30 Aralık 2009 Çarşamba

A New Year postcard to you all.... Size, yeni yıl kartı yazdım, hepinize...! Happy New Year 2010


“…..Kaç zamandır duru, yalın, çalışkan, iyi insanlar özlüyorum
"içtenliğin" ya da "dünya görüşünün" kirletmediği
Kendime bir yeni yıl kartı yazarak bunları diliyorum…..”

İşte, yine yıl sonu ve yine aynı dizeler. Murathan Mungan hayranları, bir yılın son günlerinde kendi kendilerine ‘mırıldanmaya’ başladıklarında, hesabı-kitabı bu dizelerle bitirirler. Ben de ‘en sıkısından’ bir Murathan hayranı olduğumdan ve yılı bu dizelerle bitirmeye bayıldığımdan, yine aynısını yapıyorum. Önce kendime 2010 için ‘duru, yalın, çalışkan, iyi insanlar’ diliyorum. Sonra da size…

Zordur, biten bir yılın hesabını yapmak. İnsan, arkada kalan bir yılın hesabını yapmaktan, gelecek bir yıl için ise umutlara kapılmaktan geri duramaz. Doğası bunu gerektirir. Murathan Mungan, bu hesabın az-biraz bize yansımasını bu doğayla, bu doğallıkla dile getirir ve hislerimize tercüman olur. Çekinmeden sorar o. Hiç çekinmeden. Hem de yine ‘mırıldanırken’ sorar:

“…..Kırdım mı, incittim mi birilerini?
Kimleri kazandım, yitirdiklerim kimler.
Kendimi yeniledim mi yazdıklarımda?
Yeniden düşünmeliyim
Dostluklarımı, ilişkilerimi.
Dağınık yatağım, mutsuz yatağım
Çoğalttım mı eksiklerimi?....”

Dünyaya damgasını vuran siyasi lider kim? Sadece Amerika’ya değil tüm dünyaya umut olan ABD’nin ilk siyahi başkanı Barack Obama mı, yoksa Davos’ta “1 minute” çıkışıyla dünyayı konuşturan Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan mı? Yılın olayı ne? Türkiye’yi çalkalayan Ergenekon Davası mı, kozmik arama-taramalar mı, pop müziğin kralı Michael Jackson’ın ölümü mü? Yaaa… İçimizdeki özel sorulara bir de çevremizdeki, dünyamızdaki sorular ekledik yılın son günlerinde. Peki, hesabın içinden nasıl çıkacağız? Elbette herkes kendince ‘içten’ yanıtlarını verecek, daha bir rahat uyuyabilmek için. Yanıtları vermezseniz, kendinize bir yeni yıl kartı yazamazsınız. İç siyaset için de, dış politika için de, zevkleriniz, düşleriniz, arkadaşlarınız, aşklarınız için de yanıtlar sizde. Yoksa, yoksa, hesap-kitap işinde sıkı çakarsınız. Hatta çakılı kalırsınız. Yoksa... Bu yeni yıl hesabının yer aldığı ‘Mırıldandıklarım’ kitabı için Murathan Mungan demişti ki, bir keresinde…. “Yoksa, siz mırıldanmanın başındaki ilk 4 dizede bir yıl daha asılı kalırsınız…” :

“Bir yıl daha bitiyor
İşte bu kadar duru,bu kadar yalın
Bu kadar el değmemiş
Sıradan bir gerçeği daha kolları bağlı hayatımızın…”

Neyse, neyse… Bu hesap-kitap işini pek deşmemekte fayda var. Ben sadece kendime ve size bir yeni yıl kartı yazmak isterken, sözü biraz uzattım.. Hepinize MUTLU YILLAR…Happy New Year, Kirîsmes u salî nwêtan lê pîroz bê, Gelukkige Nuwe Jaar, Szczesliwego Nowego roku, Gott Nytt Ar, Akemashite Omedetou Gozaimasu, Feliz ano novo, Buon Copo d’ Anno, Gutes Neves Jahr...

25 Aralık 2009 Cuma

Büyük resme bakın, büyük resme !


İsveç’in Ankara büyükelçileri için Çankaya’ya doğru uzanan Cinnah yolunun hemen sol başına oturtulmuş rezidansın en güzel duvarında, Atatürk’ün en sevdiğim fotoğraflarından biri duruyor. Bu fotoğrafta Atatürk, 1934’te Ankara’ya kendisini ziyarete gelen zamanın İsveç Veliaht Prensi 6. Gustaf’a, Çankaya sırtlarında ‘modern Türkiye Cumhuriyeti’ni nasıl kurduğunu ve Türkiye’nin Avrupa standartlarına kavuşması için kafasındaki projeleri anlatıyor. Türkiye’yi medeniyete kavuşturmak için arkasına halkı alıp, o zamanlar reform üstüne reform yapan Atatürk, bugün halen krallığı sembolük de olsa yaşatan, dünyanın en kalkınmış ülkeleri arasında yıldızı parlayan İsveç için de özel bir lider. O, bir halkın istediğinde nasıl reformist olabileceğinin en güzel kanıtı.

Atatürk, en güzel fotoğraflarından biri olan 1934’teki bu fotoğrafın üstünden 4 yıl geçtikten sonra ne yazık ki hayatını kaybediyor. Sonrası Türkiye için gel-git’lerle dolu. ‘Demokrasi, cumhuriyet, laiklik’ nerdeyse onu eline, diline alan tüm yöneticiler için ‘var olma siyaseti’nin temel malzemesi oluyor. Ülke her çeşit darbeyi, yoksulluğu, yolsuzluğu görüyor. Ama bir yandan da kalkınma yolunda ilerliyor. “O kadar da olsun artık” demeyeceğim ama sonra bu ülke sürekli yok ‘bölücülük’, yok ‘Kürt-Türk kimliği’, yok ‘türbanlısın-değilsin’, yok ‘irticacısın-derin devletçisin’ gibi ne yazık ki, içleri hiçbir aklı yerinde tarafından doldurulamamış tartışmalarla zaman kaybediyor. Şimdi de Türkiye “açılsın mı-açılmasın mı. Bu Kürtleri ne yapacağız. Türkler’e neler oluyor” tartışması. Türkiye’de son dönemde yaşananları alt alta bir koyun, insana doğrudan fenalık geliyor. Toplumda “Yok yok, bu iş olmayacak. Biz adam olamayacağız” diyenlerin sayısı artıyor.

Ama bakın; Avrupa’da dini, dili, ırkı ve renkleri siyaset malzemesi olarak kullanmaktan neredeyse tamamen uzaklaştıkları için uluslar arası çatışmaların çözümü sözkonusu olduğunda başvurulan devletlerden biri olan İsveç, hatalarımızı ve doğrularımızı nasıl görüyor. “Onların işi, zaten Türkiye’nin içişlerine karışmak” diyenlere de, “Siz, içişlerinizde boğulmakta kararlı olabilirsiniz ama Türkiye’nin aklı başındaki nüfusu sizi umursamıyor” demek istiyor ve yoluma devam ediyorum.

4 yıl Türkiye’yi en objektif gözle değerlendirmek için sadece TBMM’yi, siyasi partileri değil üniversiteleri, köyleri, okulları gezen Büyükelçi Christer, “Yapılan yanlış şudur: O da insanları, toplumları, siyasi partileri, her kimi olursa olsun tek bir sözü ve hareketi ile değerlendirmek. Büyük fotoğrafı görme yeteneğinin gelişmesi gerekiyor.” Görüyor musunuz, görüyor musunuz büyük fotoğrafı, büyük haritayı. Christer, açıyor büyük fotoğrafı, diyor ki, “Bu ülkede açık bir tartışma ortamı var. Öyle önemli ki herkesin konuşması . Herkesin kendi fikrini ortaya koyması.” Yani, bugün kavga-gürültü edenler, yarın konuşa konuşa anlaşabilir. Tabii bu, çıkar uğruna değil. Christer diyor ki, “Avrupa’yı Hristiyan klübü görenlere biz aldırış etmiyoruz. Türkiye, niye aldırış etsin ki”. Doğru, niye etsin ki? Avrupa’nın içinde 15 milyon Müslüman, Yahudi, Ateist var. Her çeşit adam var. Sadece Hristiyanlar yaşamıyor Avupa’da. Tamam, unutalım bunu olur mu. “Bu Hristiyan klubü AB, Müslüman Türkiye’yi istemiyor” demeyelim mesela. Ne diyelim? Christer diyor ki; söyleyecek çok sözümüz var. En güzelini yazayım mı buraya. Siz de çeşitlendirin olmazsa: “Arkamızda Atatürk reformları var. Onun reformlarından daha güzellerini yapıyoruz şimdi. Dahasını da yapacağız. İlerleyeceğiz.”

24 Aralık 2009 Perşembe

Merry Christmas / Mutlu Noeller ............................... 2010 - the year that won't suck


O, bugün çok heyecanlı. Akşama, Cenevre’den gelecek eşini karşılayacak. Daha sonra Londra’dan kızı, sonra da Ortadoğu’dan oğlu gelecek. Tüm aile bireyleri, 2 milyar Hristiyan dünyasının özenle kutladığı Noel bayramını beraber geçirecek. Bugün akşamki Noel yemeğinde ‘barış ve hoşgörü’ için kadehler birlikte kaldırılacak. Yarın Noel bayramı. Bir kucaklaşma, pir kucaklaşma. Küçükler, büyükleri öpecek, büyükler küçükleri kucaklayacak. Işıltılı çam ağacının dibinde hediyeler açılacak. Bildiğiniz bayram yani. İster ‘yeni yıl’ deyin, ister ‘Christmas’, ister ‘Noel’. Müslüman dünyasında yaşayan birçok insan da takvimler 2009’a ‘elveda’ derken, yani 31 Aralık gecesi aynı şeyleri yapacak. Kimi ateistler de, kimi Budistler de. Kimi inananlar da, inanmayanların birçoğu da. Herkeste ama herkeste 2010 heyecanı var. Gıcır gıcır bir yılımız olmasına çok az kaldı. Gıcır gıcır umutlarımız, gıcır gıcır planlarımız, gıcır gıcır hedeflerimiz…

Umut, plan, hedef, heyecan…Hepsi ama hepsi, paylaşınca güzel işte. Yeter ki seni anlayan, seni bilen, seni dinleyen, sana kulak veren, senin kalp çarpıntına ortak olan, seninle aynı ruhu yakalayabilen biriyle paylaş. İster Müslüman, ister Hristiyan, ister Yahudi, ister Budist, ister ateist. Ne farkeder. Paylaşabileceğine inandığınla paylaş. O da, buna inandığı için benimle paylaştı. Benim aracılığımla, benim okurlarımla paylaştı. Avrupa’yla Türkiye’yi buluşturduğunu, İsveç halkıyla Türk halkını kaynaştırdığını düşündü. “Bayram günündeyiz” dedi, “barış ve hoşgörü” mesajı verdi.

Evet. İsveç’in “Türkiye hayranı” Ankara Büyükelçisi Christer Asp’la bu kez Noel öncesinde buluştuk. Noel öncesi 2009’un son konuğu olduğum evinde, ışıl ışıl bir yeni yıl ağacına birlikte sarıldık. Ben öyle bir moddayım ki son dönemde, işin içinden çıkamıyorum. Sanki Türkiye’de demokrasi sürekli kan kaybediyor, daha çok insan hakları ve barış için zar zor asıldığımız Avrupa Birliği (AB) treni yine kaçıyor, ülkede kötü kötü savaş rüzgarları esiyor, Kürtler mi haklı, Türkler mi saldırgan, Türkiye’de neler oluyor diyorum. Sonra tek tek toparlıyorum. Demokrasimiz çok genç, çok kırılgan. Konuşa konuşa öğreneceğiz diyorum. Yeter ki insanlar konuşsun, yeter ki tartışsın. Yanlışlar düzelir mi, umut var mı, Türkiye’de gerçekten reform yapılıyor mu, ilerliyor muyuz, geriliyor muyuz?

Büyükelçi Asp, 4 yıl önce geldiği Türkiye ile bugünkü arasında dağlar kadar fark olduğunu söyleyip, bana umut vermeye çalışıyor: “Hilal, inan. Hiç şüphem yok. Senin de olmasın. Türkiye’nin demokrasi ve insan hakları uğruna girdiği AB yolundan çıkması, başka başka yollara sapması mümkün değil. Sağlıklı her toplumun geçirmesi gereken evreler yaşanıyor. Ne güzel ki, insanlar konuşuyor. Ortaya bir sürü fikirler çıkıyor. Türkiye, tarihinin en reformist dönemlerinden birini yaşıyor.”…Dahası var, dahası var…!

Büyükelçi Christer, “Son 6 aydır AB Dönem Başkanı olarak Türkiye’yle üyelik müzakereleri yürüten Avrupalı bir diplomat bu kadar mı pembe tablo çizer. Bu kadar mı Polyannacı olur” diye düşündüğümü söylememe gerek kalmadan beni anlıyor olacak ki, AB’ye üye olmak için ülkelerin ne kadar sancı çektiğini anlatıyor bir bir. Acı çekmeden, başarı yok. Emek olmadan hiçbirşey olmuyor. Kötü bir depremin ardından insanlara yardım etmek için gittiği Puket Adası’nda 8 ay kaldıktan sonra 2005 başında Türkiye’ye geldiğini anlatırken “Onca zor bir zamandan, zor bir mekandan sonra Türkiye’de hayat buldum. Türkiye benim ikinci evim ve Türkiye’nin gittikçe AB’ye yakınlaştığına inanıyorum” diyor.

Oh be ! Canımız sıkılınca siyasi parti falan kapatıyoruz, kadın-erkek eşitliğinde hep sınıfta kalıyoruz, altta kalanın canı çıksın felsefesine yapıştıkça yapışıyoruz gibi ama görüyorsunuz halen şansımız var. Bunu ben değil, Türkiye’de dolu dolu 4 yıl geçirmiş, çoğu zaman gözümüze ‘yalnız ama güzel’ görünen ülkemizi adım adım dolaşmış, insanlarımızla konuşmuş, yöneticilerimizle tartışmış Avrupa’nın demokrasideki doymuş yağ oranı en yüksek ülkelerinden biri olan İsveç’ten uzman bir büyükelçi söylüyor. Son 6 altı aydır AB dönem başkanı İsveç adına Türkiye ile demokrasi, insan hakları pazarlığı yapan bir müzakereci söylüyor. Hatta, “Neden Türkiye’ye yerleşmeyeyim ki, emekli olunca. Bu ülke gerçekten çok güzel. Haydi biraz farkına varın. Demokrasi ve sivil haklar için daha çok çalışın. Karşılığını mutlaka alacaksınız. Sorun, sorgulayın. Yılmayın” diyor.

Evet, kimbilir belki de 2009’da çok acılar yaşadık, çok kırıldık ya da üzüldük. Ama bir o kadar sevindik, bir o kadar güçlendik. Güneşi, yazı, kışı gördük. Bölündük ama toparlandık. Yargılandık ama belki aklandık. Darbe aldık ama yeniden ayağa kalktık. Şimdi yeni bir yılımız olacak. 2010’nun daha iyi bir yıl olması için elimizde kapı gibi bir nedenimiz var. Umutlarımızı yeniliyoruz. Madem bayram var ortada. Noel bayramı. I wish all my friends a Merry Christmas….Mutlu Noeller… !!! Christer, bayram diye önce pembe tablo çizdi anlaşılan ama sancıları da not edeceğiz ki, kayıtlara geçsin di mi... Öyleyse, devamı bir sonraki yazıya…

21 Aralık 2009 Pazartesi

Otobüse binmiş AB ekibi


Onlar bugün Brüksel’deler. ‘Çevre’ başlığında, Avrupa Birliği(AB)ile üyelik müzakerelerini başlatacaklar. Neyse ki, yıl bitmeden nur topu gibi iki müzakere başlığı Türkiye’nin elinde olacak. Hatırlayın; Türkiye, yılın ilk yarısında ‘vergilendirme’ başlığında müzakerelere başlamıştı. “Topu topu iki başlığımız mı var elimizde” demeyin. Fotoğrafın en solunda gördüğünüz AB Genel Sekreterliği’nin yakışıklı genel sekreteri Volkan Bozkır’dan “Ah ah! Sayı saymayı bilmiyorsan, Fenerbahçe’nin yıl boyunca attığı golleri alt alta koy, topla. Bir güzel alıştırma yap” lafını bile yersiniz. Bu lafı topluca yemeyelim diye buraya AB Genel Sekreterliği’nden aldığım bilgileri özenle yerleştiriyorum. Yararlanmayan kalmasın: Türkiye, toplam 33 müzakere başlığında ‘açma-kapama ve onaylama’ işlemlerinden başarıyla geçtikten sonra ancak AB üyeliğini göğüsleyecek. ‘Çevre’ başlığının daha diplomatik deyimiyle ‘faslı’nın açılmasıyla Türkiye’nin üyelik yolunda açtığı müzakere başlık sayısı 12’ye yükselecek. “33’ten 12 çıktı mı” diye sorabilirsiniz ama sormayın. Çıkmadı, çünkü 12 müzakere başlığından sadece bir başlığı kapatabildik. O da ‘Bilim ve Araştırma’. Diğer başlıklar açıldı da ne oldu? Türkiye’nin önüne engel koyan üye ülkeler yüzünden (Fransa, Kıbrıs Rum Yönetimi, Yunanistan...) kapanamadı. Oy birliği olmazsa kapatamıyor arkadaşlar.

Daha iki satır ‘açma-kapama’ işlemi üzerine yazdım, fenalık geldi. Boşuna değil Volkan Bey’in bu kadar kendini Fenerbahçe’ye adaması, zaman zaman gazetecilerin kendisine yönelttiği AB sorularını “Goool, Goooollll” diye geçiştirmesi. Yoksa bu AB işine yıllardır kimse dayanamazdı. Brüksel dönüşü Ankara’da da AB’nin direksiyonunu çeviriyor. AB stresinden uzak yaşaması için Volkan Bey’in daha çok Fenerbahçe maçı izlemesini destekliyorum. Eminim Fenerbahçe gol attıkça, zaferden zafere koştukça Volkan Bey de iştahlanacak, AB’ye kök söktürecek. Tamam, arada bana da söktürebilir. En azından öğrenmeye çalışıyorum değil mi Volkan Bey. Onca sözünüzün arasından bir de tek tek Fenerbahçe’leri ayıklıyorum, çalışıyorum. Hakkımı isterim!

Konya dönüşü lüks Ulusoy otobüsümüze bir baktık, misafir geliyor. Türkiye’nin genç yüzünün ifadesi AB Başmüzakerecisi Egemen Bağış ile AB Genel Sekreteri Volkan Bozkır heyecanlı bakışlarımız altında arka koltuğa yerleştiler. Şeb-i Arus törenleri için Konya’da toplanan AB büyükelçilerine “Bakın haaa, üyelikte çok kararlıyız” demekten yorulmadılar. Bir de bizim sorularımızı yanıtladılar. Mevlana sabrını kapmışlar ki, vay AB’nin haline.

Egemen Bey’in ‘çok sağlamcı’ olduğunu fotoğrafa bir daha bakıp anlayabilirsiniz. Sağına Volkan Bey’i aldığı yetmiyor, soluna da gönlünü AB’ye kaptırmış, AB de gönlünü Türkiye’ye kaptırsın diye kendini uykudan muaf tutmuş ‘Türkiye’nin en parlak diplomatı yarışması’ düzenlense kesin birinci çıkacak Faruk Kaymakçı’yı oturtuyor. Ekibe bakar mısınız... AB yolunda ancak arada bir Fenerbahçe performansını düşürürse sekleyebiliriz. Niye, Volkan Bey’in morali mi bozulur? Hiç de bile. Volkan Bey, zafer için B planları üzerinde daha çok çalışır. Belki biraz zaman kaybedilir ama yanında bir Bağış, bir de Kaymakçı var. Yok, yok, sekme şansı yok… Volkan Bey’den kaçar mı. O, ne yapar-eder bir gol atar.

Ama bu 3’lünün işinin aslında ne kadar da zor olduğunu bir kez daha yazmalıyım buraya. Türkiye'nin AB’ye katılım müzakerelerinde, limanların Rum Yönetimi’ne açılmaması nedeniyle 8 fasıl 2006’da AB tarafından dondurulmuştu. Türkiye'nin üyeliğine karşı çıkan Fransa 5 faslı, ikili anlaşmazlıkları bahane eden Rum yönetimi de 6 faslı tek yanlı engelliyor. Volkan Bey, burada toplama çıkarma işlemlerini nasıl yapacak ve bizi nasıl mutlu edecek göreceğiz ama Faruk’un daha binlerce gece uykusuz kalacağı kesin. Bir yandan AB, bir yandan da Türk kamuoyunun ilgisini Türkiye-AB birlikteliğine yoğunlaştırmak için proje üstüne proje yürütecek. Eeee… O da, sadece AB Genel Sekreterliği’nin ‘AB iletişim başkanı’ değil, hepimizin iletişim başkanı. Ne zaman arasam “Çabuk söyle” yanıtını alıyor ve terslendiğim için mutlu oluyorum. Faruk, sen yeter ki çalış arkadaşım… !

Egemen Bağış için bir satır bile yazmama gerek yok. Herkes biliyor ki, eğer Volkan Bey ve Faruk, arkalarındaki dev kadroların dinamizmini, AB heyecanını sürekli Bakan Bağış’a hissettirirlerse, siyaseten de karşılığını alırlar. Çünkü o, gerçekten AB’ye bakıyor. Çünkü o, gerçekten AB’den Sorumlu Devlet Bakanı. Çünkü o, gerçekten sorumluluğunu biliyor...

17 Aralık 2009 Perşembe

Konya'da bir düğün gecesi....Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol (Pacta sunt servanda)



Bizler; tüm Müslümanlar, Hristiyanlar, inananlar ve inanmayanlar, insanoğlunun dışında bir ‘yaratıcı’ olabileceğine olasılık dahi tanımayanlar Mevlana’nın düğün gecesinde toplandık. Nam-ı diğer  Şeb-i Arus’un 736. sına tanıklık ediyoruz. İnsana sanki tüm dünyayı içine alabilecek kadar büyükmüş hissi veren Sema salonunda, tam sağımda bir Bulgar, tam solumda bir İtalyan oturuyor. Bu salonda Başbakan Tayyip Erdoğan, CHP lideri Deniz Baykal ve kimi zaman sadece ‘baktıkları’ için bakan olduklarını düşündüğüm isimler de var. Milli Eğitim’e bakan Nimet Çubukçu, Tarım’a bakan Mehdi Eker. Ama benim değil, tam solumdaki İtalyan’ın tanımıyla “sosyal, uluslar arası bir kişilik olmayı başarmış, kültürleri kaynaştırmış, enerjik” Türkiye’nin AB Başmüzakerecisi Egemen Bağış da bu salonda oturuyor. “Ne olduysak geldik, kim olduysak geldik”, utanmadan, çekinmeden…



Sahi neydi bu gelmek ? İnsanı, şöyle ciğerinin tam orta yerinden söken bir musikiyle birlikte sahneye çıkan tasavvuf müziğinin ünlü ismi Ahmet Özhan, nasıl da güzel açıklıyordu: Güzeli görmek, güzele gelmek, hoş gelmek, hoşa gelmek, doğruya gelmek, iyilik ve kardeşlik için gelmek, kin ve nefreti unutup, barışa gelmek... "Gel, ne olursan gel. Yine gel, yine gel…! Bir müzik topluluğu bu kadar mı insanı çarpar demek istiyorum bu arada. Ahmet Özhan yönetimindeki İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğu’nu bir şekilde yakalayıp dinlemelisiniz. Ruhunuzu sakinleştirmek, yaşadığınız her geceyi ayrı bir düğün gecesine çevirmek için arada bir bu topluluğa kulak vermelisiniz…

Daha sözümüz var size. Salonda çıkıp sadece ‘Türk milliyetçiliği’ vurgusu yapan CHP lideri Baykal’a, sesinin onca çatallaşmasına karşın ‘kardeşlik, kardeşlik’ diye çırpınan Başbakan Erdoğan’a, kendini insan haklarının tarlası zanneden Avrupa Birliği ülkelerinin Türkiye’deki temsilcilerine, büyükelçilere. Hepinize sözümüz var. Onca musikiyle çarpılmışken, yoğrulmuşken Mevlana’nın hoşgörüsü ve sevgisiyle Ahmet Özhan söyleyecek size sözü. İşte başladı bile. Mevlana, insana “Şu olmak, bu olmak kolaydır. Ama adam olmak zordur” der. Adam olmak, sözünün eri olmayı gerektirir. Boş konuşmaz adam olan. Laf kalabalığı yapmaz. Ağzından çıkan söz, güven verir. “Ahde vefa” dır bu. Konuştuğu sözlerin arkasında durmak, sözlerini tutmak, adam olmanın temel koşuludur. Size küçük bir hatırlatma yani Mevlana’dan. Size, siz AB ülkelerine. Türkiye’ye verdiğiniz sözleri tutmayacaksanız, AB’ye tam üyelik yerine ‘ayrıcalıklı ortaklıktan’ sözedecekseniz size daha da güvenmeyiz. Sizi daha da adamdan saymayız. Aaaaaaa, gerçekten 1 minute : Pacta sunt servanda. (ya da) Either exist as you are or be as you look. Ya da, “Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol”


Dervişler birer birer göründüğünde salonda, küçüklü büyüklü dervişler. Salonu musiki kapladığında belki de herkes kendi iç sorgulamasını yapmaya başlamıştı. Hem de yeni yıla girmeye günler kala buluşulan bu düğün gecesinde, Mevlana’nın “Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol” felsefesiyle başbaşa kalınmıştı. Dervişler döne dururken, Mevlana’yla yaratıcıyı buluştururken, herkes için ayrı ama herkesi aynı kapıda buluşturan bir anlamı olduğu ortaya çıkıyordu bu gecenin. Sahi, hadi siz de durun ve soluklanın. Düşünün Mevlana aşkına “Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol” deyin kendi kendinize. Beni Konya’da uykusuz bıraktıysa bu halde Mevlana, sizi de olduğunuz yerlerde düşüncelere sevketmeli. Yok düşünemiyorsanız demek ki siz hiç aşık olmadınız… Hiç kendinizi konuşturmadınız, kendinizi oynamadınız. Ama tavsiyem: vakit varken aşkı kaçırmayın, hele kendinizi, gerçek benliğinizi tanımayı hiç kaçırmayın.

16 Aralık 2009 Çarşamba

Ey Mevlana...Ey Hoşgörü...Ey Konya...Ey Türkiye !!!



"Öldüğüm gün tabutum götürülürken, bende bu 'dünya derdi' var sanma...
Benim için ağlama, 'yazık, vah vah' deme;
Şeytanın tuzağına düşersen, o zaman 'eyvah' demenin sırasıdır,
Cenazemi gördüğün zaman 'firak, ayrılık' deme,
Benim kavuşmam, buluşmam işte o zamandır"

Onu nasıl tanımlasam. Hoşgörü mü desem, aşk mı? Sabır mı desem, kalp mi? Heyecan mı desem, sevgi mi? Saygı mı...Ey Aşk, Ey Sevgi, Ey Kalp ! Ey, Hazreti Mevlana...!

Demek seninle 'düğün gecesi'nde buluşacağız. Yani Şeb-i Arus'da. Sen 17 Aralık gecesi aşkla bağlandığın yaratıcına kavuştuğunda, "Bana öldü demeyin, kavuştum. Bugün düğün gecesi" demiştin. Demek, bu geceyi seninle yeniden ama yeniden yaşayacağız. Demek; sevgiyle, aşkla, heyecanla ve hoşgörüyle dolacağız. "İyi Kürt-Kötü Kürt", "İyi Türk-Kötü Türk" diye ülkemiz insanının birbirini boğmak için fırsat kollladığı bir dönemde, demek seninle umut bulacağız. Barış çağrısı yapacağız:

"Gel, gel, ne olursan ol yine gel,
İster kafir, ister mecusi, ister puta tapan ol, yine gel
Bizim dergahımız ümitsizlik dergahı değildir,
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel..."

Evet, Mevlana'nın yaratıcıya kavuştuğu 17 Aralık gecesi, dünyanın en güzel törenleriyle anılıyor. Tam 736. düğün gecesi: Şeb-i Arus..(ölüm yok, ölüm yok) Burada kimi tekrarlar yaptığımın farkındayım. Tekrarlıyorum, çünkü ne yazık ki etrafımdaki birçok insanın Mevlana'yı tanımadığını, anlamadığını öğrenmiş bulunuyorum.

Bu yıl Konya'daki Şeb-i Arus törenlerinin Avrupa Birliği (AB) yoluna baş koymuş Türkiye için özel bir anlamı var. Bu yol biliyorsunuz, "AB'ye üye olduk, olmadık" yolu değil. Bu yol daha çok demokrasi, daha çok insan hakları, daha çok kardeşlik, daha çok insan hayatı yolu. Bu yol, standart yolu. Artık cümle alem biliyor ki, Türkiye'nin üye olup, olmamaktan öte meseleleri var. Bireylerin bireyleştiği, sosyal toplumun canlandığı, insan haklarının yüceldiği bir toplum için uğraşıyoruz, didiniyoruz. Ama sonra bakıyoruz birileri çıkıyor "Ben PKK'dan besleniyorum" diyor, sonra birileri çıkıp, "Sen böyle dersen, biz de seni öcü ilan ederiz" diyor. Ortada ne anlayış kalıyor, ne saygı, ne sevgi. Bir anda bütün değerlerimiz altüst oluyor. Demokrasimiz gün geçtikçe kan kaybediyor...

İşte, 'daha çok demokrasi' yoluna baş koyan büyüklerimizden biri olan AB Başmüzakerecimiz Egemen Bağış, bu yıl Şeb-i Arus törenlerinde Türkiye'nin hoşgörüye inancını tüm AB büyükelçileriyle birlikte bir kez daha dile getirecek. Konya yolundayız. Mevlana yolunda. Afganistan'da doğup Anadolu'ya yerleşen, kimine göre Türk, kimine göre Tacik, kimine göre İran'lı düşün adamı, şair, tasavvufun öncüsü Mevlana, 1232'de uğradığı Konya'dan tüm dünyaya seslendi. 25 bin 700 beyitten oluşan ünlü Mesnevi'sini aşk adına, hoşgörü adına, barış adına burada yazdı. Burnumuzun dibindeki Konya'da yetişen bir gönül adamı tüm dünyaya barış mesajları verdi. Ama onu en çok bizden başkaları bildi, gördü, duydu. UNESCO, 2007'yi "Dünya Mevlana yılı" ilan etmişti. Böylelikle, Türkiye'yi hoşgörünün adresi göstermişti.

Hadi açın, açın, çevirin sayfaları bir bir. Yazın neler okuduk, bakın şimdi neler oluyor ülkemizde. Elif Şafak'ın yazdığı "AŞK" kitabını neredeyse ezberlemiş, Ahmet Ümit'in "Bab-ı Esrar"ından büyülenmiştiniz. Mevlanın öykülerinden beslenen bu kitaplar aracılığıyla bütün problemlerin sevgiyle ve hoşgörüyle çözüleceğinin bir kez daha farkına varmıştınız. Hadi, hadi, bir kez daha farkına varın. Ben size Şeb-i Arus gecesinden, siyasetten ve Mevlana'dan çok sözedeceğim ama siz de birazcık çalışın olur mu. Mevlana için değer. Hoşgörü için değer. Aşk için değer....Ülkemiz için çok değer !

12 Aralık 2009 Cumartesi

DTP is closed.... !!! Kapatıldı...Mutlu musunuz ?



Televizyonda "Bugün son basın toplantımı yapıyorum" diyen üzgün bir adam vardı. Son 2.5 yıldır TBMM çatısı altında olan partisinin, dün akşam Anayasa Mahkemesi'nin verdiği kararla kapandığını öğrenmiş olmanın hüznüyle konuşuyordu. Partisi DTP (Demokratik Toplum Partisi) artık yoktu. O artık, DTP'nin genel başkanı değildi. Tam 5 yıl siyaset yapamayacaktı. Adı Ahmet, soyadı Türk'tü. "Bölücü eylemlerin odağı, terör örgütü PKK'yla bağlantılı olmakla" suçlanmıştı. Sadece o değil. DTP'den diğerleri: Eşbaşkan Aysel Tuğluk da dahil, 37 kişiye 5 yıl siyaset yasaktı.

Ahmet Türk'ü bu kez televizyondan izlemek ne kadar da iç sızlatıcıydı. "Hep barışı savundum. Kan, kanla temizlenmez. Bugün barış isteyenler terörist ilan edilmiştir. Hiçbir konuşmamda bu iş şiddetle çözülür lafı bulamazsınız" diyen bu adam, Anayasa Mahkemesi'nin 'siyasi' bir karar verdiğini düşünüyor, hükümet partisi AKP'nin sadece kendisi için demokrasi istediğinden yakınıyordu. Ahmet Türk, kendisini suskun suskun dinleyen kalabalığın arasından çekip giderken, partisinin de meclisten çekildiğini söylüyor ama ekliyordu: "Demokratik siyaset sürecek."

Nasıl sürecek, ama nasıl? Yeni bir parti daha kuracaklar, o parti de kapatılacak. PKK'yla yanyana, gözgöze, dizdize, gönül gönüle olacak yeni milletvekilleri daha çıkacak bu ülkenin bir yerlerinden, onlar da yasaklanacak. Kim ama kim, son verecek bu güzelim ülkemin insana acı veren kısır döngülerine. Bu kısır döngüler, yuvarlana yuvarlana büyüyecek ve mutsuzluğumun temel kaynağı olacak. Demokrasimiz ne yazık ki, hep kanayacak. Kim DTP'ye ne kadar inanıyor, kim AKP'yi gerçekten demokratik buluyor, kim Türkiye'nin özgür ve mutlu olduğunu düşünüyor. Kim, inandığı değerlere sonuna kadar sahip çıkıyor. Ahmet Türk üzgün de, bugün kendini 'Kemalist' zannedenler çok mu mutlu. AKP'yi düzenbaz bulup, kendini 'demokratik' sayan kaç kişi ya da grup, bu ülke adına birşeyler yaptı, yapıyor?

Hadi birşey yapalım ülkemiz için! Elektronik posta adreslerimize hergün yüzlerce mesaj yağıyor. Hepsi ama hepsi "Hadi birşeyler yapalım" diyor. Ne yapalım? Bildikleri tek şey var ama tek şey. "Alalım elimize Türk bayraklarını, Anıtkabir'e yürüyelim". Bir başka şey daha, "AKP'ye ya da DTP'ye karşı 1 milyon kişi bulalım, eylem yapalım. AKP'nin ampülünü söndürelim, DTP'yi karanlığa gömelim." Ülkemiz için birşey yapmak bu mudur? Bunları düşünenlerin acaba kaçı, bu ülkede kaç çocuğun okula, kaç işsizin işe, kaç öğretmenin teknolojiye, kaç trenin yenilenmeye, kaç uçağın ekstra bakıma ihtiyacı olduğunu düşündü. Hastanede yatak bulamayan kaç kişi var bu ülkede. Aç uyuyan kaç çocuk. Bilgisayarın 'b'siyle tanışamayan kaç insan?

Bu soruların yanıtlarını gösteren rakamlar çok korkunç. Daha da korkuncunu söylemek zorundayım burada. Hem kendim hem sizin için not etmeliyim. Türkiye'nin son 30 yılına damgasını vuran terör yüzünden 45 bine yakın insan hayatını kaybetti. Son 22 yılda Türkiye'nin terör kaybı tam 1 trilyon dolar. Doğu ve Güneydoğu'ya hayat vermek için gözünü diktiğimiz Güneydoğu Anadolu Projesi'nin (GAP) maliyeti ise 32 milyar dolar. Yani terör olmasaydı, 10 GAP'ımız olacaktı. Yani terör olmasaydı, 4 milyon insan iş bulabilecekti. Terör kimi besliyor, kan kimi? Ahmet Türk üzgünse, siz çok mu mutlusunuz. Sahi, bu ülkede mutlu musunuz?

10 Aralık 2009 Perşembe

Yok, yok...Global Warming yok...!!!!


Dan Wilson gibi bir çevre uzmanı diplomat bulmuşken, ‘küresel ısınma’ dediğimiz kavramın derinliklerine doğru biraz daha ilerlememiz gerekiyor. Bağlayın kemerlerinizi, gidiyoruz…

1750’de sanayi devriminin başlamasıyla birlikte ilk kez insanların da iklimi etkilemeye başladığı bir döneme girildi. İnsanların çeşitli aktiviteleri sonucunda meydana gelen "sera gazları" olarak nitelenen (karbon dioksit, di azot monoksit, metan, su buharı, kloroflorokarbon) gibi gazların miktarlarının artması sonucunda yeryüzüne yakın atmosfer tabakaları ve katlarında ısınma tespit edildi. Bu ısının etkisi, zengin-fakir demeden her ülkeye yansıdığından, iklimde yaşanan bu değişikliğe ‘küresel ısınma’ adı verildi.

Küresel ısınmaya yol açan sera gazlarının artmasına; temel olarak, fosil yakıtların yakılması (enerji ve çevrim), sanayi ( kimyasal süreçler ve çimento üretimi gibi), ulaştırma, arazi kullanımı değişikliği, katı atık yönetimi ve tarımsal ( anız yakma, çeltik üretimi, hayvancılık ve gübreleme ) etkinliklerden kaynaklanan durumlar neden oluyor. Atmosfere salınan insan kaynaklı sera gazı salımları nedeniyle, küresel karbon dengesi bozuluyor. Bu denge bozulunca, iklim de afallıyor. Bu yüzden atmosfere salınan sera gazı salımlarının sınırlandırılması, iklim değişikliğini engellemenin temel yolu olarak görülüyor. Sonrasında da bunu sağlamak için büyük büyük, akıllı insanlar 1997’de Japonya’da Kyoto Sözleşmesi’ni yürürlüğe koyuyor. Amerika’nın halen taraf olmadığı bu sözleşmeyi, Türkiye de daha bu şubatta hayata geçirdi. Ülkelere, atmosfere yaydıkları sera gazını belli bir seviyede tutma zorunluluğu getiren bu sözleşmeyi istemeyen Amerika’ya burada koca bir ‘yuuuuuh’ çekebilirsiniz ama bakın Sevgili Obama Nobel Barış Ödülü’nü kaptığı gibi daha da süperleşecek ve Kopenhag’da önümüzdeki iki hafta boyunca sürecek ‘İklim Değişikliği Konferansı’ndan çıkacak sonuçlara ülkesinin en üst düzeyde desteğini ilan edecek. Kyoto’nun 2012’de süresi doluyor ya, iklim değişikliğiyle mücadelede öncü ülkelerin başında gelen İngiltere, ülkeleri daha bir hizaya getirecek yeni bir anlaşmanın temellerinin atılmasını istiyor, bu konferans sonucunda.

Bu İngiltere cidden iddialı küresel ısınmayla savaşta. Mesela AB ülkeleri, 2020’ye kadar sera etkisi yapan gazların salımının 1990’a göre yüzde 20 oranında azaltılması konusunda anlaşmış. Aday ülkelere de, (Türkiye gibi) “Sen de buna uyacaksın” talimatı göndermiş. Ama İngiltere’ye bakın. Sera gazlarını 2050 yılına kadar önce yüzde 60 azaltma hedefi koyan İngiltere, bu hedefi yüzde 80’a çıkarmış. Dünyanın en iddialı ülkesinin, en iddialı çevreci uzmanlarından biriyleyiz sevgili arkadaşlar. Dan Wilson diyor ki, bir ada ülkesi olsa da, suların gelecekte yükselme ihtimali olsa da İngiltere’de, küresel ısınma yüzünden önümüzdeki on yılda binlerce insanın ölebileceği hesaplanıyor. Ah, ah yine o isim karşımızda. İngiltere’nin karizması bin beşyüz, enerjisi 10 bin kilowatt olan dışişleri bakanı David Miliband, küresel iklim değişikliğiyle mücadeleyi en önemli dış politika önceliklerinden biri ilan etmiş. İlan etmekle kalmamış, Türkiye gibi ülkelere de yardıma hazır olduğunu söylemiş. Geldi söyledi Ankara’da. Ben tanıklık ettim. Türkiye’nin İngiltere sayesinde kapı gibi bir ‘iklim değişikliğiyle mücadele planı’ var. Adam gibi enerji santralleri, atmosferin karbon dengesini bozmayacak bir sanayi sistemine geçmemiz düş değil. Bu geçişin adı 'düşük karbon ekonomisi' olacak. Biraz çalışmak istiyor, biraz yorulmak o kadar.

İngiltere, Türk işadamlarına da düşük karbon ekonomisine geçiş için her türlü yardımı yapacak. Sanayici; çevre dostu sistemler kurarken, İngiltere’den yardım alabilecek. Bu yöndeki projenin her sanayiciye hizmet etmesi için İngiltere ile Türkiye arasında harıl harıl çalışılıyor. Herşey geleceğimiz için. Para bulacağız, yeter ki karbona son. Öyle ya, gelişmiş ülkelerin mesala 2020’den itibaren 100 milyar doları, düşük karbonlu kalkınma programları geliştirmeye bastırması gerekiyor. Kim ne kadar para bastıracak, yine Kopenhag’daki zirve sonrasında göreceğiz.

Burada güzel güzel ‘küresel ısınmayla mücadele’ yolunda ilerlerken araya girip, kötü haberci olacağım ama kusura bakmayın söyleyip, paylaşmak zorundayım. Türkiye’nin, 1990-2007 arasında sera gazı salım artışı yüzde 119 olarak belirlendi. Bu oran, dünyanın en hızlı artış oranı. Her konuda bir rekor kırmasak olmuyor yani. Türkiye’nin bu rekoru unutup, daha çevreci günlere doğru koşması, yani atmosfere daha düşük karbon salması, çevreci bir ekonomi sistemine geçmesi için 500 milyar dolarlık yatırıma ihtiyacı var. Korkmayın, sakin olun. Arkamızda İngiltere var. Daha daha, Amerika var. Bu konuda bize yardım etmezlerse, kendileri de etkileneceğinden, yardım garanti diyebiliriz. Ama Dan dedi ki, Türk yetkililer çevre için gün geçtikçe daha bilinçli hale geliyor. Ya biz, ya biz…? Sokaktaki insanlar. Onlar da, zamanla adam olacaklar. Kaçış yok. Ya çevre, ya çevre!

Alın size yine çok yakın bir örnek. Tabii ki İngiltere’nin Ankara Büyükelçiliği’nden sözedeceğim. Elçilik bahçesindeki havuzu güneş enerjisi paneliyle ısıtmaya, Türkiye genelindeki yeşillendirme çalışmalarını an be an kontrol eden büyükelçilik yönetimi, elçilik konutunda yağmur suyu biriktirme sistemi kurup, bu yılki su tüketimini yüzde 5 oranında azaltmayı başardı. En ekonomik ışıklandırma sistemi benimsenip bu yılki enerji tüketimi de yüzde 5 oranında azaltılacak.

Haydi, haydi….Hep birlikte karbondan kurtulalım. Kopenhag zirvesi sonrası, iklim değişikliği konusunda 192 ülkenin temsilcisi hayatımızı etkileyecek ne tür kararlara imza attı, mutlaka değerlendireceğiz elbet. Nasılsa Dan Wilson’umuz var. Yaşasın Dan Wilson, Yaşasın çevre. Yok, yok… Global Warming yok !!!

9 Aralık 2009 Çarşamba

Lütfen, Lütfen....Birazcık Çevre !


Karbon, küresel ısınma, Kyoto, iklim değişikliği ve Kopenhag. Çevirip, çevirip okuyorum olmuyor. 192 ülkenin temsilcisi BM İklim Konferansı için Kopenhag’da toplanmış, küresel ısınmanın hepimizin geleceğinin canına okumaması için neler yapılabileceğine kafa yormaya başlamış. Onlar iki hafta boyunca konuşacaklar ama bu süre içinde Grönland ve Antarktika’daki buzullar daha da eriyecek, dünyanın birçok yeri daha da ısınacak, Güney Doğu Anadolu kuraklığa bir adım daha atacak, açlıkla boğuşan Afrika’nın şansı biraz daha azalacak…Daha neler, neler. ??? “Kalk Hilal, kalk git. Bir uzman bul konuş, neler oluyor dünyamızda, nedir bu küresel ısınma vakasının boyutları” derken, kalktım gittim çok sıkı bir uzman buldum. Bayanlar, baylar….Buzda kayanlar, merdivenlerden düşenler…Size Dan Wilson’u takdim ediyorum.

Dan, küresel ısınmayla mücadelede dünyanın en iddialı ülkesi diye bilinen İngiltere’nin Ankara Büyükelçiliği’ndeki özel diplomatı. Küresel ısınmayla doğrudan ilgili çevre ve enerji alanlarına kafa yoruyor. Böylesi bir uzman ne diğer ülkelerin büyükelçiliklerinde ne de Türk Dışişleri Bakanlığı’nda var. Dan, hem büyükelçiliğin internet sayfasından kamuoyunu uyandırmaya çalışıyor hem de Türkiye’ye küresel ısınmayla mücadele yolunda bir eylem planı hazırlamakta yardımcı oluyor. Böylesi yoğun bir tempoda bana da vakit ayırdığı için onu izninizle ‘Lord’ ilan ediyorum. Bu genç, yakışıklı ve gelecek vaadeden, insana hayat aşılayan İngiliz diplomatı, ben ilan etmesem zaten hükümeti kesinlikle bir gün onu ya ‘Sir’ ya da ‘Lord’ ilan edecektir.

Bildiğiniz gibi iklim değişikliği; aralarında karbondioksitin de bulunduğu kimi zararlı gaz emisyonlarının atmosferde artması ve bunların sera etkisi yaratarak yeryüzü ısısını artırmasıyla ortaya çıkması bilimsel olarak beklenen bir felaket. Sorun küresel düzeyde olduğundan ve herkesi er-geç etkileyeceğinden adı oluyor ‘küresel iklim değişikliği’. Yani, öyle uyduruk 2012 filmine takılacağınıza bu konuya takılıp, uyanmanız, bilimsel gerçeklerle yaşayıp, ona göre hareket etmeniz gerekiyor. Siz ne kadar “O kadar da ısınmıyoruz” deseniz de, İngiliz bilim adamları 150 yıl önce kaydedilmeye başlanan sıcaklıklarla karşılaştırıldığında, bu yılın en sıcak beş yıldan biri olacağı sonucuna vardı. Küresel ısınmadan dolayı 2050’de dünyada 300 milyar dolarlık afet zararı bekleniyor. Türkçesi; Orman yangınları artacak, seller sular toprakları alıp götürecek, kuraklık artacak, insanlar aç kalacak. “Bana bir şey olmaz” diyebilirseniz, deyin...Asıl Dan’in ne dediği önemli. Açtı, haritayı gösterdi: Hepimiz tehlikedeyiz.

Türkiye, ünlü Kyoto Sözleşmesi’ni şubatta imzalamış, yürürlüğe koymuştu. Sözleşme, küresel ısınmaya karşı alınabilecek en etkili yöntemin, soruna yol açan sera gazı emisyonlarının kontrol altına alınması olduğunu cümle aleme duyurmuştu. Peki ne oluyor da, sera gazı etkisini artırıyoruz, bizim sera gazı etkisiyle ilgimiz ne? Dan diyor ki, dev elektrik santralleriyle, fabrikaları uygunsuz işleten ülkeler sera gazı emisyonlarını artırıyorlar ancak bireyler de, bilinçsiz eneji ve yakıt tüketimiyle bu işle doğrudan sorumlular. Yani, hükümetler çevre dostu santraller yapmak, su kaynaklarını doğru düzgün kullanıma sunacak sistemler geliştirmekle sorumlular ama bireyler de adamakıllı enerji tasarrufuyla sera gazı emisyonlarının kontrol alınmasına katkıda bulunabilir. Bu konu çok derin olduğundan şimdi İngiltere Büyükelçiliği ofisinde çalışanlara yapılan uyarılardan örnek verip, sizi biraz soluklandıracağım. Dan’i dinlemeye devam edeceğiz tabii ki. Siz şimdi, lütfen okuyun. Please sir, please…Lütfen:

“Lütfen dişlerinizi fırçalarken ya da bulaşıklarınızı yıkarken suyun akıp gitmesine izin vermeyin !”
“Lütfen ofisinizi terk ederken ışıkları söndürmeyi unutmayın. Eğer ofisi terk eden son kişiyseniz, lütfen koridor ışıklarını söndürün. Lütfen tuvalet ışıklarını söndürmeyi unutmayın!”
“Lütfen cep telefonlarınızın şarj cihazlarını fişte takılı bırakmayın! Lütfen, su ısıtıcısını sonuna kadar doldurmayın, ihtiyacınız kadar su ısıtın, bu şekilde daha az enerji harcanaktır !”
“Lütfen ofisinizi terkederken, klimayı kapatmayı unutmayın. Eğer çok üşümüyorsanız lütfen kaloriferlerinizin derecelerini düşürün !”
“Lütfen kağıtlarınızın her iki tarafını da kullanmaya çalışın ! Lütfen pillerinizi ve tonerlerinizi atmayın, geri dönüştürülebilirler.”

7 Aralık 2009 Pazartesi

Erdoğan & Obama...2 good friends on TV


Bu ikisi gerçekten dost mu? Washington’daki basın toplantısını televizyondan izledikten sonra, kendi kendime sorduğum ilk soru bu oldu. Diplomaside, ülkelerarası ilişkide dostluk mümkün müydü? Ahh, can-ciğer Amerikalı arkadaşım Victoria’nın sesini kulağımda duyar gibi oldum birden şimdi…”Niçin olmaz, niçin olmaz? (Why not)” Haftasonunda Amerika-İngiltere, Güney Afrika, İsveç ve Çek karması arkadaş grubumla yediğim yemeklerin, uzun kahvaltıların konusu da neredeyse dostluk üzerineydi. Bir yandan İran’ın nükleer faaliyetlerinin çözümü için dört koldan diplomasi yürüten Türkiye’nin ‘dostça’ çabalarının sonuç verip vermeyeceğini sorguluyor, bir yandan Avrupa’daki ‘Türkiye dostları’ diye bilinen ülkelerin, Türkiye karşıtlığını yenip yenemeyeceği üzerine iddialara giriyorduk. Sonunda da gelip gelip, “Diplomaside de, dostluğun kuralı geçerli. Samimi olan kazanır” diyorduk. Bunu galiba en çok diplomat arkadaşlarım söylüyordu.

Evet, “Niçin olmaz.” 26-27 Ekim’deki İran ziyaretinin hemen ardından ABD Başkanı Obama’dan “Haydi atla, Washington’a gel” daveti alan Başbakan Erdoğan’ın, Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına denk geldiği için ertelediği ziyaret nihayet bugün gerçekleşti işte. 2 saatlik görüşmenin ardından ‘kuş gibi’, tamam hakkını yemeyelim ‘güzel bir özet’ şeklinde yapılan basın toplantısını televizyon başında izlemek de ayrı bir stresmiş canım. Kime soru hakkı verilecek. Kaç soru alacaklar. Bak bak, Obama’nın yaptığına bak. Kendisine ekonominin gidişatıyla ilgili soru soran gazeteciye “Bu konuyu yarın konuşsak” demiyor da, Türkiye’yle ilgili konuşacağına ekonomide nasıl mucizeler yapacağını anlatıyor. Nerdeyse 4 dakikamızı yedin ya sevgili Obama…Helal olsun. !!!

“Aaaa, ‘Dostum’ mu dedi Türkiye’ye, Obama? ‘Türkiye’ye dostum demekten mutluyum’ mu dedi ?” Babam’dan kocaman bir “Eveeet” yanıtını almış olmanın rahatlığıyla Obama’yla Erdoğan’a olan konsantrasyonum daha da bir arttı şimdi. Daha geçen hafta İran için “Vakit daralıyor” çanları çalan Başkan Obama, bak şimdi ne diyor: “Türkiye, İran’la yaşadığımız nükleer krizin aşılmasında önemli bir aktör.” Demek ki, bu nükleer kriz daha çok diplomasi kaldıracak. Baş aktör de Türkiye olacak. Dışişleri Bakanı Davutoğlu olmasın, müsteşar yardımcısı Feridun Sinirlioğlu olsun baş aktör..Yakışır!

Bu konsantrasyon varken ben de, konuyu dağıtmayacağım merak etmeyin. Obama’nın bu ‘dostluk’ jestine, Erdoğan’dan gerçekten koyu kıvamda, tam yerine oturmuş bir yanıt geliyor, hakkını verelim: “Zaman, dost kazanma zamanıdır”. Vayyy, Yani Türkiye ile Amerika zaten dost da, İran’ı da kazanalım. Diplomasiyse diplomasi. Demek ki, Türkiye İran’ı kazanma konusunda her şeyi yapacak. Görürüz elbet, o günleri de. Hem Erdoğan hem Obama, dostların terörizmle savaşta her yerde birlikte olacağına vurgu yapıyorsa, Afganistan işi de olmuş demek ki. Yani Türkiye, Afganistan’da Taliban sayfasını kapatmaya uğraşan Amerika’ya daha çok, daha çok asker (‘more flexible, less caveat troops’) verecek. Askerin elinde nasılsa silahı var değil mi? Operasyona girmese de, bir şekilde, bir yerlerde savaşır. Afganistan’da savaşacak çok yer var, çok. Ankara’dan illa ki “savaşa gidiyorum” diye yola çıkmasına gerek yok.

Kameralar önünde iki dost olarak ‘iyi günde-kötü günde birlikte olacaklarını’ üstüne basa basa söyleyen Obama ile Erdoğan, tabii ki içerde ‘dostça uyarılar, dostça sitemle ve dostça beklentilerle’ birbirlerini dinlediler. Obama Erdoğan’a “Bak dostum, bu Ahmedinejad’a söyle adam olsun. Alırım onun nükleer tesislerini ayağımın altına. Sen de kiminle dansettiğine dikkat et” dedi. Erdoğan, önünde duran çikolata kutusuna uzanıp, sütlüsünden ağzına attıktan sonra yanıt verdi: “Tamam, doğru düzgün dansetmezse zaten, gereken yapılır. Bir daha söylerim. Dinler beni İran”…Dostlar birbirini uyarmayacak, birbirine kızmayacak da, kim kızacak ha,,,,kim kızacak...Dost bu…Acı söyler…..İyi de sevgili Obama, sadece iki soruyla bu güzelim basın toplantısı geçiştirilir mi? Hem de bir soruya koskocaman ekonomi konusunu sıkıştırmışsın….Tamam, tamam…”Niçin olmaz, niçin olmaz….!!!”

3 Aralık 2009 Perşembe

Türk Dışişleri'nin ilk dijital diplomatı: Namık Tan


Türk Dışişleri Bakanlığı’nın efsane diplomatı Namık Tan’ın, Ankara’ya dönüşü muhteşem olmuştur arkadaşlar. “Tel-Aviv’i bırakıp da, hiç boşu boşuna Ankara’ya dönmedim” dercesine aramıza katılan Namık Tan, bugün itibariyle Türk Dışişleri’ni ‘dijital ortama’ taşımıştır. Tüm rakiplerini zeki, çevik ve yakışıklı yapısıyla bir çırpıda eleyip, müsteşar yardımcılığı koltuklarından birine ‘hoooop’ diye oturan Namık Bey, aylardır üzerinde çalıştığı teknik altyapının ilk meyvesini güzide basın mensuplarıyla birlikte almıştır.

Neler söylüyorum ben, neler…Bu iş çok ciddi ki, ne ciddi. “Aloooooo,,,Lahey! Sesim geliyor mu?”…”Gelmez mi Namıkçıııım, gelmez mi....Arkadaşlar, hepinize merhaba. Lahey’den merhaba….” Burada ben konuşmuyorum. Bize, Dışişleri Bakanlığı’nın Ankara’daki merkez binasında toplanan gazetecilere, Lahey’den bağlanan Büyükelçi Ahmet Üzümcü konuşuyor. Evet Namık Bey, evet. Sistem çalışıyor. Türk Dışişleri Bakanlığı tarihinde bir ‘ilk’e hep beraber imza atıyoruz ve Ankara-Lahey hattında kurulan bu video konferans sistemiyle basın toplantısının başka, başka örneklerini dört gözle bekliyoruz.

Zaman zaman bana telefonla ulaşıp, “Hilalcimmm, facebook’a girmek için eve gitmem gerek. Bakanlıkta yasak. Blogunu da sistemimizdeki filtreler yüzünden her zaman rahat okuyamıyorum. İnternetimiz sınırlı diye” dert yanan tüm diplomat arkadaşlarıma bugün müjde veriyorum. Haydi gözünüz aydın. Bakan Davutoğlu’nun ‘stratejik derinlik’ kitabının derinliklerinde kaybolmadan önce, yeni çağa ayak uydurmak için canla başla çalışan müsteşar yardımcımız Namık Tan’a destek olun. Yakında size internette sörfün kralını yaşatacak. Hepinizi ‘dijital diplomat’ ilan ediyorum. Dijital diplomat da neyin nesi diye paniğe kapılmanıza gerek yok. Bugün Amerika, İngiltere, Estonya, Almanya, İsrail diplomatları internette cirit atıp, dünyanın en ücra noktasına ulaşıyorsa, siz de ulaşacaksınız. Sanal ortamdaki özel platformlarda bilginizi-birikiminizi artırırken, bir de bunları paylaşacaksınız. İnsanlar, Türkiye ve geleceği hakkında ne düşünüyor, Türklerden neler bekliyor öğrenip, ona göre diplomasiyi şekillendireceksiniz. Hantal bürokrasinin kurbanı olmayacaksınız. Kurban olursanız, dile getireceksiniz, çözüm arayacaksınız. Konuşacak, yazacak, çizeceksiniz. “Doğru söyleyeni, dokuz köyden kovarlar” öğretisinden kurtulup, “Müdürüm, bu olmamış. Ben bunu yeniden yazıyorum. Fransızlarla kahve içelim, Avusturyalılarla bilek güreşelim” diyeceksiniz mesela. Var mısınız, var mısınız?

“Bizde para, imkan, vizyon yok. İnsanlar kıskanır, kapris yapar, hükümdarlığını paylaşmak istemez” diyen onlarca ses, şimdi diplomasi koridorlarında yankılanıyor biliyorum. Ama bakın, içinizden bir kahraman çıkıyor, diyor ki: “Varım, gelin beraber çalışalım”. Dışişleri’nin merkez binası ile dünyadaki tüm misyonları, dijital ortamda biraraya getirip, daha aktif bir diplomasi üretmeye soyunan kahramanımız Namık Tan’ın, bu noktada ciddi desteğe ihtiyacı vardır. Tabii yanlışı olursa önce ben söylerim, hiç merak etmeyin. “Bunun adı kamu diplomasisi” diyor ya Namık Bey, kamudan da olumlu-olumsuz tepkilerini anında alıp, değerlendirecektir. Kaçınılmaz. İyi bir iletişimin temel prensibinin güven olduğunu bu süreçte bence çok daha iyi öğrenip, Türk diplomasisine güven aşılayacaktır. Amerikan’ın Ankara Büyükelçisi James Jeffrey’in, Amerikan diplomatlarının ‘dijital kapasitesi’ni benimle paylaşarak, tüm blog okurlarıma yaşattığı diplomasi keyfinden sonra, Namık Tan’ın da bizi böylesi bir keyfe hazırladığından eminiz. Evet Namık Bey, azizim. Size güvenmek istiyoruz. Bize güven verin ki, şu diplomasi koridorlarındaki kötü sesleri bütün desteğimiz ve gücümüzle yok edelim, olmaz mı….???

2 Aralık 2009 Çarşamba

more FLEXIBLE, less CAVEAT: Afganistan


Önce rakamları vermek istiyorum size. Afganistan’da 43 ülkeden asker görev yapıyor. Kaç tane mi? 34 bin 800 Amerikan askerine, 9 bin İngiliz, 4 bin 500 Alman, 4 bin Fransız, 2 bin 830 Kanadalı, 2 bin 2795 İtalyan askeri destek veriyor. Daha kimler, kimler, askeri varlıklarıyla Afganistan’da: Hollanda, Polonya, Avustralya, İspanya, Romanya, Türkiye, Danimarka...Nerdeyse bütün Avrupa. Bir de Azerbaycan, Bileşik Arap Emirlikleri, Yeni Zelanda…İngiltere Başbakanı Gordon Brown’un bölgeye 500 yeni İngiliz askeri göndereceklerini açıklamasının ardından tüm gözler ABD Başkanı Obama’daydı ki, o da bölgeye ülkesinin 30 bin takviye asker göndereceğini açıkladı. Böylelikle, Afganistan’daki asker sayısı toplamda 143 bine çıkıyor, haberiniz olsun. Daha bu da yetmiyor. Obama, Afganistan’da bin 752 askeriyle boy gösteren Türkiye’nin de dahil olduğu tüm müttefiklerden daha çok asker istiyor. Adama sorarlar tabii. “Kardeşim ne yapacaksın bu kadar askeri. Sen nasıl asker istiyorsun. Derdin nedir?”

İşte yanıt: “More flexible, less caveat troops”. Amerika’nın Ankara Büyükelçisi James Jeffrey’in bize Afganistan konusunda yaptığı tüm açıklamaların ardından üzerinde saatlerce tartıştığımız cümle buydu. Evir, çevir olmuyor. Ama olacak. Bunu Türkçe’ye çevirip yazacağız. Yazdık da. Yani, şu anlama geliyor ki: Başkan Obama, daha esnek hareket edebilecek, görev tanımı çok sert koşullara bağlanmamış asker istiyor Türkiye’den. Bir daha yani: Asker gerektiğinde sıcak çatışmaya da girsin. Bir daha yani: Afganistan’daki Türk askeri, gerektiğinde geçsin Taleban teröristin karşısına ona ateş etsin. 'Bana bak seni öldürürüm' diye gözünü korkutsun. Terörist korkmadı, çat diye vursun onu.

Bu noktada çok şanslıyız ki; gökte ararken, yerde bulduk durumu oldu ve Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ü Fransız Büyükelçiliği’nde yakaladık. TBMM’nin asil mi asil diplomatı, prensi, kralı, dükü Yaşar Yakış’a bir de ‘şövalyelik nişanı’ takılmasına tanıklık etmeye büyükelçiliğe gelmiş Gönül’den “more flexible, less caveat troops” açıklaması almanın tam zamanı değil mi? Konuştu işte Gönül, hem de çok gönülden açıkladı: “Arkadaşlar, Amerika bizden sıcak operasyonlara girecek asker istiyor. Ama bizim rezervlerimiz sürüyor. Yani, biz askerimizi Afganistan’da savaştırmayız diyoruz. Askerimizi esnetmeyiz. Bizim askerimiz orada ne yapabilir? Etrafa çeki düzen verir, askeri eğitim verir”.

Yani ne olacak bu more flexible, less caveat işi? Obama’nın “Daha çok asker” diye açıkladığı yeni Afganistan stratejisinin ardından Türkiye’nin ne diyeceğini dört gözle bekleyen tüm AB ülkelerinin büyükelçileri bir gidip de Vecdi Gönül’le konuşmuyor. Kiminle konuşuyor? Gazetecilerle. Nasıl? Off the record. Yani, yazılmamak kaydıyla. Zaten, yazacak da bir şey söylemiyorlar. Akılları, fikirleri Türkiye ile ABD’nin işbirliğinin artıp, artmayacağında. Niye? İşlerine gelmeyecek. Kıbrıs konusunda sürekli kazıklıyorlar ya Türkiye’yi, bu kazıkların acısını Amerika’nın çıkaracağından korkuyorlar. Şimdi burada, AB’lilerin ruh halini yansıtırken ‘bir isim versem mi acaba’ diye içimden geçirmiyor değilim. Çünkü gerçekten çok komikler. Başkan Obama, Afganistan’da terörü bitirmekten sözediyor, müttefiklerden daha çok katkı istiyor, Türkiye Afganistan’ı ‘normalleştirmek’ için çırpınıyor… Ve bu arada sevgili AB’liler de “Ne olacak bu Türkiye-ABD işbirliğinin sonu” diye kara kara düşünüyor. Aloooo,,,orda sizin de askerleriniz var. Tamam, avuç içi kadarlar ama onlar da asker. Ha bir, ha 30 bin ne fark eder….Tamam şimdi buldum. Bu ‘more flexible, less caveat’ deyimi, bence Obama’dan AB’ye ciddi bir mesaj: “Daha çok esnek olun, sınırlamalara-kısıtlamalara takılmayın”…Nasıl olacaksa? Sahi, nasıl olacak bu : More flexible, less caveat ….?

Öne Çıkan Yayın

Aradığınız sakinliğin adresini veriyorum : Göynük

Kaçıp, gitme dürtüsünün içimizi günde milyon kez yokladığı, dahası içimizi zonklattığı dönemler bunlar. Hep bir mayhoşluk, hep bir serse...