30 Mart 2010 Salı

Zergün Hanım'ın güzelliği ve iğrenç Botoks dedikoduları

Aslında bugün, işine gerçekten deliler gibi aşık olduğunu gözlerinde hissettiğim bir erkek diplomattan sözedecektim size. Amaaa, bir 'Ladies first' durumu sözkonusu.

90 yaşındaki annesiyle birlikte kar kış demeden 6 Mart'ta kalktı Ankara'ya geldi Zergün Hanım. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu çağırınca gelmemek olmazdı tabii ki. Onun her koşulda erkeklerle sıkı sıkıya görev yaptığına yıllardır şahit oluyorum zaten. Şimdi, Türkiye'nin İsveç Büyükelçisi ama daha önce Çankaya Köşkü'nde Abdullah Gül'ün danışmanıydı. Daha öncesinde Dışişleri Bakanlığı'nda AB işlerinin sorumlusu. Daha öncesi, daha öncesi...

Evet, o bir Korutürk. Hepinizin yakından bildiği bir soyismi taşıyor. Tamam, tamam bildiğiniz Fahri Korutürk'gillerden. İşte bu yüzden, bu soyismi yüzünden Dışişleri Bakanlığı'na girip de, kariyer basamaklarını hızla tırmandığını iddia edenlerin sayısı halen az değil. Ama, dünya değişti. Who cares !

Onun o ismin, kadınlığının, diplomatlığının hakkını vermek için nasıl deliler gibi çalıştığını yazmazsam haksızlık ederim bir kere. Şimdi bunu yazdım diye, bana 'yalaka' diyenler de çıkacak ama gerçekten kimin umurunda.

İsveç Parlamentosu, sözde Ermeni soykırım iddialarını kabul edince, evet 90 yaşındaki annesiyle birlikte Ankara'ya geldi Zergün Korutürk. "Kızım nereye? Ben, bu kar-kışta bir yere kıpırdamam" diyen annesini öyle bir güzel ikna etti ki Zergün Hanım, annesiyle birlikte Ankara'da 17 gün mesai yaptı. "Ermeni soykırım iddialarına karşı Türkiye neler yapabilir" başlıklı beyin fırtınalarında en iddialı, en makul ve en modern fikirleri, Dışişleri Bakanlığı'nda ortaya o attı. Dün onunla, emekli büyükelçilerden Cenk Duatepe için Dışişleri Bakanlığı'nda düzenlenen cenaze töreninde karşılaştık.

Zergün Hanım'a şöyle bir bakıp, "Sizi çok güzel buluyorum" dedim. Sevimlice gülümsedi. Korutürk, soykırım iddiaları yüzünden Ankara'ya geldiğinde birkaç televizyona çıkmış, ardından da "Bu kadın da iyi botoks yaptırmış, yüzünü iyi gerdirmiş. Zergün Hanım, güzelleşmiş" lafları ortada dolaşmaya başlamıştı. Hem gazeteciler, hem de kimi kendini erkek zanneden diplomatlar böyle konuştukça, Zergün Hanım'ın bir gün Çankaya Köşkü'nde bana "Maço erkekler her yerde. O yüzden onlara hiç aldırma. Sen güzelliğine ve çalışmana bak" dediğini anımsamıştım. İşte Zergün Hanım karşımdaydı ve bir kez daha yüzüne bakıp "Sizi botokslarınızla da beğeniyorum. Yüzünüze karşı söyleyemediler ama ben söylüyorum" dedim. Sonra sarıldı bana ve bugün geri dönüş için Ankara'dan İsveç'e hareket edeceğini anlattı. Zergün Hanım'la, 'güzellik kahvesi'ni Stockholm'de içeceğim, günün birinde. Evet Zergün Hanım, size katılıyorum: "Onlara ne. Botoks kişisel birşey. Otursunlar da biraz çalışsınlar."

29 Mart 2010 Pazartesi

MERKEL.... Alles Kaput... !

1-2-3'ler, yaşasın Türkler. 4-5-6, Polonya battı. 7-8-9, Alman domuz...diye uzayıp giden 'ırkçı, saçma sapan' bir tekerleme vardır. Dizlerimin yara bereden kurtulmadığı çocukluk günlerimde, tenefüslerde bile çekinmeden söylerdik bunu. Öğretmene yakalanan, şaplağı yerdi bir yerine. "Herkes yaşasın, kimse domuz değil" diyen öğretmenimiz, uzayıp giden nutuklarının sonunda hepimize, kendi uydurduğu başka bir tekerlemeyi söyletirdi: "Türküm, Türksün, Türk. Almanım, Almansın, Alman. İngilizim, İngilizsin, İngiliz..." Bu tekerlemenin üstüne yediğimiz de,hep Alman pastası olurdu. Okul dönüşü hep. Hep, benim biricik ağabeyimle. "Çok özel bir ilişkimiz" vardı Almanya'yla yani, çok özel.

Hem dedemiz, hem amcamız "Alaman"cıydı. Almanya'yla ilgili her haberi dört gözle izlerdik. Zaten 1961'de Türkiye'yle 'iş gücü alımı anlaşması'nın imzalanmasından sonra Almanya'yla binlerce Türk'ün 'çok özel ilişkisi' başlamıştı. Almanya'da bugün, 3 milyonun üzerinde Türk yaşıyor. Bu ülkeyle 'çok özel ilişki' içinde olan Türk sayısını varın, siz hesaplayın. Şimdi kardeşim, nedir bu özel ilişki?

Ankara'da bugün, kendini "Avrupa'nın peygamberi" zanneden Almanya Başbakanı Angela Merkel vardı. Hanımefendi, şansölye daha gelmeden sarstı Türkiye'yi. AB'ye tam üyelik yoluna baş koymuş Türkiye'nin, AB'nin olsa olsa 'imtiyazlı ortağı' olabileceği görüşünü yineledi kendisini görmeye giden Türk gazetecilere. Zaten sigorta sorunu yaşayan Ankara'daki herkesin sigortasını tamamen bozdu. Alles kaput ! İmtiyazlı ortak olan AB'ye, tam üye olamaz. N'olur? Gelen vurur, giden vurur Türkiye'ye. Türkiye sözkonusu olduğunda tüm kurallar darmadağın olur ! Türkiye olur bir ucube ! Anasının gözü Merkel ! Peygamber değil, şeytan... 7-8-9, Alman domuz... !

Bu Merkel denen kadın, Başbakan Erdoğan'la düzenlediği basın toplantısında, bakın nasıl saçmaladı: "İmtiyazlı ortaklık derken, çok özel bir ilişki düşünmüştük. Ama, olumsuz algılandı. AB değişti. Zaten oyun kuralları değişti. Yani, 1960'ların başındaki durum yok. Buna rağmen müzakereleri yapıyoruz. Sonu açık olan bir süreç. Bu süreç sürüyor. Şimdi de sonu açık olan bu süreci sürdürmeliyiz..."

Sonu açık süreci nasıl sürdüreceksin. İmtiyazlı ortaklık için 'çok özel ilişki' diyorsan, adam gibi ortaklığı nasıl tanımlayacaksın. Vallaha da, billaha da bir Türk değil, bir Alman diplomat arkadaşım... "Merkel, çekil başımdan... Merkel, alles kaput" dedi... Ben, küçükken öğretmenim tarafından terbiye edildiğimden, aynısını diyemeyip, siz sevgili okurlarımla paylaşıyorum: Merkel, alles kaput !

1 Mart 2010 Pazartesi

INVICTUS... I'm the master of my fate...Ruhumun kaptanı benim

Türkiye’nin zencileri ve beyazları olmadı hiç. Kimse kimseye “senin rengin siyah” diye öfke beslemedi. Tüm çocuklar kardeşçe futbol oynadı sokakta. Eve temizliğe gelen kadınlar da beyazdı, evin hanımları da. Sonra bir gün, ülkenin başbakanı çıkıp ortaya, avaz avaz bağırdı. “Biz, bu ülkenin zencisiyiz” dedi. İçimizi acıttı, kanattı, daralttı ama söyledi. Tarihin karanlık sayfalarında yaşanan zenci-beyaz savaşına benzer savaşların yaşandığını anlattı insanlara. Bugün ortalıkta değişik, değişik savaş hikayeleri var. Kimi; Türk Silahlı Kuvvetleri’yle AKP’nin, kimi yargı kurumlarıyla hükümetin, kimi de AB’yle Türk ordusunun savaştığını söylüyor. Herkes mutsuz ve tatsız. Öyleyse, nerdesin sen Mandela, nerdesin. Kurtuluş için biz hiç mi bir ilham kaynağı bulamayız. O kadar mı ümitsiziz. Biz de Invictus (yenilmez) olamaz mıyız…

“Dar olmuş ne farkeder kapının kendisi / Çetinse cezam, farkeder mi zindanı / Benim, kendi kaderimin efendisi / Benim, kendi ruhumun kaptanı.”

Oysa, İngiliz şair William Ernest Henley’in 1875’te yazdığı Invictus adlı bu şiiri, beyazların kendisini tıktığı zindanda tam 27 yıl boyunca bıkmadan okumuş, Nelson Mandela. Güney Afrika’nın ilk siyahi lideri, yaşam ve yaşatma gücünü bu şiirden almış. İlham vermiş ona şiirin her mısrası. Mandela, o ilhamın enerjisiyle siyahları ve beyazları barıştırmış. Barışın simge ismi olmuş tüm dünyada.

Ülkesi için umutsuzlananlar, geleceği için çıkış bulamayanlar, yalancıların ve düşmanların dört nala koşturup, yoksulu ve emeği ezip geçtiğini düşenenler, şöyle bir silkelenip kendinizine gelin ve Invictus filmini izleyin. Mandela’nın, hapisten çıktıktan sonra beyaz azınlığa ait her şeyi ele geçirip, siyahlaştırmak hırsındaki yoldaşlarını nasıl sakinleştirdiğinden, sporun evrensel dildeki gücünden, Güney Afrika’daki ırkçı kavgaların nasıl barışa dönüşebildiğinden çok şey bulacaksınız filmde. Yaşam için her neyse ilham kaynağınız, ona bir kez daha derinden sarılacaksınız. Kitaplarınıza, şiirlerinize, kalemlerinize, ağacınıza, gökyüzünüze, annenize, babanıza, sevgilinize, çocuklarınıza, evinize, ormanınıza… Her neyse !

Beyazların zulmüne uğrayan Mandela, siyah ve beyazın uyumundan asla vazgeçmiyor. Beyazlardan nefret eden siyah korumalarının, beyazlarla çalışmasını sağlıyor. Beyaz bir korumasına İngiltere dönüşü, en sevdiği şekerden getiriyor. “Gökkuşağı ulusu” oluşturabileceğine inanıyor ve yapıyor bunu. Irk ayrımcılığının sembolü olan ve bu yüzden siyahların nefret ettiği Güney Afrika’nın ulusal ragby takımı Springboks’a, siyahların da desteğini alıyor. Burnundan kıl aldırmayan beyazların hakimiyetindeki Springboks kaptanı, gün geliyor takımın sadece 63 bin beyazın değil 43 milyonluk Güney Afrika’nın takımı olduğunu söylüyor. Mandela, Invictus’tan aldığı ilham kaynağını, birbirine düşmanlıktan başka bir şey besleyemeyen insanların üzerine profesyonelce sarıyor.

Kardeşlik ve barış projeleri havada uçuşurken, Türkiye’nin de bir zafere koşması mümkün olamaz mı yani. Değişmesi, değişebilmesi. Biz de içimizden bir Nelson Mandela çıkaramaz mıyız yani. Olamaz mı yani, olamaz mı… Yok mu bizim hiç ilham kaynağımız… Ben, Mandela’nın hapisteyken okuduğu Invictus şiirini çevirip, yazıyorum buraya. Kimbilir, birilerine ilham kaynağı olur yeniden…

"Üzerime çöken geceden başka / Kapkaradır o çukur da boydan boya.
Hangi Tanrılar bahşetmiş bilmem ama / Şükrederim yenilmez ruhum için onlara.
Feleğin pençesine düştüğüm anda / Ne irkildim, ne de sızlanıp durdum.
Kaderin kılıcı tepeme bindiğinde / Kana bulandı da başım, eğilmedi hiç boynum.
Gazap ve gözyaşı ülkesinin ötesinde / Görünmez hiçbir şey, gölgenin dehşetinden sonsuz
Bunca senelerin tehdidinde, gölgesinde / Çalsınlar da kapımı, bulsunlar beni korkusuz.
Dar olmuş ne fark eder kapının kendisi / Çetinse cezam, fark eder mi zindanı.
Benim, kendi kaderimin efendisi./ Benim, kendi ruhumun kaptanı."

Öne Çıkan Yayın

Aradığınız sakinliğin adresini veriyorum : Göynük

Kaçıp, gitme dürtüsünün içimizi günde milyon kez yokladığı, dahası içimizi zonklattığı dönemler bunlar. Hep bir mayhoşluk, hep bir serse...