6 Aralık 2011 Salı

Beni uzaya götür Baydın,,,, Biden :)))))


Ankara'dan Biden ( 'baydın' diye okuyorum bunu ) geçti gitti. Ne kaldı geriye, ne kaldı? Aklımda sadece Amerika'nın 2 numaralı başkanlık uçağı Air Force-2'ye eşlik eden uçaktan çıkan bu garip adamların kaldığını söyleyebilirim. Evet, koskoca ziyaretten bu görüntü kaldı aklımda...

 Kimdi bu adamlar? Biden'a eşlik eden uçaktan çıktılar, sonra da Ankara'ya dağıldılar. Amaçları, güvenliği sağlamaktı. Havada kuş uçurtmamaktı, kelebekleri cansız bırakmaktı, soluğunu kesmekti tüm olağan şüphelilerin. Savaşta mıyız, hayır. Bu ne? Gerçekten, bu ne? Biden'ın güvenlik ordusu... Amerika Başkanı Barack Obama'nın yardımcısıydı Biden, Amerika'nın 2 numarası dedik kısaca biz ona.

Tamam, Irak'tan Ankara'ya uçmuştu. Kimin elinin, kimin cebinde olduğu halen belli olmayan Irak'ta son gözlemlerini yaptı belki de Biden. Niye ? Amerikan kuvvetleri, işgalin ardından çekiliyordu Irak'tan. Yıl sonunda çıplak bir Irak olacak elimizde. Amerikasız bir Irak. Kendi halinde bir Irak. Zararsız bir Irak. Normal mantık; bunu gerektiriyordu. Amerikalılar çekilirse Irak'ta daha az ayak oyunu dönebilirdi. Bir yandan Kürt yönetimiyle bir yandan da öteki Irak halkıyla dirsek temasını sürdüren, aynı zamanda Türkiye'ye “PKK'ya karşı birlikteyiz” diyen Amerika, terörle mücadelede küme düşmüştü. Umurunda mıydı bugüne kadar? “Elbette” diye yanıtladı büyükler. Ama hayır, ama hayır. Bugüne kadar hiç umursamadı ki; Türkiye'ye bütün iştahıyla saldırdı PKK.

Ama bak, şimdi Biden geldi. Ve mesele yine Irak. Türkiye'nin yardımını alamazsa Amerika, Irak'tan adam gibi çekilemeyecek. Para üstüne para harcayacak. Olmaazz, olamaz... Türkiye'nin yardımını almak zorundayız. Öyleyse, gel sen kenera. Kardeşim, bu uzaylı adamlarla mı inilir uçaktan. Burası Irak mıki sen halen aynı güvenlik önlemlerinin içindesin. Kimler olağan şüpheli, açıkla da rahatlayalım. Ne olacak, Biden'ın kılına zarar mı gelecek Türkiye'de...

Topla konuyu Hiloş, topla ! Ama yok, ben taktım bu uzaylı adamlara. Bunlar Ankara'da ne yaptı, ne yedi, ne içti, kimi dinledi, kimi kurcaladı ? Yeraltına indiler ya da kelebek olup uçtular. Bir daha kendilerini göremedik. O kadar da Biden'ı takip etmemize rağmen. Sonra duyduk ki, Biden söz vermiş Türkiye'ye. “PKK ortak düşmanımız. Savaşırız, kanımızın son damlasına kadar” demiş. Niçin olmazzzz,,,, yaaaa niçin olmaz.... Bir Biden için bu uzaylı adamlar devredeyse, PKK'ya karşı bizim bilmediğimiz kimbilir neler devrede? Hadi bana sürpriz yap Biden, hadi. Bu uzaylı adamların için gönlümü al. “Helal” dedirt bana “helal”... Beni uzaya götür Baydın, beni uzaya.... 

8 Kasım 2011 Salı

Gez de, eğlen... Toz da öğren... In the gettoooooo.....


Tamam; gez, toz da,,, nereye kadar? Bu saçma soruyu soranlara, sorduranlara aldanır mıyım hiç. Hep eğlence, hep eğlence.... Sen şikayetini edersin, durursun. İç sesin, etrafını saran saçma duvarların konuşur da konuşur. Konuşsun bakalım.. Evet tabii ki hep eğlence, tabii ki gez-toz. Neyin sonu var hayatta. Biz finallerle uğraşmıyoruz....

İnsan böööyle kaptırınca kendini doya doya eğlenmeye, kendine paranoyak paranoyak baktığı çok oluyor. Allahım, bu nasıl bir kopmaca, bu nasıl bir eğlence. Her şarkının ayrı bir tadı, atılan her adımın ayrı bir anlamı kalıyor aklında. “Yok, yok, bu kadar da güzel olamaz herşey “ diye saçma sapan şekillerde karşına çıkıyor o şeytan. Aman, içimde olmasın. Karıştırsın, dursun aklımı arada bir. Dursun. Dursun orda.

Bak şimdi nefis bir öğleden sonra Varşova’nın tam da ortasında oturmuşsun bir banka Şopen (özellikle böyle yazıyorum artıkın... orjinali aklımızda) dinliyorsun. Düğme yapmışlar, basıyorsun. Al sana hayat, al sana Şopen. Ruhun değil, için açılıyor. (Strasburg’daki Kayhan arkadaşıma tüyolar bunlar... dahasını o bulsun sonrasında. Her seferinde parantez açamam!) Ruhun senin oluyor, senin. Burada çok mühim küçük bir not: Ruhunun senin olabilmesi için onu gerçekten elektriğini saran birileriyle kucaklaştırman lazım. Benim gibi zavallı faninin şansına bakar mısın. Beşlemişim olayı. Birbirini ahenkle bütünleyen beş kadın ruh. Hadi ordan... İnsan ruh!!! Bunun kadını, erkeği yok. 

15 yıllık muhabir olursun, dış haberlere ömrünü verirsin ama Polonya’yı  bu kadar içten öğrenemezsin. Öğrenmen için yaşaman şarttır. Yaşaman için paylaşman. Ama bak, bak.. şu paylaştığına bak... In the gettooooo..... Karolina değil, öteki Polonyalı arkadaşı, bize şehri karış karış dolaştıran utangaç çocuk:  Aslında Polonya, Yahudileri çok sevdi ama Almanların kurbanı oldu. Arkadaşım; 2 milyon Yahudi, 2. Dünya Savaşı’nda Polonya’da ölmüş mü, ölmüş. Artık bunun hesabını, kitabını tutmanın anlamı var mıdır, insanlara bu kadar eziyet çektirmenin. Tarihin acı gerçekleriyle yüzleşen, yüzleşmiş. Yok valla ben Almanya’ya bok atamam, Polonyalı arkadaşlarım var diye. Şahsen diyorum ki,  bu Yahudi katliamı olayını abartmayalım. Abartılmış zamanında. İspanyolu, İrlandalısı kızdı bana. Grubumun en şekerleri. Kızarsanız kızın...
Gittik, Varşova gettosundan kalan duvar parçasının önünde fotoğraf çektirdik. Öldürülenleri saygıyla andık. Yetmez mi, yetmez... Arkadaşım; işte Varşova’da nefis bir müze var. Ne olmuş, olmamış 2. Dünya Savaşı’nda, kim kimi öldürmüş, Yahudiler nasıl acı çekmiş öğren de öğren. Müze, çok güzel. Eee, kim öldürdü bu Yahudileri? Valla, bir şarkıyla es geçmezsek bitmeyecek bu fasıl,,,, In the gettoooooo......  Öyle bir dürtüyor ki içimizdeki bilgiye aç çocuğu zehir gibi Varşova turumuz, daha okuyacağız diyoruz, daha okuyacağız.. Neymiş? Hep eğlence, evet hep eğlenceymiş amaaa... Okudukça, gezdikçe, öğrendikçe daha çok eğleniliyormuş hayatta. Rengini ver, anlamını yükle hayata. Çeşit, çeşit olsun... (Kayhan, sen de şu Polonya konusunda bildiklerini paylaş bizimle. Nedir bu Yahudi meselesi kardeşim, her yerde karşımda...! Açız biz, açız,, bilgiye açız... Ne çok Nazi kampı var Polonya’da. Tamam öyleyse, geliriz yeniden gezeriz o kampları.)

Varşova’da 3 gün, 3 gece. Hiç uyumadık. Saatler bitmez. Dahası var, daha, daha... Tamam, bu gece Karaoke’de saçmalamayacağız aynı sahnede. Entel-dantel-içsel-dışsal meselelere dalacağız. Bir de sürprizleri olsun bize gecelerin, olsunnnn......

7 Kasım 2011 Pazartesi

Dziekuje (ÇİNKUYA) KARO.... Şimdi Varşova'dayız


Pardon da, bu bir saat rötar neyin de nesi.  Polonya Havayolları beni bir saat daha bekletti güzelim İstanbul’da. Nefis bir rüyanın içinde uyandım bile ama halen bekliyordum. Yanımda bir garip genç grup. Siz de mi Varşova’ya gidiyorsunuz. Yes... Türk Milli Hentbol Takımı. Şöyle uzaktan bir baktım, içlerinden biriyle hoş-beş ettim... Olur olur dedim, rüyalar gerçek olur. Bu takım şampiyon olur, ben de Varşova’ya giderim dedim.... Varşova’ya gitmek zaten başlı başına bir rüyaydı. Şu fani dünyada kurduğum en süper arkadaş grubumla bir yıl aradan sonra yeniden buluşacaktım.  (Bu, rüyanın birinci boyutu) Ötekisi; Varşova havalimanı büyük bir kaza yaşamış, trafiğe kapanmıştı... Tam da açıldığı gün, ben gidiyordum. Rötar vardı, karışıklık vardı ama uçacaktım işte. Ben en iyi uçmayı bilirim... 

Gerçekten telefon mesaj sesi bu. Bir kez daha kapamayı unutmuşum. Hep unuturum ve sonra utancımdan ölürüm. Yere inmek üzereydi uçak amaaaa bakmaz mıyım ben o mesaja.Uçakta mesajımı güzel güzel okudum. Grubumun Katalan kızı Cema, nerede olduğumu soruyordu. Onunla havalimanında buluşacaktık. Ama o da ne. Barselona uçağı sis yüzünden 300 km öteye, Kattowitz’e inmişti.  Ama o 300 km sonra 1 km’ye dönüştü. Bizim heyecanımız yüzünden elbet. Geldi, geldi ve hepimizle buluştu. Karo evdeydi zaten. Sabah buluştuğu Şona ile heyecandan ölmüşlerdi. Sonra ben kavuştum onlara, sonra Mara. Ve sonra Cema.... 

İlk yemek. Evet, çok önemli. Ne kadar sosis, salam, şinitzel, lahana salatası, sos varsa bulup buluşturmuşlar, koca bir tabak yapmışlar. İşte bir sosis-salam kültürü daha. Sosis, salama geçmeden hani bizim şu sızgıt et dediğimiz şey vardır ya, dondurmuşlar onu, ekmeğe sürmek için. Sonra  da turşuyla katık etmek için. Ve elbette insana anasından doğduğunu ve günün birinde toprak olup gideceğini hatırlatan votka mucizesi. Dert yok, keder yok. Yemek, içmek, gülmek ve aklınıza gelen şey var... Daha, daha, daha yok mu hayatımızda dediğimiz  türden.  Ama işte yeniden birlikteyiz. Hatta bu buluşmalarımızı gelenekselleştiriyoruz. Amerika, Barselona ve şimdi de Varşova.... Benim televizyon saçım, Karo’nun Polonyaca teşekkürü, Kattowitz’e inip bir Alman’la Varşova’ya gelmek zorunda kalan Cema’nın ‘açlıktan ölüyorum’ halleri ve Votka’nın en sıcak çeşitleri; ilk akşamın en nefis konu başlıkları diyeceğim ama hayır.... Dahası var. Gittik bir Karaoke’ye: Bu Polonyalılar şarkı manyağı. Söylerken kopuyorlar. Taaa içten, derinlerden söyledikleri yetmiyor, bir de etrafında gördükleri, buldukları herkese sarılıp, sevişiyorlar. Ve biz de şok olduğumuz bu durum için Public Sex dedik Cema’yla. Kısacık erkekler; upuzun, iri yarı, hatta at gibi kızlara bir merdiven basamağı çıkıp sarılıyor. İşte Polonya’nın sarsıldığı an: We’re the world,,, we’re the childrennnn.... Bu şarkıyı öyle söylediler ki, aşktan sarsıldı koca Karaoke salonu... Bizi gülmekten çılgına çeviren ikinci noktayı daha söyleyip, kapatayım bu blog faslını...: Dziekuje.. Çin-ku-yaaa..... Polonyaca teşekkür demek.. çince teşekkürün aynı  soundu... Karo, pek çince’yle ilgisini göremedi ama o da onun meselesi... Biz; teşekkür edip edip güldük işte.. ÇİNKUYA KARO......

31 Ağustos 2011 Çarşamba

Lüküs hayat,,, Oh ŞAM ne rahat ... Cham de Palace....


Bir ben miyim perişaaaan Şam sokaklarındaaaa..... Bir taksiden indim, ötekine bindim. Yürüdüm, gecenin karanlığındaaaaa... Garip, garip adamlar elimdeki kameranın içindeki videoyu seyretmek istediler. “Ver onu bize” diye gözümün içine acı acı baktılar. Kolumdan tuttu hatta biri. Ama bennn... Verir miyim ha, verir miyim... 

Şam değil Paris... Işıl, ışıl... At sandalyeyi sokağa, şarkılar söyle gökyüzüne. Yıldızlara takıl... Bangır, bangır göterici seslerine dal, git istersen. Şam ayakta, Şam uykusuz. Burdaki arkadaşlar da “Canımız, ciğerimiz Esad” sloganı atıyor. Suriye bayrakları her yerde. Esad Amca, her binadan sırıtıyor. “Banane ya, banane sizin Suriye’nizden” çıkışlarım bile kurtarmıyor bunalım hallerimi. Sen git, Hama’da görüntüler çek, gel Şam’ın ağır-çekim hayatına takıl. Hiloş, engellendin. Dur işte, dur ! İnterneti durdurmuş bu Esad’cı arkadaşlar sizin anlayacağınız. Sıkıysa bir mesaj yaz, görüntü geç. Ne yani, görüntünün turşusunu mu kuracağız...  Offf, ömrümü yediniz. Ara, tara, tırım, tırıs yok. İnternet yok. 

Şam iyi mi, iyi. Güzel mi, güzel. Ben de görüntüleri unutup, bir sakinleşebilsem. “Hem zaten ne vardı ki Hama’da? Değil mi ya. Hikaye orası. Üç-beş isyankar çıkıp, slogan atıyor orda. Aklın sıra Esad rejimine karşı geliyor. Amerika’nın öncülüğündeki  ‘kafirler’ de çıkıp, Suriye’yi yerinden oynatmak istiyor. Haşaaaa, sümmü haşaaa,,, moskof olurum da, kafirlere yedirmem bu ülkeyi.”  Tek kelime abartmıyorum, eksiltmiyorum.  Şam sokaklarındaki insanların bu yorumlarını dinledim sabaha kadar. 

Ertesi gün de, Şam halkı kendi işinde, gücündeydi. Sanki bir yerlerde Sezen çalıyordu, onların Esad konusunda olup bitenlerden bihaber hallerine şahit oldukça : Ben anlamam toptan tüfekten, ben anlamam taştan yürekten. Bunları boşver, ne haber aşktaaaaan... 

Görüntü geçme sevdasına uykusuz kaldığım ama beceremediğim Şam’da bana ağırlığını hissettiren tek izlenimim vardı : Bu Şam’ı, Suriye’yi anlamak için çok çalışmak lazım çoook. Arap baharı deyip geçemezsin. Rüzgar dersin, kara saplanırsın. Yağmurda şemsiyesiz bile kalırsın. Öyle her çiçeği koklayamazsın, koparamazsın...

Alalım biz şurdan ofisteki arkadaşlarımıza tatlılarımızı, Şam konusunu çalışmaya devam edelim.
Tabii ki buraya Şam’ın fotosunu koymuyorum. Yeter artık ! Ben önde olmalıyım. Sefilliğim değil, sedef koltuğumla keyfim önde olmalı. Yine bir klasik : öl, geber ama hayat devam etsin. Şam’da da hayat akııııp, gitsin !!!
Not : Bana Suriye gezisinden çok özel fotoğraflarını verip de, sizinle paylaşmamı sağlayan Salih Bilici arkadaşıma buradan kocaman bir teşekkür ediyorum. İnsanlık ölmemiş arkadaşlar. İnsan var, insan var. Umudunuzu yitirmeyin hayattan....

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Ben bu çelişkiyi yerim.. Hama'ya gittim (3)

Ne yapmalı, ne etmeli... Bir bilene mi danışmalı.... Suriye, Libya değil. Suriye, Mısır değil. Tunus değil. Burda Arap baharı falan hissedilmiyor. Bildiğin Suriye. Karmaşa, kurmaca, kutu kutu gizem... çöz çöz, bağlansın. Yüzde yüz şüphe, yüzde yüz paranoya.... Anlaşıldı, bu Hama halkı sevmiyor Esad’ı. Zaten tarihte de burası hep direnişçilerin diyarı olmuş. Bu direnişten özgürlük rüzgarı, hadi bilemedin bizi romantizmin doruklarında gezdiren Arap baharı çıkar mı, hiç sanmam....

Dört bir yan askerle çevrili, ortalıkta bağıranlar, çağıranlar. Toza bulaşmış bir hayat, toz kent Hama. 3 saatlik bir gözlemde mi çözeceğim ben orayı, ya da bir başka dünyalı. Ya da bir başka kendini çok iyi gazeteci zanneden arkadaş. Bu çelişkiden çıkamaz kimse... Hiç kimse...

Derken, bindik otobüse... Derken, indik otobüsten. Kocaman bir otelden içeri akıyoruz. Krallara layık bir sofraya oturtuluyoruz. Burası da Hama. Şimdi acıyı, kederi, isyanı, yılmışlığı görmüş ben, çelişkilerle boğuşmuş kalbim, bu sofrayı görünce deliye dönmesin de ne yapsın. İnanılır gibi değil. Burası da Hama. Masada bir kuş sütü eksik nerdeyse... O, tepsiler dolusu kuzu tandır mıdır, pilavlı et midir, bademli kuzu çevime midir tepemizde gezinenler, onların fotoğrafını çekmeye yanaşamadım bile ben. Ayıp artık, insanlık var.

Yoksa insanlık dediğin bu mudur? Biri yerken, birinin geberip gitmesi midir. İnsanlığın tanımıyla uğraşmak kadar sıkıcı bir şey olmadığından bırakıyorum şimdi ben bu konuyu bir kenera.

Peki, ne olmaktadır ? İşte bir bilen... Bu adam bilir. Zehir gibidir, gittiği coğrafyaları hatmetmiştir. Hem de yakışıklıdır. Yakışıklıların zeki olduğunun açık kanıtıdır benim gözümde. İsim veremem arkadaş, önemli bir şahsiyettir.

Der ki; Suriye’de kırılma yeni yeni başlamaktadır. Daha uzun zaman alabilir, halkın örgütlenip de, birilerinin tepesine çıkması. Özgürlük diye sokaklarda kavrulması. Her mahallenin, her sokağın bir akıllısı, bir bileni vardır burda. O sokak bilicileri, akil adamları birleşecek de, bir oluk olup akacak. Çok zaman alır, çok. O sırada bu Suriye ömrümüzü yer. Nasıl mı? Esad’a “Çekil, git”, “Çekil, git” diye bas bas bağıranlar, Türkiye’nin kapısını tokmaklayıp, dururlar her seferinde. Esad da, “Sizinle mi uğraşacağım” der, sağa-sola saldırır. Eyvah, sınır. Eyvah, Suriye en yakın komşumuz !!!

Size Şam’daki entel-dantel gezmelerimizi, gözlemlerimizi de anlatacağım. Ama önce buyrun bakalım Hama sofrasına... Kursağınızdan geçerse... Ya da YERSE !!!


Suriye'de neler oluyor..? Hama'ya gittim.... (2)


Meydanın hemen ortasının sağındaki bölümde dikkat çeken bir grup asker var. Siper almış gibiler. Durun ben bir anons çekeyim. Allah, Can Ertuna’dan razı olsun da, anons çekebiliyorum. Olmadı, bir daha... “Yok, yok.. Oldu” diyor Can her seferinde. Beni kibarca başından defediyor. “Kesersiniz şurasından, yapıştırırsınız orasından olur” açıklamaları bile yapıyor. Allah gerçekten razı olsun, bak çektim bile bir anons :

“Esad ordusunun Ramazan arefesinde bile operasyon yapmaktan çekinmediği Hama’da hayat, şimdi kendiliğinden akıyor sanki. Herkes sokakta. Askerler de sokakta. Tedirginlik ve korku var yüzlerde. Kimse konuşmak istemiyor....”

Böyle mi, böyle. Şaşkın, şaşkın bakışlar sarıyor dört bir yanımızı. Kavgaya, gürültüye aç gazeteciler gibi meydanda boy gösteriyoruz. Biz de neyin nesiyiz. Onlar da çözmekte zorlanıyor bizi. Esad diyoruz gak, Suriye diyoruz guk, Türkiye diyoruz haaaa... !!! İmdadımıza yarı Suriyeli, yarı Türk olanlar yetişiyor. Biz gazeteci grubuna “Alın, kimliğim sizde kalsın” diyecek kadar güvenen arkadaşımızın ismini yazmak istemiyorum yine de ben. Güvenlik bu. N’olmaz, n’olmaz...

“İnsanları öldürdüler, geberttiler. Ben Türkiye’ye kaçtım. Korkuyor bak insanlar, konuşmak istemiyorlar. Yaktılar, yıktılar...” Eeeee.... “Gitsin bu Esad, bitsin bu rejim”... derkennn, çember genişliyor. Sokağın orta yerinde, meydanın göbeğinde Esad karşıtı gösteriler başlıyor. Slogan atıyorlar. Benim, yüzünü birdenbire açmak istediğim kara karşaflı bir kadın avaz avaz bağırıyor : Syria is bad... very bad....

Dövülmüş, öldürülmüş, acımış insanlar var Hama’da. Hep korku hakim yüzlerinde. Esad gitsin de, n’olursa olsun halleri. Nerden çıktı bu yangın, nerden çıktı bu kavga... Bu isyancılar dalga, dalga sarıyor mu Suriye’yi. Ama benim anladığım öyle örgütlü, kendine hedef belirlemiş insanlar yok burda. Soruyorum, soruyorum bir reform talebi bulamıyorum. İlle de Esad gitsin... Tamam da, ya sonra,,,, ya sonrası... Sonrası tufan.... Kader, sen çok kötüsün... İsyanları, büyük ve güçlü bir ordu tarafından bastırılmış insanlar ülkenin geleceği için ne yapabilir ??? Ülkenin geleceği var mıdır ? Bu insanlar yarın da bağırıp, çağırır mı ??

Ve polisler, askerler dalıyor bir anda bizim kalabalık protestocu gruba. Birkaç kişinin gözaltına alındığını duyuyoruz. Kontrolsüz trafik, çılgınlaşıyor. İnsana ölümü çağrıştıran korna sesleri bastırıyor ortalığı.... Bir küçük Hama, bir küçük hayat... Bir kocaman soru: Suriye’de neler oluyor ?

Size bir de Hama’nın arka sokaklarından fotoğraf göstereceğim ey okurlarım. Bakın çocuklar ne de güzel gülüyor, her zamanki gibi...



Suriye'de neler oluyor... ? Hama'ya gittim.... (1)

Şimdi heyecan dorukta... Birazdan o meşhur Hama’ya gireceğiz. Kameralar, fotoğraf makineleri elde. Benim zavallı küçücük, minnacık ama çok akıllı kameram var elimde. Fotoğraf makinesini unuttum ey dostlar... Fotoğrafa hiç zamanım yok. Niçin, nasıl ? Babalar gibi televizyonculuğa soyunmuşuz bir kere,,, gerisi yalan, gerisi dolan... Gerisi; sadece gerisi....


Varsa, yoksa görüntü... Çektin, çektin... Çekemedin, mutsuzsun... Çektin, gönderdin... Gönderemedin, mutsuzluktan ölürsün. Ya ben,,, ? Ya benim gibi ‘herşey tastamam olsun’ diye ömrünü çarçur eden ben ? N’olurum ? Bu bölümü sonra anlatacağım. Mutsuzluğun en ücra köşelerinde, en mutsuz hayvanlar gibi nasıl süründüğümü sonra yazacağım....

Evet, kameralar fıstık gibi çalışıyor... Otobüsün en önünde cama yapıştım. Yanımda dev bir Rus kameraman var. Muhabiriyle hoş beş halinde. Kardeşim, bu Ruslar'ın nasıl muhabir-kameraman ikilisi halinde gelmesine izin vermişler de, ben tek başına gelmişim Suriye’ye ? Nerde benim kameramanım ? Yok, yok, yok...

Neler olmuş Suriye’de, neler oluyor, daha neler olacak. Benim gibi cin gazeteciler, televizyoncular görüp, yazacak... Sadece 2 günümüz var Suriye’de... Şam’dan 3 saatlik otobüs yolculuğuyla işte geldik Hama’ya... Esad ordusunun en çok insan öldürdüğü kente... Öyle mi ? Günlerce öyle yazdı gazeteler, öyle söyledi televizyonlar... Bir de sen bak Hilal, bir de sen...

Kafam sağa sola dönüyor Hama yolunda. Otobüs camından gördüklerim beni hayatın saçma sapanlığıyla bir kez daha başbaşa bırakıyor. Bir yanda seyahat halindeki araçlar, bir yanda kamyonete doluşmuş askerler. Amaçsızca gülüşen tipler. Sağda, solda askerler var işte. Neyin nesi, kimin fesi belli değil. Öööööf, kameram çalışıyor mu acaba... Yakaladım, evet talebayı da yakaladım. Yani, onca hengamenin içinde hiç durmadan konuşan iç sesim. Sessiz ve de sakin, öylesine ama tedirgin girdik Hama’ya. Otobüsler dolusu gazeteci Hama’ya dalıyor. Hama’da neler oluyor? Yaşam ölmüş mü burda, yoksa akıp gidiyor mu her zamanki saçmalığıyla ? İşte, sokakta insanlar var. Kadınlar var, çocuklar var. Bisiklet pedalı çeviren telaşlı insanlar bile var. Haydi bakalım Hama’nın ortasında, meydandasın Hilal. Söyle bakalım, neler oluyor orda ?

Şimdi buraya bir-iki Hama’ya giriş fotoğrafı koyup, öteki blog yazıma geçeceğim. Halen beni okumak istiyor musunuz.....

11 Haziran 2011 Cumartesi

Forever Lucie..... Bugu, bugu....


Aslında beni sevmesi için hiçbir neden yok... Haytayım ben. En yaramazından çocukların. Ben, oyum işte. Öyle düzenli, düzenli aramam kimseyi. Sabahında unuturum, dolu dolu geçen geceleri. Uçarım ben, hep uçarım. Yere çakılırım, ama gelir biri kaldırır. “Bak, çok yalnızım” diye ağlarım, “Sen kalmazsın” der etrafımdaki gülüşler... Ben, ben, ille de ben. Narsistin önde gideni, egoist manyak. Söyledim ona, uyardım hatta. Bağlanma dedim, beni de ağlatma....

Ama bak, bak ne oldu? İşten ayrıldım. Her zamankinden daha çok aradı beni. Çimlere uzandık sere serpe. Çocuklarla top oynadık. Her akşam parti düzenledi bana. Evli barklı kadın, en çok benimle ilgilendi. Hesap numaramı aldı... “Yapma” dedim, yaptı. Kendi parasını bana gönderdi. “Rene de gitti” diye sızlandım, sarıldı boynuma. Bana su verdi, ekmek verdi, sevgi verdi... (hüngürrrr)

Ne çıkarcı, manyağım ben. Bütün bunlar için mi seviyorum onu. Hem o, beni niye seviyor ? Günlerdir, haftalardır bir televizyona kaptırmışım gönlümü, hiç yüzüne bile bakmıyorum onun ama o, yüzbinlerce mesaj attı, milyonlarca kez aradı. Kız kıza parti yapıyormuşuz, ona veda edecekmişiz.... Ruhumu, enerjimi, herşeyimi yanına çekti. Onca kız arkadaş arasında gözlerimin tam da içine bakıp.... “Hiloş, seni seviyorum. Nereye gidersem hep aklımda olacaksın... BUGU, BUGU...” diye seslendi... (şimdi gerçekten ağlıyorum ben)

O zaman sarıl bana. “Gel sana Hiloş vereceğim”.(Şurda acıdan kıvranırken bile şaka yapıyorum, yuh bana ! )” Lucie GİTME,,,, GİTME,,,, GİTME” dercesine açıldı kollarım. Haydi bir sarılalım, bir daha sarılalım. Daha sen gidene kadar çok partimiz olacak... Evet bu gecenin adı “Lucie night” olsun.. Hep olsun, hep olsun...
“Seni sevmem için hiçbir neden yok” demişti bir keresinde, şimdi yine aynı gözlerle baktı. Gülüşüm, ağlayışım, manyaklığım, deliliğim, zekam, yeteneğim ona hep beni, kendimi gösteriyordu... Zaman zaman “Hiloş, sen sadece Hiloşsun...” diyordu... Ben sadece bendim... (Halen kendimi anlatıyorum,, gene yuh ! ) 

Ama o, ama o.... güzeller güzeli Lucie. Bir güzel Çek insan. Bana şimdi Ankara’dan sonra Washington’da, Prag’da, Londra’da kucak açacak arkadaş... ya da dünyanın herhangi bir yerinde. “Elbette görüşeceğiz... “ Ankara’daki görev bitmiş... bir sonraki durağa yolculuk var...  yukardaki fotoğraf laf olsun diye çekilmedi,,, gülüşlerimiz laf olsun diye değil... Biz gerçeğiz... Daha güzel sebep var mı arkadaş olmamız için, Lucie ve Hilal olmamız için....  

Bitmez bu yazı, bitmez bu arkadaşlık... Daha yazarım ben,,,, Lucie,,,,, Forever  Lucie... 

13 Mart 2011 Pazar

Alem, var gibi görünen yokluktur...

Gündüz, gündüz.... Hem de hava açık... Yerde eski bir kar ama güneş deli gibi parlak gökyüzünde... Yıldızlı geceleri anımsadım oysa ben... Hem de yıldızların göz göre göre kaydığı geceleri... "Olsun..." dedim içimden... Kaysın gitsin... "Kayıyorsa, vardır bir nedeni... dünya döner, sen döner.. Açarsın gözünü, gündüzdesin" demişti Mevlana... sonra bu bölümünde Mesnevi'nin "Kayıp giden, kaybın değildir...parlayacaksa, yine parlar.." vurgusu yapmıştı... Kaybolmuş gitmiş ama bir yerlerde parlayan yıldızları düşündüm işte o an. Sönüp gidenler de sönmüş, gitmişti...

"Çok mu mutsuzum" sorusunu sordum kendime. İstediğim her an kapısını çalacağımı düşündüğüm parlak bir yıldız, kayıp gitmişti... Karşısında Şiva olduğum yıldız... Bütün kötülükleri itinayla yokettiğime deli gibi inandığım anlar, uçup gitmişti. Böyle miydi gerçekten... Raminder'in kapısını çalamayacak mıydım bir kez daha... Ama sonra o parlak yıldızlar konuştu... : Biz hep parlarız... Sen de Şiva'sın, umutsuzluğa kapılmayasın...

Şiva, tanrının kötülükleri yokeden haliydi.. Ve Raminder bana Şiva derdi.. Ben de umutlu çocuklar misali, umutlanırdım, kötülükler dünyasında. Kötülükler dünyasında iyiliğin kokusunu duyardım. Uzanırdım, yeni bir yıldız bulurdum kendime. Ve dünyanın o güzel oyunları. Hayatın 'yaşanılası' tadı.

Ben 'Raminder öldü' diye yazamam. Raminder başka bir gökyüzünde, başka Şiva'lara parlıyor derim ancak. Kim bu Raminder diye soracak olsanız, benim kayıp, giden ama sönmeyen yıldızım derim. Gücüm derim. Vardır sizin de hayatınızda böyle güç kaynaklarınız, böylesi parlak yıldızlarınız. Kaparsanız gündüz gündüz gözlerinizi, belki görürsünüz onları....

Raminder'in ani ölümü, ne kadar da parlak bir yıldız olduğumdan çok ne kadar da güçlü bir Şiva olduğumu hatırlattı bana: "Şiva'yım ben, itinayla yokederim" demiştim en son görüştüğümüzde ona. Tanrı'nın kötülükleri yokeden yüzü. Bir ayna vardır diğerlerinin yüzünde ve Şiva tüm yansımaları, tüm çıplaklığıyla görür... Raminder'in ani ölümü, hiç kopmayacağımı gösterdi bana yıldızların sihirli dünyasından... Raminder Hintliydi, Sih'ti... belki uzak gelir size ama açın okuyun, o okurdu... Ve Mevlana şöyle derdi:


"Alem, var gibi görünen bir yokluktur.... "

5 Şubat 2011 Cumartesi

Merhaba Arkadaşlar......


Riccardone Ankara'da, photo: Altan Burgucu 
Merhaba Arkadaşlarrrr... yayyyy,,,, işte yeniden karşınızdayım... Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur....

Şunun surasında bir aydır yazmıyorum ama sanki yüzyıllar geçti üstünden. Buluşalım, kavuşalım, sarılalım. Böylesi aralar olsun varsın, ama çok uzamasın.. evet çok uzamasın... Ama çok ciddi nedenim var: Yepyeni birşey oldu. Hem tanıdık, hem yepyeni. Yok aşk değil, ondan da öte... Ötesi var mı? Var evet... Yuh deve,, yok, yok... ! Ciddi ciddi televizyonculuk işine girdim. Gerisi mi,,, yaa! Bekleyeceksiniz...  Şöyle bir yüzmeye başlayayım, sonra konuşuruz bu konuyu...

Blog yazıma giriş cümlemi Amerika’nın yeni Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardone’nin Ankara’ya ayak bastığı anda kullandığı sözcüklerden çaldım. 30 yılın öncesi Ankara’yı, Türkiye’yi bilen bu deneyimli büyükelçi, kendini sevdirmek için vurdu Türkçe’nin gözüne gözüne... Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur...

Yok ben 30 yıl önce tanıdığım insanlarla yeniden karşılaşmak istemiyorum. Lost gibi olmasın hayat. Hep yenilensin.!

Sözü dağıtmıyorum. Riccardone’ye geliyorum. Muhalefetin direnişine takıldığından 5 ay gecikmeli olarak geldi Ankara’ya. Adımını atar atmaz, ciddi işlere daldı. Yalan tabii ki... İki gün sonra onunla Renewa’da yeniden karşılaştık. Kısa şortuyla, spor salonunda sevimli sevimli dolaştı. Ben de en yalaka halimle “Arada, beraber spor yapalım” teklifi bile götürdüm ona. Sırf onunla yakınlaşmak için yaptıklarım, dünya yakışıklısı spor hocalarımı şaşkına çevirmiş olsa da, “Boru mu, Amerikan Büyükelçisi” deyip, bildiğimi okudum... Neyse, burda asıl mesajımı sizi sporla barıştırmak adına veriyorum: Spor güzel şey arkadaşlar. Elin Amerikalısı yapıyorsa, siz de ihmal etmeyin. Bak, Ankara’ya ayak basar basmaz, spor klubüne üye oluyor arkadaş. Evet, sizin dolarlarınız olmayabilir ama liranız var. O da değerli. Biriktirin, spora yatırın... !

İtalyan asıllı Riçardone’nin (okunuşunu da yazdım sizin için), Mısır’da da büyükelçilik yaptığını bilin. Yapacağını yapmış. Muhalefetin demokrasi isteklerine kulak tıkamakla suçlanmış sonra, yönetime yakın davranmakla itham edilmiş. Şimdi, Mısır yönetimi ne halde bir bakın. Amerika’ya bir bakın. Aynen Obama’nın dediği gibi işte: Change will take time...

Daha da bir mesaimiz olmadı Riçardone’yle. Ankara’ya ısınmaya çalışıyor. Onu Türkiye’ye sevdirmek için dev gibi bir ekip çalışıyor. Bakalım sevecek miyiz,,, Time will teach...  : ))

Öne Çıkan Yayın

Aradığınız sakinliğin adresini veriyorum : Göynük

Kaçıp, gitme dürtüsünün içimizi günde milyon kez yokladığı, dahası içimizi zonklattığı dönemler bunlar. Hep bir mayhoşluk, hep bir serse...