anlıyor ve farkediyorsun ve daha çok çalışıyorsun. Bu hikaye çoğunuza eminim tanıdık geliyordur. Gelsin. N’apıyoruz ? Vazgeçmiyoruz. Vazgeçmeyen bir ressam Derya Yıldız.  Yaşadıklarını, yeniden yaratarak tuvale yansıtan, düşlerini renklerde somutlaştıran bir ressam Derya Yıldız.

Uzun ya da kısa saçlı kadınlar, uzun ya da kısa etekli kadınlar var tablolarında. Saçları kadar kıyafetleri, kıyafetleri kadar çaldıkları enstrümanlar dikkat çekiyor. Kimi piyano başında, kimi uzaklara bakıp flüt çalıyor. Kısa mesafeler, büyük yakınlıklar var aralarında. Derya Yıldız’ın terzi annesinin bir zamanlar renkli kumaşlardan diktiği kabarık etekli elbiseler bu tablolardaki kadınlarda hayat buluyor. Sokakta oynanan seksek’lerin, komşu buluşmalarının, bahçelerdeki çocuk kaynaşmalarının melodileri vuruyor tablolara. Ve sonra ne mi oluyor sevgili okurlar. Derya Yıldız, “Mutlu oluyorum, mutluyum” diyor. Neden mi? Ona da şu yanıtı veriyor: “Çünkü çok yol katettim. Çocukluğumda kurduğum ressamlık hayallerimin peşinden giderken benden desteğini esirgeyenlere rağmen şimdi kendi ayakları üzerinde duran mutlu bir kadınım. Hayata bakış açım güçlendi.”
Ben de diyorum ki, toplumun hayata bakış açısının güçlenmesi şart. Zor gelebilir belki size ama önce sanattan başlayabilirsiniz. Bir Derya Yıldız tablosuna uzun uzun bakabilirsiniz. Derya’nın da bir tavsiyesi var topluma: Sanatçıya uzaylı gibi bakmaktan vazgeçebilirsiniz… Haydi sırayla yapalım. Size küçük bir-iki fotoğraf sunuyorum şimdi Derya’nın tablolarından. Onlara uzun uzun bakın. Ama dahasını yapmak da mümkün. O dünya güzeli kadınları evinize alın, en sevdiğiniz duvarınıza yerleştirin. Benim de böyle bir hedefim var. Birlikte yapalım, birlikte… 

5 Haziran 2017 Pazartesi

"Her duvar bir orijinali hakeder"

Başını kaldırıp göğe bakmanın ya da uzanıp da bir çiçeği dalında koklamanın anlamı bambaşkadır. Bambaşkadır, çünkü hayatın ta kendisidir o anlar. Görmeseniz de bilirsiniz mesela; bir rüzgar eser, burnunuzun direğini sızlatan bir özlem sarar ruhunuzu. Duymasanız da şarkı, müzik; bazen daha deli deli yürürsünüz, bir ritim sarmıştır ruhunuzu, olmadı dans edersiniz… Hadi hiç olmadı, hayaller kurarsınız. Hayatın en bambaşkası hayallerdir. Hayatın sihridir hayaller… Daha ötesi var mıdır? Bir gazeteci olarak yıllardır sorarım bu soruyu ve hep aynı yanıtı alırım hayattan: Sanat…
Çiçekten, böcekten hayallere, ordan da sanata nasıl sözü uzatarak getirdiysem, şimdi doğrudan sanatın göbeğine atlıyorum. Dizi dizi kırmızı kadife koltuklardan birinde oturuyorum. Elimde bir numara var; 142. Bir çan sesi var kulaklarda, beyaz eldivenli bir adam kürsüde. Kolları uzanıyor. Koltuklardaki kollardan biri kalkıyor, biri iniyor. “Satıyorum, sattım” sesi geliyor kürsüden, sonra ‘parayı veren düdüğü çalıyor’ görüntüsü gerçekleşiyor. “Ben en çok para verdim, aldım” gururlanmaları takılıyor gözüme. “Burda bir alışveriş mi var, her şey para mı, her biri bir duygu seli olan fırça darbelerinin ederi nedir, kime göre-neye göre” soruları o büyülü atmosferde dolaşırken ruhumda, bir ses ağır ağır fısıldıyor kulağıma: Ben fiyat bilmem, değer bilirim. Ama bu işin bir piyasası var elbet…
Sözü özellikle uzatıyorum, sanat adına uzatıyorum. O büyülü atmosfere sizi de çekmeye çalışıyorum. Yazın ilk müzadeyesi yapılıyor yorgun, bitkin Ankara’da. Bomba sesleriyle, bariyelerle, garip helikopter uçuşlarıyla son dönemde hep hüzün olan Ankara’da, insanların, özellikle de sanatseverlerin sokaktaki cıvıltılarına sizi de tanık etmeye çalışıyorum. Sanatın birleştirici gücünü siz de hissedin istiyorum. Bir umut, bir neşe değil bin tanesini buluyorum müzayedede. Sahi siz Ankaralılar, siz hiç müzayedeye gittiniz mi? Son dönem hangi ressamlara takılıyorsunuz? Desenden, suluboyadan, gravürden, pastelden ya da akrilikten hayallere daldınız mı?
Bilkent Sanat Sokağı’nda beyefendi bir küratör düzenliyor müzayedeleri: Rahmi Çöğendez. Benim Paris, Londra, Barselona, Tokyo, Moskova ya da ne bileyim New York sokaklarında gördüğüm en nefis sanat etkinliklerine taş çıkartacak cinste bir galeri işletiyor, müzayede düzenliyor ve sanatseverlerle birebir iletişim kuruyor. Olsun, yapsın… Ama beni çeken bir-iki cümlesini buraya özellikle yazmak istiyorum: Sınırları zorlayan özgün resimler peşinden koşun. Neden? Çünkü bu resimler size ‘bakmakla- görmek, görmekle-hissetmek’ arasındaki derin farkı doğrudan yaşatacak. Yaşadınız da ne olacak? Hayatın ta kendisi olacak… Çöğendez size Dali’nin neden Dali, Picasso’nun neden Picasso ya da Nuri İyem’in neden Nuri İyem, Mustafa Ayaz’ın neden Mustafa Ayaz olduğunu doğrudan anlatacak. Çünkü onlar hayallerle gerçekleri buluşturmuş, gerçeği bin yıl ötesine taşımış, geçmişi yoğurmuş ressamlar… Ve bu sınırları zorlayan özgün ressamların günümüzdeki temsilcileri Hikmet Çetinkaya, Adnan Turani, Şükran İstanbullu, Derya Yıldız, Adil Ocak, Suna Özkalan, Haluk Evitan…daha onlarcası,,, sizi bekliyor…. Bilkent Center’in içindeki Bilkent Sanat Sokağı’nda yaz müzayedelerinde sanat var…. İnanılır gibi değil ama gerçek: Alışveriş de sanat için… 2.Yaz Müzayedesi'ni de siz değerli ruhlu okurlarıma duyuruyorum: 10 Haziran Cumartesi... Çünkü, "Her duvar bir orijinali hakeder"...

19 Mart 2017 Pazar

Makarnaya ruh katmışlar Abidin !

Şimdi size bir kıyak geçeceğim. Hem ruhunuz hem de karnınız doyacak. Üstüne nefis bir kahve içebilirsiniz ya da benim yaptığım gibi sufle yersiniz. Tercihi size bırakıyorum.

Ruh doyar mı, doyar. Salak salak markaların peşinde koşmuyor, hava atacağım diye elinizde aptal kahve bardaklarıyla dolaşmıyor, cilalı iki laf edip de cümlelerin içini boş bırakmıyorsanız ruhunuzu beslemeyi birazcık olsun biliyorsunuzdur. İç sesinize, önsezilerinize ve elbette ki birikiminize güvenin. Aynaya bakın ve kendinizi görün. Sesleri, ritimleri, kokuları takip edin. Unutmayın; hayat kısa, kuşlar uçuyor.

8 yaşından beri makarna yapan bir adamla tanıştım. Profesyonel futbolcu olabilirmiş ama hayat ona hep ‘makarna’yı işaret etmiş. Makarna işinde öyle bir kariyer yapmış ki; bugün bir yandan Ankara’nın en nefis makarna evi Niyokki Makarna’yı işletiyor, bir yandan hayatının kitabını yazıyor, bir yandan Hacettepe, ODTÜ, Bilkent ve daha onlarca üniversiteden yüzlerce öğrenciye gastronomi dersleri veriyor. Bu dersler hem de onun kendi dükkanında oluyor. Nasıl, ruhunuzu birazcık olsun beslemeyi biliyorum değil mi? Sevgili okurlarım, size reklamın kraliçesini yapacağım. Özüyle, sözüyle enfes bir reklam. Neden mi?  Aldığım haber kokusunu takip ettim. Ortaya size anlatacağım nefis bir yaşam öyküsü çıktı. Bu öyküyü gidip de adresinde siz de yaşayabilirsiniz. Boşuna demedim: Hem ruhunuz hem karnınız doyacak.

Ufuk Bıyık. Niyokki Doğal Makarna Evi’nin sahibi. Her şeyiyle ona ait bir mekan ve her şeyiyle her ziyaretçisini çarpan bir mekan. Ufuk Bıyık beyefendinin deyimiyle “Hem bir fabrika hem bir restoran hem de bir market”. Yıllık makarna tüketiminin kişi başına 2-3 kilogram olduğu Türkiye’de obezite oranı yüzde 50’nin üzerindeyken, yıllık makarna tüketiminin 50-60 kilogram olduğu Avrupa’da obezite oranı yüzde 1. Doktor, bu ne? Bugüne kadar yediklerimiz makarna değil de ondan. Hepsi yaramaz, hepsi yaramaz. Size bir bilgi daha: Dünyadaki en iyi durum buğdayı Kanada’da ve Türkiye’de. Bu durum buğdayı kullanılsa makarnalar için, o kadar kilo almayacağız yani. Durum buğdayı o kadar sağlıklı esasen. Ama biz Türkler, var biz doğal olamamak. Kaynaklarımızın kadrini, kıymetini bilememek. Ufuk Bey ise durum buğdayından un kullanıyor. Semolina unu. Öğrenin bunları, yoksa çok şey kaybedersiniz. Semolina unu da, kilo yapmıyor arkadaşlar. Besliyor ve mutlu ediyor. Ufuk Bey alıyor bu semolina ununu, pancar ya da ıspanak örneğin, sebzelerin suyuyla karıştırıyor. Pancarın ya da ıspanağın aroması değil de vitamini geçiyor makarnaya. Un oluyor, lezzet hamuru. Sonra o hamur, özel makinelerde kesiliyor, doğranıyor ve rengarenk, taze taze makarnalar çıkıyor ortaya.

Şimdi siz gittiniz diyelim Niyokki Doğal Makarna Evi’ne. Sipariş verdiniz; 3 renk, 5 peynirli tortelloni ya da Sibyeli Ravyoli ya da Porçini mantarlı tortelloni. İşte o an, makarna hamurunuz sizin için özel yapılıyor. Her şey bir anda oluyor. Ufuk Bey’in dükkanında yarattığı büyü, makarnaya nüksediyor. Özel soslar hazırlanıyor bir anda. Her şey bir anda oluyor. Durum buğdayı kana karışmıyor, karbonhidrat ve protein olarak size geri dönüyor. Hem doyuyorsunuz hem de Akdeniz diyeti yapıyorsunuz mesela. Et dolgulu güveçte tortelloni yiyebilirsiniz mesela. Ya da; makarna kebap, makarna döner. Geleneksel Türk lezzetleri, İtalyan mutfağıyla birleşiyor ve sizi çepeçevre sarmalıyor. Makarnanın olmazsa olmazı fesleğen ve parmesan sizi her türlü esir alıyor. Teslim olun, mutlu olun. Karşınızda 650 çeşit makarna yapmış, makarna kariyerinin ilk basamaklarında evde 300 bin makarna denemiş bir adamın yarattığı makarna evi var. Türküz, gururluyuz, yedik mi iyi yeriz. Niyokki Doğal Makarna Evi’nden makarna da, sos da alıp, evinize de götürebilirsiniz. Bakın işte, mutluluk paylaşınca çoğalıyor. İşine ruhunu katan insanların izinden gidiyoruz değil mi ey okur. Gidelim ve ruhumuzu besleyelim. Makarnamızı da güzelce yiyelim. Niyokki Doğal Makarna Evi’nin Bilkent Station’da olduğunu belirtmek isterim. Afiyet olsun. 

Öne Çıkan Yayın

Aradığınız sakinliğin adresini veriyorum : Göynük

Kaçıp, gitme dürtüsünün içimizi günde milyon kez yokladığı, dahası içimizi zonklattığı dönemler bunlar. Hep bir mayhoşluk, hep bir serse...