26 Nisan 2010 Pazartesi

Bir başkadır benim memleketim...Bir başkasın Antakya... Lets sing for Antakia !

Önce Beethoven çalıyor. Ünlü 9. senfoni. Yani, Avrupa Birliği'nin ulusal marşı, 'Neşeye Övgü': Kardeş olun ey insanlar, bunu ister tanrımız /en son sana dost kalır /insanlığa, doğruluğa, göğsünü aç korkmadan /hür doğmuştur insanoğlu, hür yaşamak hakkıdır... Rahiplerden, imamlardan, rahibelerden kurulu Antakya Medeniyetler Korosu söylüyor. Her yaştan ve her 3 büyük dinden üyesi var bu koronun: Hıristiyan, Musevi ve Müslüman. Koronun sesi yükseldikçe, Antakya Dedeman Oteli'nde heyecan, gözyaşı ve inanç birbirine karışıyor. Herkes, birden kardeş oluyor. Herkes, birden aynı tanrıya tapıyor.

Koroyu dinlemeye başlamadan önce AB Komisyonu'nun Türkiye Temsilcisi Marc Pierini ve AB ülkelerinin Ankara büyükelçileriyle katıldığımız resepsiyonda Antakya'ya özgü patlıcan dolmalarından 8 tane yediğimi itiraf ediyorum. Bir 8 tane daha yemediğim için pişmanım. Daha ilk şarkıda eridi gitti hepsi. Şimdi gözlerimden yaşlar akıyor. Bu nasıl bir 'Sarı Gelin' türküsü söylemektir. Ermenice'sinden, Kürtçe'sine, Süryanice'sine. Kalbim parçalanacak diyorum, Servet'e dönüyorum. Servet, "Geç şöyle önlerine de, bu tarihi anı görüntüleyelim" diyor ve koroyla beni bütünleştiren, ölümsüzleştiren bir fotoğraf çekiyor. Ama asıl fotoğraf, AB Komisyonu'nun Türkiye Temsilcisi Marc Pierini'den geliyor. Pierini, öyle büyülendi ki korodan, çıkıp kürsüye onlarla birlikte söylemeye başlıyor...Boşuna UNESCO'nun barış kenti olmamış Antakya...!

Her dilden ve dinden şarkılar söyleyen bu korodan "Bir başkadır benim memleketim" şarkısı yükseldiğindeyse, yalnızca benim değil tüm salondakilerin gözlerinin yaşardığını farkediyorum. Ayten Alpman şarkısıdır ve çoğu zaman da 'gurbetçilerindir' diye bilinir ama bu kez öyle değil işte. Türkçe söylüyorlar elbet ama etrafımızdaki tüm ecnebilerin ruhu titriyor. Gözlerin ve gönüllerin bu şarkıya dayanacak gücü yok. Antakya'da gerçekten medeniyetler barış yapıyor, medeniyetler koyun koyuna uyuyor. Çan sesi, ezan sesine karışmış. Ermeni; müslümanla can ciğer kuzu sarması, katolik; musevinin hakkını gözetiyor... "Havasına, suyuna, taşına toprağına/Bin can feda bir tek dostuma/ Her köşesi cennetim, ezilir yanar içim/Bir başkadır benim memleketim..." Evet, bir başkadır benim memleketim... Bir başkasın Antakya, bir başkasın... (Not: Ne yapıp edin, bu Antakya Medeniyetler Korosu'nu dinleyin... )

25 Nisan 2010 Pazar

Sen güzelsin, ben değil Çingene Kızı.... Look at me Gipsy,,,sad Gipsy !!

Ayna ayna ! Söyle bana. Benden güzel var mı dünyada ? pozlarıyla geçip de aynanın karşısına kendimi acaip derecede kandırdığımın katıksız hazzını da Gaziantep’te yaşadığımı yazıp, Antakya'ya geçeceğim izninizle. İşte karşımızda duruyor, meşhur “Çingene kızı” mozaiği. Kıza vurulmamak elde değil. Orasından, burasından ama her yerinden çektik fotoğrafını. İçine çekiyor insanı gözleri, sonra sürüklüyor tarihin gizemli sayfalarına. Nasıl bir duygu mudur? Zaman Gazetesi’nin süper diplomasi muhabiri Servet Yanatma arkadaşımın verdiği yanıt, en doğrusudur bu soruya : Hilalcim, kız çok etkileyici. Çarpıyor adamı. İnsanın baktıkça bakası geliyor. Mozaik değil sahici bu, sahici.

Neymiş? Gaziantep’e gittiğinizde mutlaka bugün dünyanın 2. büyük mozaik müzesi olarak bilinen ‘Gaziantep Arkeoloji Müzesi’ne gideceksiniz. Bu müzeye ek, yeni bir müze daha açılıyor ki yakında, o zaman kendinizi dünyanın en büyük mozaik müzesinde bulacaksınız. Nizip ilçesinin Belkıs köyü eteklerindeki Zeugma’dan, mozaik çıktıkça çıkıyor ve müzeler genişliyor, tabii bir de Zeugma’nın kendisi ‘açık müze’ olacak ki, o zaman Gaziantep gerçekten bir dünya kenti gibi ışıl ışıl ışıldayacak.

Gaziantep Arkeoloji Müzesi daha 2005’te mozaik müzesi olarak açılmış. 550 metre kare mozaik, 120 metre kare de fresk, yani duvar süslemesi sergileniyor müzede. Anadolu’da tam 6 bin yıldır kullanılan taban süslemesi mozaikler ve duvar süslemesinin ürünü freskleri gördüğünüzde siz de gerçekten çarpılacaksınız. Tabii çoğunun yarısı çalınmış, yarısı kırılmış. Baktıkça yüreğiniz de yarılacak ama nafile. Nerde bizde öyle antik eserlerin, değerlerin kıymetini bilme ruhu, anlayışı. Zaten mozaikler de Zeugma’dan daha 1992’de çıkarılmaya başlamış. Binlerce yıllık bir mirasımız var ve şu yukarda yazdığım tarihlere bakın. Görmeye, kıymet bilmeye, korumaya geldi mi çoğu zaman duyarsız olmuşuz, zalimlerce yönetilmişiz.

Zeugma’nın hikayesi dinledikçe iç parçalıyor esasen. M.Ö 300 civarında Büyük İskender’in generallerinden Nikator tarafından kurulmuş bu antik kent, Roma İmparatorluğu’nun eline geçince almış Zeugma adını. Yani, köprü. Antakya ile Çin arasında Fırat yoluyla oluşan geçitte liman olarak kullanılmış ve büyük bir ticari değer kazanmış. Kentin bugün 3’te biri Birecik Hidroelektrik Barajı gölü altında bulunuyor. Suların altındaki bölümde ne yapılacağı tam bilinmiyor ama diğer bölümler yakında açık hava müzesi olacak. Suyun altında milyonlarca Roma mozaiği, bir de susuz kalan bölüm. Hayat mı acımasız dersiniz, yoksa insanlar mı. Zaten baraj yapılmasaymış, kimsenin bu mozaiklerden haberi bile olmayacakmış. Bu ‘Çingene kızı’ daha çok ziyaretçinin yüreğini dağlar değil mi ama, değil mi…

24 Nisan 2010 Cumartesi

Gaziantep'te çikolata fantezisi= Şölen.. Chocalate fantasy in Gaziantep !


Bilge'yle "Aaaaa...bu süper bir fotoğraf olacak" dedik ve çektirdik. Oldu da. Vee, Şölen Çikolata Fabrikası'na tatlı bir giriş yaptık. Charlie'nin çikolata fabrikası kadar eğlenceli ve renkli bu fabrikada, çikolataya dair herşey gerçek bir şölen havasında yaşanıyor. Çikolatanın şekilden şekile girip, paketleninceye kadarki aşamalarını canlı canlı seyredebilmemiz için bu hastane önlüklerini ve saç bonelerini giymemiz gerekiyordu. Yalnız biz değil tabii...Bu kıyafetleri tüm AB büyükelçileri ve AB Komisyonu'nun Türkiye Temsilcisi Marc Pierini de giydi. Haydi bakalım buyrun, Gaziantep Şölen Çikolata Fabrikası'na...

Çikolata yukardan oluk oluk akarken, iki de bir dayanamayıp parmağımı bandırmak istiyordum o güzelim renkli ama keskin kokulu çikolata kabına. Bilge "pişt" deyip, parmağıma şaplaklar çakmasaydı, bugün tüm dünya benim parmağımdan tat almış bir çikolata yemenin keyfine varabilirdi. Şaka bir yana, içeride hijyen en önemli konu. Ve bu fabrikanın ürettiği çikolatalar dünyanın her bir yerine gidiyor. Vay bee, halt etmiş Brüksel, İsviçre çikolatası... Yurdumun çikolatası, sollamış Avrupa'yı. Fabrikanın içinde fotoğraf çekmek yasak olduğundan size içerden görüntü sunamıyorum. Çikolatalar, dünyada sadece birkaç yerde örneği bulunan teknoloji ürünü makinelerden akıyor, geliyor, şekle giriyor, bir ayıcık oluyor, bir gofrete dönüşüyor, sonra da hızla paketleniyor. Şu yukarda gördüğünüz ayıcıklı çikolatam tam da fabrikayı gezdiğimiz gün üretilip, paketlendi ve bana hediye edildi. Yerim seni ben, yerim !

Fabrika bu mudur, budur ! Bir eşi de İstanbul'da bulunan Şölen Çikolata Fabrikası'nın tam 1500 çalışanı var. Burada üretilen çikolatalar sadece AB ülkelerinde değil, Amerika'da, Kanada'da tüketiliyor. 2009'da 200 milyon dolarlık bir ciro yapan bu fabrikanın cirosunun bu yıl 230 milyon doları bulması bekleniyor. AB ülkelerindeki benzer yatırımcılar da, Şölen'le işbirliğine gitmek istiyor. İsrail de çok beğenmiş, Şölen'i. Şölen çikolataları almış başını Ortadoğu'ya da gitmeye başlamış. Arkadaşlar, Gaziantep Baklavası'ndan ne kadar yeyip de, duvarlara nasıl tırmandığımı, pardon Bayazhan'da nasıl gecelediğimi anlatmıyorum size bakın. Bulmuşum tam çikolata havuzunda fantezime uygun bir yer, çikolatadan başkasına bakmam diyorum. Hem de Gaziantep Şölen Çikolatası'ndan başkasına... Veee fabrika çıkışı şöyle oluyor sloganımız: Tatlı yiyelim, tatlı konuşalım, tatlı sevişelim. Çikolata acısı zevki artırıyor, haberiniz olsun... ! AB büyükelçilerinden bizzat sizin için aldım bu bilgiyi...

23 Nisan 2010 Cuma

Aşkım Gaziantep, aşkım Mehmet Aslan... A real love story from Gaziantep

Veee buldum. Sonunda aşık oldum. Ankara'ya döndüm ama kalbim, aklım, ruhum Gaziantep'te kaldı. Yalnızca Gaziantep'e değil, tüm Güneydoğu Anadolu'ya renk katan, anlam veren aşkımı, ballandıra ballandıra anlatsam yeridir. Çekinmeden, söylüyorum işte adını, soyadını, işini, gücünü: Gaziantep Ticaret Odası Başkanı Mehmet Aslan.

"Oooops, Hilal n'oluyor" demeyin. Olan oldu bir kere. Tam 18 yıldır ticaret odası başkanlığı yapan Mehmet Aslan'ın zaten yeterince hayranı var. Bütün Avrupa, bütün Güneydoğu, bütün Ortadoğu ona hayran. Ama en büyük hayranı benim, bundan böyle. Onu, hayran hayran dinlerken, ona hayranlık dolu bakışlarda yepyeni, umut dolu ve güçlü bir Türkiye düşlerken Murathan Mungan'ı hatırladım. Okudum Mungan'ı kafamda: Hayransan, aşıksındır.

Burcu ve Derya gibi birbirinden güçlü, güzel, güler yüzlü, sıkı bir ekiple çalışıp, Gaziantep'i çoktan Avrupa Birliği standartlarına kavuşturmuş Mehmet Aslan, ildeki 'ortak akıl' mantığının mimarı. Bence bu yüzden AB Komisyonu'nun Türkiye Temsilcisi Marc Pierini Gaziantep'i tanımlarken, "Güneydoğu'daki en büyük ekonomiyi temsil ediyor" diyor. Bu 'ortak akıl' sayesinde vali ayrı, belediye başkanı ayrı, ildeki diğer yöneticiler ayrı bir havadan çalmıyor. Toplanıyorlar aylık, il için 'en güzel' kararlara imza atıyorlar.

Gaziantep'in fıstığı, baklavası, baharatları, Avrupa'ya beş basacak fabrikaları zaten meşhur. Bu küçük ayrıntılara girmeden, AB ülkelerinin Ankara'daki büyükelçileriyle birlikte yaptığımız Gaziantep gezimizden Mehmet Aslan'a dair yazmak istediğim kucak dolusu satırdan en özellerini sizinle paylaşmazsam çatlayabilirim. Seviyorum, aşığım ve de hayranım.

Herkes, "O da nedir" derken, o gitmiş bir güzel sanatlar lisesi açtırmış. Şimdi, Gaziantep'te bir de güzel sanatlar fakültesi var. Diyor ki Aslan, "Sanatla beslenmeyen ticaret kazanç getirmez." Bölgenin işadamlarını sadece Suriye, Irak, Lübnan gibi yakın Ortadoğu ülkeleriyle değil, tüm Avrupa'yla kaynaştırmış. Diyor ki Aslan, "Eksen tartışmaları safsatadır. Tartışan, Türkiye'nin sürekli gelişip, ilerlediğinden bihaberdir." Türkiye'de ilk Gaziantep'te kurulan AB bilgi bürosu'nun da öncüsü Aslan. "AB'den hakkımızı söke söke alırız. Kapasitemiz buna yeter" de diyor Aslan. Aslan'a soruyorlar, "Sizi siyasette görecek miyiz?" Heyt be..konuş aşkım konuş:

"Siyasete girsem, doğru düzgün hizmet veremem. Türkiye'de bugün milletvekillerini bile halk seçemiyor. Partinin seçtiği adamlara oy veriyoruz. Siyasete girsem, parti liderinin sözünden çıkamam. Üretemem. Bugün Türkiye'de siyasetçinin derdi; halkın değil, parti liderinin gözüne girmek. Ama benim gerçek projelerim var: Dünya barışı, halkların kardeşliği ve insan haklarıyla dolu bir ortamda yaşayacağız. Yüzde 100 olacak herşey, yüzde 100.."  Yaniiii, yüzde 100 aşktır bu. Yüzde 100 hizmet, yüzde 100 medeniyet.

16 Nisan 2010 Cuma

Kadınım ol, Maria !!! Be my lady, be my star...

Maria güzel mi, değil mi? Berlusconi ona "Bekar olsam, hemen seninle evlenirdim" demiş. Maria erkek dergilerine poz verirken, olmuş birdenbire bir bakan. Alessandro, "Yeryüzünün en güzel bakanı" dedi. Maria'nın da, Aliye Kavaf gibi 'cinsiyet eşitliği'ne dair özel çalışmaları, ilgisi yok geçmişinde. Ama bakın konuşuyor. Kendini dinletiyor. Güzel diye tabii ki... Ama bakın nasıl daha güzelleşti?

İtalya Büyükelçiliği'nin organizasyonuyla düzenlenen "Eşit fırsatlar ve cinsiyet eşitliği: İtalya ve Türkiye'nin deneyimleri" konferansında Ankara'da kürsüye çıkan Maria, kadınlara seslenirken "Orhan Pamuk" dedi. Herkesin yüreği cız etti. Orhan Pamuk'u sevmeyenler, önyargıyla yaklaşanlar, okumayın bu yazıyı. İstemiyorum sizi. Güzel Maria, bir alıntı yaptı Pamuk'tan: "Herkes bir yıldızdır ve herkesin kendine benzeyen bir yıldızı vardır." Türk ve İtalyan kadınlarının Avrupa'da birbirine benzer sorunlar yaşadığından, 'birbirinin yıldızı, sırdaşı' olabileceğini anlatan Maria, "Gelin şiddete karşı hep birlikte savaşalım" çağrısında bulundu. Yani, bir zamanların erkek dergilerinin gözde yıldızı Maria, bakan olduktan sonra ortaya koyduğu entellektüel kapasite ile de Ankara'da insanları büyülemeyi başardı. ( Ahhh Aliye, aaaah...! Sen de ortada 'bakanım' diye gezin.)

Kadınlar! Dünyanın neresindeyseniz açın gözünüzü, kulağınızı. Size burada; iddialı, hırslı, başarılı ve yetenekli bir gazeteci olarak medya sektöründe 'erkek yöneticiler' ya da 'kadınlığını unutmuş yöneticiler' tarafından sürekli nasıl taciz edildiğimi, yani işte küçük görülmeye çalışıldığımı anlatmayacağım. Hepiniz biliyorsunuz. Çünkü hepiniz, şiddete maruz kalıyorsunuz. Daha doğarken, "sen farklısın" diye kodlanıyorsunuz. Kadınların siyasette yer almalarını gönülden, yani yüzde 100 destekleyen erkeklerin hemen hepsi "Başka kadınlar girebilir siyasete ama karım olmaz" diyor. Konferans boyunca not aldığım rakamlar çok acı bizim için, çok acı. Aşağıda yazacağım bir iki çarpıcı rakamı okuyun ve birşey yapın. Tabii, canınız isterse. İstemezse de, size iyi günler !!! Ne yapacağını bilemeyenler, en azından hayata daha çok asılabilirler... Sonrası için önerilerim de olacak, merak etmeyin !

* Türkiye'de her 4 kadından 1'i şiddete uğruyor. Yani 18 milyon kadın.
* Türkiye'de kadınlar için sığınak sayısı sadece 52. Buradaki yatak sayısı 1200.
* Son bir yıl içinde Türkiye'de kadın işsiz sayısı 244 bin kişi arttı. Kadınların iş hayatına katılım oranı yüzde 20. İtalya'da yüzde 40.
* Türkiye'de 550 milletvekilinin sadece 48'i kadın. (Avrupa'nın sonuncusu)
* Türkiye'de kadın algısı: Evlidir ve yeri; 3 çocuklu evidir.

13 Nisan 2010 Salı

Making Love with Jazz... Hello New York !!! Cazla seviştik galiba...

New York geldi, bahar geldi. Caz geldi, Victoria geldi. Victoria’cımmm, Amerikan Büyükelçiliği rezidansından sana kucak dolusu sevgilerimizi iletiyoruz. Hem de kiminle birlikte? Ari Roland Quartet. Evet canım, Amerika için ‘Caz Büyükelçisi’ olmuş bu müthiş kontrbasçı Ari Roland ve ekibindeki müthiş sanatçılar sayesinde sanki senin o müthiş sesini duyduk Botswana’dan. “Çok güzelll.. Teşekkürler” diyen sesini. New York’un bu ünlü cazcılarıyla hemen kaynaştık. Evet, evet ! Tüm Türkiye kaynaştı.

Ne yeyip, ne içtiğimizi bir kenara bırakıp, ne dinlediğimizi hemen anlatmalıyım bu gece. İşte o, içimizdeki güzel dünyanın, yani New York’un en bilinen caz kulüplerinin vazgeçilmez sanatçıları olan “Ari Roland Caz Dörtlüsü”, ikinci kez Türkiye’de ama bu kez Ankara’da. Ve Kayseri ve Malatya ve Gaziantep… Anadolu’nun kalbinde bir New York, bir caz, bir ahenk, bir değişim…

Onların bu Anadolu turuna başladıkları mekanda, yani büyükelçilik rezidansında insanın kulağı nasıl olur da bu kadar mutlu olur sorusunun yanıtının içine düştük. Hatta Rene çıkışta, Ari Roland’ın o kontrbasla nasıl içli dışlı olduğunu anlatmaya çalışırken, “Adam, gözümüzün önünde zevkle sevişti, biz de orgazm olduk” deyiverdim. Ama nasıl demem. Bir komut verdi ekibe, başladılar hani o aslında müziklerine bayıldığımız Issız Adam filminin “Anlamazsın” şarkısını çalmaya. Şarkı, caz elbisesiyle büyüleyiciydi demeye kalmadan bu kez “Senden başka, senden başka, gözüm görmez hiç kimseyi” melodisiyle el çırpıp, kendini cazın kollarına atmış bir grup insanın sinerjisi yayıldı salona...

Evet Ari’cim, senden başka gözüm görmez hiç kimseyi bundan böyle caz konusunda. Bu kadar yetenekli bir caz ekibini bulup da, dünyayı gezdiren Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nı da ayrıca tebrik ediyorum. Başbakan Tayyip Erdoğan-ABD Başkanı Barack Obama buluşması için Washington’da olan Büyükelçi James Jeffey’in kulağının biri kesin Ankara’daydı. Sevgili Jeffrey, ‘Cazın Büyükelçisi’ olmuş Ari’nin bizi büyülediğini ve dünya turunu tamamladığında onunla New York’ta buluşacağımı şimdiden bildiriyorum. Öyle değil mi Victoria’cım…Why nottt, niçin olmazzz ….. !

Sokaktaki diplomatlar... Lets have diplomacy on the streets (Turkey&USA)

Geçenlerde Türk Dışişleri Bakanlığı'nın en süper diplomatlarından, müsteşar yardımcısı Selim Yenel'le, ordan-burdan derinlemesine konuşurken, birkaç gün içinde Urfa'ya gideceğini söylemişti. Yenel, Urfa'da üniversite öğrencileriyle, sivil toplum yetkilileriyle görüşürken, bakanlığın diğer müsteşar yardımcıları da, diğer illerde dolaşıyordu. Diplomatlar, halkla kaynaşıyordu. Bunlara monşer demeyeceğim, çünkü monşerlikle hiç ilgisi olmayan bir Türk Dışişleri Bakanlığı yönetimi var şu an. "Halka karış, kaynaş" diyorsun şimdiki yönetime, heyecanla yapıyorlar bu işi. Selim Bey demişti ki, "Halka kendimizi iyi anlatmazsak, diğer ülkelere de çok iyi anlatabileceğimiz söylenemez. İyi diplomasinin yolu halktan geçiyor". Bunun literatürdeki adı "kamu diplomasisi"... Öyle saraylarda, büyükelçiliklerde fırında ördek yanında Şili şarabı içmek, smokin giymek, bilmem kaç bin dolarlık Mont Blanc (mon blöööö) kalemi kullanmak ve artistiklikle olmuyor diplomatlık... Kibarlığınızdan birşey kaybetmeyin tabii de, bir de halkın dilinden anlayın diyoruz, o kadar yani...

Türk Dışişleri, vatandaşla kaynaşma atakları içindeyken bakın 'kamu diplomasisi'nde uzman Amerika'dan nasıl bir okkalı atak geldi. Amerika'nın Ankara Büyükelçiliği Türkiye'de gelişen kentleri takip etmek ve işbirliğini geliştirmeki için 'il görevlisi programı' uygulaması başlattı. Yani, büyükelçilikte çalışan diplomatın teki bir ilden sorumlu olmaya başlıyor. Örneğin, iki buçuk yıldır Ankara'da görev yapan Sarah Borenstein şimdi büyükelçiliğin Kayseri sorumlusu. Kayseri'yle nasıl işbirliğine gidilecek, oralarda kimlerle görüşülecek, nasıl bir politika izlenecek onun sorumluluk alanı.

Kayseri'ye gittiğinde Borenstein'a gazeteciler sormuş, "Niye Kayseri'yle ilgileniyorsunuz" diye.Borenstein da, Türkiye'de gelişen onlarca il olduğunu, her ilde konsolosluk açamayacaklarından, böylesi bir 'il görevlisi programı' ile illeri takip etmenin ve Türkiye-Amerikan işbirliğini kuvvetlendirmenin daha kolay olacağını düşündüklerini anlatmış. Yaaa... Amerikan diplomasisi uzaya giderken, Türkiye yerinde ip atlamıyor. Aklın yolu bir demek ki. Hadi bakalım, diplomatlar halkla bir kaynaşsınlar, kendilerini ve ülkelerini yurdum insanına bir anlatsınlar, ne olacak göreceğiz. Monşer, monşer diye espri yapanların da sonu geldi galiba. Monşer öldü, şimdi sokak diplomatı var!

8 Nisan 2010 Perşembe

Παίρνω ένα λουλούδι Ελλάδα/ This flower is yours, Greece - Çiçek Yunanistan

Bugün Yunanistan'daki diplomatlar grevdeymiş. Adamlarda ne eylemci ruh var ama! Kriz içindeki hükümet, diplomatların da maaşlarında kesintiye gidince olan olmuş. Diplomasi, kepenk kapatmış. Böyle şaşkın, şaşkın bakarken ben, Savva sordu: "Niye, sizin diplomatlar grev yapmıyor mu hiç..." Duyulmuş mudur Türkiye'de diplomatların grev yaptığı, ey ahali...Duyulmuş mudur? Benden çıka çıka bir 'cık' sesi çıktı Savva'ya, Savva da greve karşın antipatik Dışişleri Bakan Vekili Dimitris Droutsas'un uçağına 15 gazeteci olarak atlayıp Ankara'ya geldiklerini söyledi. Droutsas'ı antipatik bulan bendim, Savva değil. Ne bileyim, gözüm karşımda şöyle tüm haşmetiyle Dora'yı, yani Bakoyanni'yi görmek istedi herhalde !

Ve işte başladı basın toplantısı. Droutsas ile bizim sempati, empati, bilgi, ilgi, hırs, tırs, vizyon ve görüş kaynağı...(burda durayım bari) Dışişleri Bakanımız Davutoğlu, kürsüde iki aşık komşu gibi konuşmaya başladı. Yunanistan'a da bir "1 minute" çekmesini sabırsızlıkla beklediğimiz, ünü dağları aşmış Başbakan Tayyip Erdoğan, Mayıs ortasında bir ziyaretle Atina'yı onurlandıracakmış. "Gel deeee, kurtar bizi" diyor sanki Droutsas. Ekonomik kriz bu kadar ciddi olmasa, Türkiye'ye "Avrupa'da vize serbestliği" dahil her konuda yardımcı olacaklarını ilan eder mi ! Gözlerini Çinli turistlere dikmişler. Çinli turistler, Yunanistan'ı ziyaret edecekmiş de, ekonomi kurtulacakmış. Bir de Türkiye, sınırsız ekonomik işbirliğine gidekmiş Atina'yla. Plan budur. Yunanistan'ı kurtarma planı. Türkiye de işin içinde. Pazarlık işinde ustadır Erdoğan. Gider Atina'ya, yapar yatırımını, karşılığını alır... hııı, ne dersiniz? Ordan bir adacık alacağı yok herhalde. Alsa alsa, Türkiye için AB yolunda bir destek alır...(Evet, bugün çok iyimserim, mantıklıyım Erdoğan konusunda. 1 minute)

Ooooh! Gülüşmeler gırla. Ömrünü Yunanistan'ın Ankara Büyükelçiliği'nde geçirmiş sevgili Elizabeth'imiz yapıyor tercümeyi, basın toplantısında. Elinde ne kağıt var, ne kalem. Sadece mikrofonu. Bir "Ahmet Bey" diyor Davutoğluna, bir de "Çevirdim efendim, gururla. Hepsini çevirdim"... Özgüven budur kardeşim. Davutoğlu, yanlışını bulamamış hatta Elizabeth'imize hayran bakışlarını fırlatmıştır. Ve hatta bir çiçek atmıştır Yunanistan'a, bir çiçek. "Şu işbirliğimiz, kuracağımız stratejik ortaklık hayata geçsin, aynı sokakta daha barışçıl komşular olarak yaşayacağız. Attığımız adımlar, çiçektir" demiştir. Daha ne desin, daha desin! Sen de kusura bakma, güzel Yunan gazeteci bayan. "Penceremizden bakınca Türk gemisi, Türk uçağı görmek istemiyoruz" diyorsun da, o kadar da uzun boylu değil, o kadar da değil. Gemileri, uçakları düşünme, çiçekleri düşün şimdilik.

7 Nisan 2010 Çarşamba

iSTANBUL...never look back, explore.. ! Geriye değil, ileri...keşfet.. !

Atla bir vapura, gemiye ve asla arkana bakma. Keşfet... ! Pozitif enerji yayma konusunda beni bile sollayan Rene’den, İstanbul gezimizle ilgili bu son blog yazım için gelen fotoğrafta, boğazdan geçen bir gemi ve o gemiye, uzun bakışlar atan bir kadın vardı. Bir erkek, balık tutmaya çalışıyordu mavi sulardan. Köprünün ihtişamı, açık gökyüzünde uçuşan martılar ve etrafı sarmalayan laleler… Evet, aklınızdaki İstanbul kareleri daha çok depreşsin diye anlatıyorum fotoğrafı. O karelerle yeniden, yeniden hülyalara dalın diye de, Rene’nin bu yazı için değil, ‘İstanbul hatırası’ niyetine gönderdiği ‘ikimizin’ fotoğrafını koyuyorum…

Pazar kahvaltısı için atladık vapura, Anadolu yakasıyla kucaklaştık. İstanbul’da pazar sabahına uyanmıştık ve bir gece önceki kadar yepyeniydik. Kahvaltıda İstanbul’un Güney Afrikalı ressamlarından Diana Page ve sıkı bir diplomat eşi olan Lucy Boscher de vardı. Page, İstanbul, 2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleri kapsamında nefis sergiler açmayı planlıyor. Öyle güzel notları var ki, minicik not defterinde, iç eriten cinsten. Nasıl ben yazıyla not alıyorsam, o da çizgiyle not alıyormuş gördüklerini. Not defterini karıştırırken, bir göklerde uçtum, bir denizlerde gezindim, bir renklere boyandım. Hey İstanbul, kimler senin ekmeğini yiyor. Helal be. ! Lucy de, Güney Afrika’da keşfettiği timsah, zebra, leopar derisi çantaları çok özel tasarımlarla İstanbul’a getirip, İstanbul modasında yeni ufuklar açıyor. Meraklıları için buraya yazıyorum. Facebook’da sayfası var. Arayın, bulun: Luci’deMila Luxury Leather Goods

Tam bir dünya karması modunda Anadolu yakasında yürüyüşe çıktık. Diana ve Lucy önde, Rene ortada, Hilal takipte, Urban en arkada. Günlerdir yürüyorduk sanki, kilometreler sadece bu kadar yürümeye dayanamayan zavallı Hilal’in umurundaydı. Tamam Rene’yle Ankara’da Eymir Gölü’nün etrafında 11 km. yürümüşlüğüm var ama kardeşim İstanbul bu kadar da, karım karım karışlanmaz ki. Benim her ‘geri dönsek mi’ çıkışıma yanıt geliyordu önden: Never look back. “Hilalcim, keşfe çıktık” diyen sesler yükseliyordu. Tamam tamam anladık: Catch a cruise-liner in İstanbul…never return on your patch…explore.. !

Daha ne yazayım da, hem kendimin hem de sizin canınızı sıkayım. Boğaz kenarında içilen çayları mı, 2-3 lirayla bile mutlu olanları mı, parkta uyuyan zavallı bir amcanın “İstanbul benim” deyişini mi, “Hüzün de üretir, mutlulukta” açıklamalarını mı… Ne yazsam bilmem ki. En iyisi her seferinde yeniden keşfetmek İstanbul’u. İstanbul için her seferinde kadeh kaldırmak.

6 Nisan 2010 Salı

iSTANBUL upside down...Neresinden baksan güzel..!

Rene’yle ben Ankara’da İstanbul hayalleri kurarken, Avrupa’nın nerdeyse tümü İstanbul’a akmıştı. Rene’ye “Hallederim otel işini” havasını atan ben, bir-iki telefon görüşmesi sonrası depresyona girmiştim. Oteller doluydu. İstanbul doluydu. Küçük çaplı paniğimizi, şans eseri atlatınca, kadehlerimizi İstanbul’un şerefine kaldırdık. Koçum İstanbul! 2010 Avrupa Kültür Başkenti olunca, milyonlarca turistin akınına uğramıştı. 3-4 günlük Paskalya tatili için İstanbul, rüya gibiydi. İstanbul herşeydi.

Arabada 3 kişiydik. 3 apayrı dünya ama 3 aynı rüya. İstanbul’a her seferinde iş seyahati yapıp da, doyumsuz anları hep yarım bırakmanın acısını sonuna kadar çıkarmaya hazırdık. 5. Lale Festivali’ne de denk gelen 3 günlük İstanbul seyahatimizde, milyonlarca Avrupalı gibi biz de içimizi, dışımızı, altımızı, üstümü İstanbul’a bandırdık. Çek, çek yorulmazsın. İstanbul’u içimize çektik.

“Gönder bana, milyonlarcasını çektiğin İstanbul fotoğraflarından” dedim Rene’ye, sırayla göndermeye başladı. “Yellow tulip is the meze” diye düşündüğünden önce benim, sarı laleli “İstanbul, indeed” yazımı okudunuz. Sonra, mailime Rene’den bu medusa fotoğrafı düştü. Bizans İmparatoru 1. Justinyen’in, civardaki sarayların suyunu karşılamak için yaptırdığı Yerebatan Sarnıcı’ndaki bu medusa. Sarnıçta sizin de bildiğiniz gibi bir medusa daha var. Bu, nasıl tepe taklak olmuşsa, o da yan yatıyor. Onlarca mitolojik hikayesi varsa bu medusa’ların, en güzeli sizin inanışınız. Rene diyor ki, “İstanbul, upside down…” Alttan İstanbul, üstten İstanbul… ordan da güzel, buradan da…

Sen gez Topkapı Sarayı’nı, sonra o güzelim saray bahçesindeki çimlerin üzerinde yuvarlan. Güneş daha kaybolmadan, rengarenk laleler karanlığa bürünmeden, sırtüstü uzanıp çimlere akşam yemeği için planlar yap. İstanbul’un sürpriz, güzel insanlarıyla karşılaşmaya hazırlan. Doyumsuz şaraplardan içip, “Bir kadeh daha içersem, Türkçe’yi sular seller gibi konuşabilirim” demeye başla. Yepisyeni, gıpgıcır İstanbul’lu arkadaşımızla Türk kahvesini Bebek’te iç... Gece uzasın da, uzasın… Ahh… Bitmesin İstanbul, bitmesin.. !

5 Nisan 2010 Pazartesi

iSTANBUL.... iNDEED... !!!

Helikopter de birazdan inecek ve bizi alıp lalerin üzerinde gezdirecek. Niçin olmazzz... Benim güzel Victoria’m, bu ‘niçin olmaz’ı öyle bir yerleştirdin ki kimyamıza, bizim için herşey mümkün artık. Baksana, hem de İstanbul’dayız. “Ahhhh….çokkk güzelll” diye çığlıklar atacaksın şimdi. “İstanbul’da herşey mümkün” diyen, dünyanın en anlamlı bakışlarını fırlatacaksın biliyorum. Bu sarı lale, İstanbul’dan sana. Bu sarı lale, bizi İstanbul’da gerçekten göklere çıkartan güzel insanlara. Bu sarı lale, İstanbul aşıklarına…

İstanbul’u adım adım arşınlarken, heyecan dolu kalbinin çarpıntılarıyla sarsılıp da, yaşıyor olmanın dayanılmaz cazibesine kapılan Rene, eminin şu an İstanbul fotoğraflarına gömülmüş durumda. Ona “İstanbul’u istiyorum” mesajı gönderdikten sonra yazıya oturdum. “İstanbul kim, ben kim. İstanbul’u yazamam” diye iç geçirdim önce. Sonra gözüm, kitaplığımdaki Orhan Pamuk’la karşılaştı. Pamuk’un ‘İstanbul’una da bir baktım, başım dönmeye başladı. Binlerce İstanbul karesi uçuşmaya başladı aklımda. Mırıldandı dudaklarım, o büyülü mısraları yeniden: Bir kadının suya değiyor ayakları, İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı….

Ne olacak şimdi, ne olacak? İstanbul’dan sonrası ne olacak? “Taahhüdü yok” dedi, laleler. Zamanın da, aşkın da taahhüdü yok. Bir lale ürpertisi geçti içimden. Sarıya, maviye, kırmızıya, mora bayıldım. İstanbul’daki ‘her an’ın güzelliğiyle, ‘şu an’ın acısını dindirmek istedim. Evet, geri dönmüştük. İstanbul’dan geri dönmüştük. ‘Her an’ın güzelliğini, doğallığını, insana dair olanını hissederek geri dönmüştük. İstanbul, çoktan geride kaldı bile… İstanbul geride kaldı. Kalbimle, mantığım aynı dili konuştu şimdi. Ellerim buruştu… İstanbul geride kaldı… indeed… !

Blogumun sevgili okurları, benim sevgili okurlarım. Sizinle, İstanbul’da bıraktığım 3 güne dair notlar paylaşmak niyetim. Emin olun, duygu dünyamdaki sarsıntılarla sizi boğmak istemiyorum. Ama biliyorum, binlerce İstanbul fotoğrafı var her birinizin aklında. Anlatılmaz, yaşanır. Bunu da biliyorum. Bu yüzden şimdilik, lalelerle süslenmiş güzelim İstanbul’dan hepinize birer sarı lale sunuyorum. İstanbul diyorum da, başka da demiyorum…indeed.. ! Devamını da getiririm, bu notların…. Meraklanmayın…indeed.. !

1 Nisan 2010 Perşembe

Towards a new future for HAITI... Jeffrey'i okuyun, insanlığınızı hatırlayın...

Türkiye için yoksulluk, yolsuzluk ve az demokrasi sancılarının öne çıktığı bugünkü gazete haber ve yazıları arasında boğulduğumu hissederken, birden bir yazıya 'can simidi' gibi yapıştım. Yazının sahibi Amerika'nın Ankara Büyükelçisi James J. Jeffrey. Büyükelçi Jeffrey, Milliyet Gazetesi'ne "Kararlılık Sınavımız: Haiti" başlıklı enfes bir yazı göndermiş. Gerçek bir öyküsü, gerçek kahramanları ve gerçek siyaseti var yazının. Televizyonlardan sürekli görüntüleri geçen, gazete haberlerinden eksik olmayan Haiti'ye doğru bir yolculuk yaptırıyor yazısında Jeffrey ve Haiti özelinde kendimizi, çevremizi, ülkemizi, dünyamızı ya da tüm insanlığı yeniden düşünmemizi sağlıyor. İnsanca ama insanca...

"35 saniye. 12 Ocak'ta meydana gelen deprem, sadece 35 saniye için Haiti'yi sarstı ve ardında ölüm ve tahribat bıraktı. Korkunç depremi izleyen saatlerde Haiti yardım çağrısında bulundu ve uluslararası topluluk seferber oldu. Acil kurtarma ve müdahale faaliyetlerine 140'tan fazla ülke katıldı. İster yakın, ister gergin ilişkiler içinde olsunlar, insaniyet adına ortak hareket eden ülkeler bu süreçte yan yana çalıştı. Bu müdahale sayesinde gördük ki, vatandaşlığımızı içinde yaşadığımız ülke belirlemesine rağmen, hepimiz yardıma ihtiyacı olanlara el uzatan daha büyük bir dünya vatandaşları topluluğunun parçasıyız..."

Yazısına böyle başlayan Jeffrey, hepimiz için "dünya vatandaşları topluluğunun parçasıyız" dedikten sonra 110'dan fazla ülkenin 31 Mart'ta, yani daha dün Birleşmiş Milletler'de, yani New York'ta yaptıkları toplantıdan sözediyor. Bu toplantı da Haiti için. Birleşmiş Milletler ve Dünya Bankası hesaplamış ki, Haiti'yi yeniden kurmak için 11.5 milyar dolara ihtiyaç var. Rakamlara vurgu yapıyor Jeffrey ve işin zor olduğunun altını çiziyor. Ama onun asıl vurgusu insanlığa ve umuda. Hayata hep birlikte asılmaya. Türkiye'den giden AKUT ekibinin yarattığı mucizeleri sıralıyor. Haiti halkına yardım için uluslararası toplumun gösterdiği incelikten sözederken, sanki içimizdeki tüm incelikleri dışarı çıkartıyor.

Hepimize sesleniyor Jeffrey, hepimize: "İster şirket sahibi, ister öğrenci, ister hükümet için çalışıyor olun, Haiti'de zaten mevcut olan umut mesajının iletilmesine ve Haiti hükümetinin ülkeyi yeni baştan kurmak için ortaya koyacağı vizyona yardımcı olabilir ve bu umudu gerçekliğe çevirebilirsiniz..."

Siz, öteki ya da bir diğeri ne kadar duyacak bu sesi bilmiyorum ama ben çoktan harekete geçtim. Sonra bir durdum... Dedim ki: Biz de daha geçenlerde, hem de Haiti'den hemen sonra Erzincan'da onlarca insanımızı kaybettik, çarpık yapılaşmayı tartıştık... Ama ne oldu. Sonra kaldı. Ölen öldü, kalanlar ne yapıyor. NTV'den izledim. Kalanlar mutsuz. Ama onlar unutulmuş olmanın mutsuzluğu içindeler. Haiti'yi unutturmamak için sürekli uğraş veren Amerika'dan biraz örnek almak gerekmiyor mu? Gerekmiyor mu, heeeey ordakiler... ?

Öne Çıkan Yayın

Aradığınız sakinliğin adresini veriyorum : Göynük

Kaçıp, gitme dürtüsünün içimizi günde milyon kez yokladığı, dahası içimizi zonklattığı dönemler bunlar. Hep bir mayhoşluk, hep bir serse...