25 Kasım 2010 Perşembe

India is India, Shiva is Shiva.... Şiva'yım ben, itinayla yokederim...


Daha gözlerimin içine bakar bakmaz “parlıyor öylesine, parlıyor kendiliğinden” dediği günden beri  en yakın dostlarımdan biri olarak görüyorum onu. Ben daha kelimelere bile uzanmadan, o içimdeki sevinci, öfkeyi, gökkuşağını, coşkuyu, hüznü, yani herşeyimi anlayabiliyor çoğu zaman. Sihirlisin sen Raminder. Hem de çok sihirli. Çok kutsal bakışların var. Saatlerce otursam seninle diplomasi konuşsam, şu bardağımdaki yeşil çay ve dibindeki güzelim kurabiyeler hiç bitmese. Belki seninle hep tanışıyorduk biz, hep.

Evet, roman bile yazabilirim. N’olmuş. Kıskanma, ey okur. Bak, neler anlatacağım sana. Yukarıdaki girişi boşu boşuna yapmadım. Yağmurlu bir öğle sonrasında kendimi Hindistan Büyükelçiliği’ne attım. Ankara’yı sel alırken, en kutsal sığınaktaydım belki. Sonra Raminder geldi. Yeşil çay isteyen gözlerle ona baktım ve sohbet başladı. Ben sanki onu yüzyıllardır tanıyor gibiyim ama Raminder, Ankara’daki büyükelçilik görevinde tam 2 yılını doldurmuş. Bir yıl daha var, yaşasınnn... Haydi Tanrılar, kutsayın bizi.  Fotoğrafımızda bir tanrı olsun istedim, oldu da... Ona göre...

Ah Hilalll, Türkiye sanki küçük bir Hindistan. Haydi canım. Rengarenk insanlar, çeşit çeşit tipler, farklı dinler, farklı siyasi görüşler. Yaaa, Raminder böyle diyor Türkiye için, n’aberrr... Kavgayı, gürültüyü, patırtıyı Mevlana’yla çözebiliriz. Yani tolerans kültürüyle. Hoşgörüyle. Yapar mıyız diyorsun Raminder? Yaparsınız, yaparsınız...

Raminder’le konuşurken, daldan dala atlamak, en abuk sorularımı sormak,  çocuk olmak, ama mutlaka yaramaz çocuk olmak istiyorum. Sığındığım bu limanda mutluyum tanrımmm... Raminder, senin bu kafandaki de türban değil mi. Evet, türban. Her sabah 2 dakikada sarıp kafasına çıkıyor Raminder. İşe türbanıyla gidiyor. Altında en şık takım elbiseleri. Bu türbanla daha yakışıklısın diyorum.Tamam Hilal, bir yeşil çay daha. Bu arada içtiklerim başka birşey olsa, neler olacak kimbilir. Hişşşş arkadaşlar... Hindistan’da türban serbest. Hem de erkekler için bile. Ama Türkiye’de yasak. Yok laik miyiz, islamcı mıyız tartışması. Çok diplomatiktir Raminder ve iç tartışmalara girmez ama onun aklı, mantığı der ki türban serbest olmalı kardeşim. Probleminizi çözün. 

Hindistan geçiyor gözümün önünden. Raminder rakamlar fırlatıyor önüme. Tam 1 milyar 100 milyon insan yaşıyor orda. Çin’den sonra dünyanın en kalabalık 2. Ülkesi. Onlarca din var. Hinduizm, Budizm, Katolik,,,var oğlu var... 170 milyon müslüman da orda. Türkiye’den daha çok müslüman yani. Raminder bir Sih. Sadece yüzde 2’lik bir kesimi ülkesinin Sih. İnanıyor Tanrı’ya. Ama ne güzel cümle kuruyor: “Aklımda, beynimde, kalbimde ibadet ediyorum”  Zaten Sufizm'in etkisi altında onun dini Sikhism’de.... E bu adam ne okur??? Nayn,,, Elif Şafak’tan çok Orhan Pamuk okur. İstanbul der, Benim adım Kırmızı der.  Ve der ki... “Hilal, Türkiye’deki çeşitliliğe, farkılığa hayranım”... Farklılıklarımızı, çeşitliliklerimizi koruyor muyuz sorusu işgal eder beynimi o an. Kötü kötü düşünceler sarar etrafımı. Ah, ne yapsam Raminder. Tamam, tamam. Şiva’yı düşünüyorum. Tanrı’nın 3. Yüzünü. Şiva, yokedici’dir. Kötülüğün yokedicisi... Ben Şiva’yım öyleyse diyorum. Öylesin, diye onaylıyor Raminder. Söz veriyorum Raminder’e. Onu daha çok arayacağım ve farklılıklarımızı korumak adına neler yaptığımı tek tek anlatacağım. Daha çok kendinden insanlara, kendi gibi insanlara sarılacağım.... Tüm kötülükleri yok edeceğim...

24 Kasım 2010 Çarşamba

Mülteciler çöp değildir... Peki, nedir ?

Sen de kimsin, senin ne işin var Türkiye’de? Niye geldin, n’oldu? Böyle sorular olmaz tabii. Burada amaç, karşımdaki kişiyi nasıl sorguya çektiğimi, sorgularken nasıl en ciddi tavrımı takındığımı göstermektir ey okur. ‘Okur’ dediğim kişi, kendini biliyor artık. Hele benim, ruhumu okuyor. Hangi durumda geyik boyutundayız, değiliz, farkındayız değil mi. Altyazı sistemine son verdik bundan böyle. Aferin... Hem size, hem bana.

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiseri Antonio Guterres var karşımda. Ankara’ya geldim, kiminle buluşuyorum, işe bak. Portekiz’de bir dönem başbakanlık yapmış ama. Hiiişş, önemli bir şahsiyetle başbaşayız. Hem bana diyor ki, “Ben Türkiye’ye ilk geldiğimde, sen daha doğmamıştın bile...” Yani, saygımız sonsuz kendisine. Birden rakamlar uçuşuyor havada. Türkiye’de 6 bin mülteci, 4 bin de sığınmacı varmış. Irak, İran ve Afganistan’dan kaçanlar, Türkiye’ye sığınıyorlarmış. Vah yaaazıkkk.... Kaçmışsın, daha doğru düzgün diyarlara git değil mi...

Konuyu dağıtanı gebertirim. İş çok ciddi. Portekizli amca, mültecilerin korunmasından tut, onlara doğru düzgün hayat standardı sunmaya kadar uluslararası pek çok konuda Türkiye’yle işbirliği yaptıklarını söylüyor. Türkiye, gene kritik önemde. İyi de neden. Neyse ki yanıma zehir gibi bir monşer düşüyor da o sıra, zihnim açılıyor. Biliyor musun okur, biliyor musun: Uyuşturucu, silah, göçmen... hayır, kadın yok. Bu üç konu dünyada yaşanan en büyük sorunların başlıkları. Türkiye’nin Avrupa Birliği’yle yaşadığı en büyük sorun da yasadışı göç. AB’ye yasadışı yollardan giren 100 kişiden 80’inin Yunanistan’dan girdiği tespit edilmiş. Yunanistan’a gidenlerin en az yarısı da Türkiye üzerinden geçiyormuş. Doğu’yla Batı arasında nasıl bir köprüyüz anlayın. AB ülkelerinin sınır konuma konusunda uzmanları Türkiye-Yunanistan sınırında nöbet tutuyor. Sınırdan kaçıp gelenin sonu cidden harap. El insaf insanoğlu...Nerde hukuk? Türkiye’de mi, Yunanistan’da mı ? C-Hiçbiri... yok yok,, Türkiye’de ilerleme var.

Sınırdan kaçışlar, mülteciler konularında ilerleme kaydetmek için çalışan Türkiye, duvarı delmeye hazır. Yani, ilk kez bir iltica yasası çıkacakmış. Çalışmalar sonlanmış. Seks köleleri, köle gibi çalıştırılan işçiler, böbrek hırsızları... bekleyin, artık siz de adam gibi yaşam koşullarına sahip olacaksınız. Türkiye, becerir mi, becerir. Hah, gelelim Portekizli Guterres’e. Ankara’da görüşmedik yetkili bırakmamış. “Madem adam gibi iltica yasası çıkarıyorsunuz, biz size yardımcı oluruz” düşüncesinde. Ne iyi adam, ne iyi... Ama birden canım sıkıldı. Kendi ülkesinde var olamamış, ya siyasi nedenlerle ya parasızlık yüzünden, ya da işte olmamış, açamamış kendi topraklarında... onlarca insan yollara düşüyor. Ne için... Yaşamak için... Daha fazla yazmayacağım. Çok sıkıcı konu ama siz de şunu bilin: Mülteciler ‘çöp’ değildir. Evet, bu cümleyi bir yerden yürüttüm. Konuyu sıkıcı olmaktan çıkarmış, başarılı. Ne demiştik. Mülteciler konusunda duyarlı oluyoruz. Ben olacağım. Konuyla ilgili ayrıntılı yazılarımda buluşuruz.

23 Kasım 2010 Salı

Kim kaynaşmış AB'yle, kimmm? Barcelonaaa... Niçin olmaz...! (3)


Biz kadınlar biraraya gelince ne konuşuyoruz? İlk aşklar, son aşklar, en komiğinden yatak hikayeleri, gelecek planları, erkeklerin arızaları, kadınların saçmalıkları... işte bildiğin ‘seks and the city’ hikayeleri... Geç bunları geç...Şimdi en derin mevzulara girme zamanı. “Avrupa bir Hıristiyan kulübü” teorisi, çoktan gerçek olmuş.  “ Oooh canıma değsin” türünden bir kadeh kaldırıyorum. İrlanda, İspanya, Polonya, Letonya karmamızdan en hınzır bakışlar bana dönüyor. Avrupalı yöneticiler, Avrupa halklarını kaynaştırdıklarını sananlar, en çok da gençlerin kafasını karıştırmış işte. Hepsi dönüp dönüp, “Türkiye’ye AB üyeliği konusunda sürekli haksızlık yapılıyor ve biz buna göz yumuyouz” cümlesinde birleşiyor. Eyvah, eyvah.... ! Demek ki, Türkiye’yi Avupa’yla, Avrupalıları da Türklerle, ya da kendi içlerinde kaynaştıracak gücün adı  ‘siyaset ya da siyasetçi’ değil.  Ama biz biraradayız. Birbirini anlamaya çalışan gençler. Gençler, politikacılara ‘şöööyle bir geri çekilin’ diyor ufak ufak....

Ha ha ha... Politikacılar kaynaşma-kaynaştırma konusundan anlamıyor. Öyleyse bizim daha çok çalışmamız gerekiyor. Nereye... Aaa, burası küçücük bir bar. Bak kim geliyor. Lavangardia’nın (Lavanguardia)  dış haberler editörü.  Bizim Gama’nın patronu. En üst düzeyde ağırlanıyoruz gene. Hilal, oldun sen yine Beyaz Türk.. yok yok, ne alaka... ! Bu sevimli patron heyecanlı. Hepimize içki ısmarlıyor. Şubatta İspanyolca’nın yanısıra Katalanca çıkartacaklar gazeteyi. En büyük patron, basmış parayı. Çeşitlilik olsun istemiş. Bizde, yani Türkiye’de bir ulusal gazetenin patronu basıp da parayı, Türkçe çıkardığı gazetenin Kürtçe versiyonunu çıkarmayı düşünmüş müdür acaba. Düşünebilmiş midir. Korkmuş mudur, gereksiz mi görmüştür. Biz de paralar nereye basılmıştır... Aman yaaa,, çok düşünmeyeceğim. Bu İspanyollar sollamışlar işte. En, en özgürlüklere kavuşma boyutundalar ama halen yetersiz diye çırpınıyorlar. Demek ki bizim çırpınmamız değil, yırtırmamız gerekiyor... Yırtınnnn, Türkiyeeee....

Ama Hilal, Apollo’da siyaset konuşamayacaksın. Bas-git, yürü. İşte alabildiğine geniş bir gece klubü. Her çeşit erkek mevcut. Karo, itekliyor beni. Bir de bağrış, çağrış. “Al sana kaynaşma...” Gama, yüksek sesle soruyor: Katalan erkekler nasıl... Nasıl ? Fizik olarak benziyorlar biraz Türklere.  Polonyalılardan daha güleryüzlülermiş. Letonyalılardan daha sıcak kanlı. İrlandalılardan daha komik. Neyse canım, hep birlikte Lady Gaga dinliyoruz işte. Ayrıntılar mutlaka ertesi günkü kahvaltıda masaya yatırılacak. Kim nasıl kaynaşmış, kaynaşamamış . Kim seksiymiş, değilmiş. Tüm ince detaylar... Eee var mı detay, var mı? Var var,,, aramızda kaynaşma konusunda ortak makale bile yazmak isteyenler var... Niçin olmazzzz,,,, niçin olmaz.... !

22 Kasım 2010 Pazartesi

Haydi Barcelona. Lets kiss... Chanel Lover number 9... Kızlarla öpüşüyoruz!. (2)

Saate bakmayı hiç istemiyorum aslında. Ama kolumdan çıkarmıyorum saatimi. Her dakika, her an içime işlesin istiyorum. Öyle de oluyor. Barselona, tüm güzelliğiyle başımı döndürmüş olsa da,  “Hadi canım sen de. Nerede olduğun değil, kiminle olduğun”  önemli diyorum. Birbirine sevgiyle, kahkahayla, yaramazlıkla sarılmış 5 genç kadınız biz. En çok bana yakıştığına inansak da hep birden Chanel Lover number 9’la dudaklarımızı boyuyoruz. Birbirimizin dudaklarını hatta. Benim güzel kırmızı rujum, dudaktan dudağa geziyor. Ver onu bana, ben de senin kadar güzel dudaklarım olsun istiyorum. Makyaj tamamsa, haydi şimdi sokağa çıkalım...

Katalunya yemekleri yiyeceğiz, insanı sinir edercesine güzel Barselona sokaklarından sonra. Evet, yanlış duymadınız. Sokaklar, kendini yedirecek kadar lezzetli. Gaudi denen adamın sadece mimar olmadığı kesin. Uçmuş, yere inmiş, sonra bir daha kanatlanmış, renkleri şekillerle seviştirmiş, kalbini kırmış tuğlaların, muzip oyunlar oynamış porselenlerle, mozaiklerle. Katalan mimarın en dudak uçuklatıcı binalarının en güzel şekilde sergilendiği Barselona’ya, ondan sonra da hep adam gibi belediye başkanlarının, yöneticilerinin geldiği kesin. Bir şehir bu kadar renkli, bu kadar düzgün ve bu kadar iştah açıcı olabilir. Şehircilik üzerine ahkam kesmekten öteye gidemeyen sivri Türk yöneticilerin az olsun görmesi şart Barselona’yı. Ama görmek, anlamak mı, orası ayrı mesele.

Vınnnnn, vınnnnnn... Motorsiklet sesi, bisiklet dönüşleri. Haydi atla arkama, seni sahile götüreceğim. Avrupa’da motorsikletin ve bisikletin en çok güzelleştirdiği kentin de Barselona olduğunu öğrenin. Motorlar için yapılmış minnacık park yerlerine bakıp da azgınlaşmayan yok. Bineceğim diyorum, biniyorum. Kızlar arkamda. Sonra motorsikletli çocuklara takılıyoruz. Sonu yok, gidiyoruz. Gidelim. Sonra duraklayalım. Bir Sangria molası, sonra devam. Evet, hayat aynen böyle devam ediyor.

Ben kurbağa bacağı tadacağım. Özledim. Öyleyse tamam. Yemediğimiz et kalmasın şehirde. Luis akıllı mimar. Bizi süper bir restorana götürüyor. Yanımızda bir Luis, bir de Gama yok değil elbet, daha diğer Katalanlar. Yerli halkla gezmek şart arkadaşlar. Ben ne şanslıyım ya. Yok yok, bütün kızlar şanslıdır. İyi, güzel ve samimi arkadaşı olan kızlar. Birbiriyle ruj paylaşan, birbirinin saçını yapan,  birbirine güç veren.. dahası da var.. yapma Karolina, yapma Shona. Öpüşmeyin desem de öpüşüyorlar. Bak sonra Katalan çocuklar “Lesbianism,,, ya da Lesbos” diye diye dalga geçecekler.  Hiiiii, Gama sen de mi... öpecek misin.. öyleyse öp, öp, öp...  “Seviyorsan öpersin. Şimdi kim takar seksi “ dese de Gama, daha gece klubüne gideceğiz... Tamam, tamam... önce öpüşelim. Haydi Barcelona, haydi öpüşelim...

Katalunya MUCK, MUCK... ! Kürt müsün, Katalan mı, İspanyol mu, yoksa bölücü mü... Ne hissedersen osun ! (1)


Şimdi saate bakıyorum ve size Barselona’dan bildiriyorum. Evet, İspanya. Yok,,,Burası Katalunya. Katalan kızımız Gama’mızdan düzeltme geliyor. “Princess Hell, doğru yaz. Katalunya’dayız ve saat sabahın 6'sı...” Sormadan edemiyorum. Gamma, anladık sen Katalansın da, nedir bu takıntı. Takıntı değil gerçek. Benim kendi bayrağım, kendi dilim var. Neyyyn,, bölücüsün öyleyse. Hayır, hiç şiddeti savunmadı Katalanlar. Özerklikleri ve bağımsızlıkları için her türlü hukuki mücadeleyi verdi. Kazandınız mı?? Kazandık. Ama ben ayrı bir devlet istiyorum. Bu Gamma, cidden bölücü olabilir. Al canım sen bir cin-tonik daha iç. Demeye kalmadım...Yeni ama tanıdık bir cümle daha Gama’dan: “Siyasi ve kültürel hakların tanınmasıyla bir devletin bütünlüğü bozulmuyor. Türkler biraz tarih okusun. Kürt sorununu amma da uzattınız”....

Saatler biraz geri gitsin... Geçen yıl Amerika’yı sallayan gazeteci grubunu Katalunya’da toplamaya karar vermiş Gama, bunu başarmıştı. Ama bir baktık, grubun kızları toplanmış. Allahım,,, çok mutluyum diye uyanıyorum Barselona'da. Yanımda Karolina var. Gama’nın bizim için hazırladığı havalı yatağın üstündeyiz. Gülmekten karın ağrısı çektiğimiz sırada bile Karo, “Kahretsin, seks yapamayız. Bu yatakta mümkün değil” esprisiyle hem kendisini hem beni öldürüyor. Haydi sen git bana kahve yap. Olur, canım. Bak seeen, Shona hanım bize omlet bile yapmış. Mutfak yanıyor. Dublin’li radyocu güzel, olmuş bir mutfak tavuğu... Biz dağıtırken evi, barları, restoranları, Luis kafayı yesin... Ama sonra o ne mutluluk... Kızlarr,, iyi ki varsınız... Varız tabiii...

Evin altını üstüne getirdiğimiz, birbirinden yakışıklı, güzel ve ideolojik farklılığa sahip Katalanlarla parti yaptığımız geceye gidelim. Pardon, saat veremiyoum. Luis’e bak, durup durup Kürtçe halaylar, şarkılar buluyor youtube’dan. Provakasyon var. Benim dayım, bir Kürtle evlidir ve ben kardeş Kürtlere bayılırım. Hepsi PKK’yla bağlantılı bilinir, cahillerce. Büyük yanlıştır. Hani sen demiştin ya “ETA’nın silahı var. Bask ülkesi, silahlı mücadeleyi isteyenlerle doludur ama Katalanlar şiddeti hiç sevmez...”. O yüzden, her Kürt PKK’lı değildir. Kendi anadillerinde özgürce yaşama hakları savunmalıdır. Türkiye, Kürt sorunu ile terör sorununu adam gibi çözmelidir. Konuşturmayın beni....

Gama’dan sonra Chavi, sonra yakışıklı Farran, sonra öteki kız, adını unuttum... Hepsi farklı farklı konuşuyor. Katalanlar, Bask ülkesi ve işte topluca İspanya. ETA teröründen az çekmedi hepsi. Franco’nun otoriter nasyonal Katolik rejimine karşı doğan ETA, İspanya’yı az bombalamadı, az insan ölmedi. Sonra n’oldu. Bask ülkesine, Katalunya’ya özerklik. Terör bitti mi,,kimse emin olamaz. Herkes kendi anadilini, bayrağını kullanıyor. İspanya bölündü mü. Hayır... Herkes mutlu mu... Şüpheler çok. Ev partisinin genç Katalanlarından kimi kendisini Avrupalı, kimi sadece İspanyol, kimi Katalan, kimi de apolitize hissediyor. Ama ortak bir görüş var. Avrupa Birliği, farklı kimlikler ve kültürlerin ortak yaşaması konusunda doğru düzgün hareket edemiyor. Sıkışık aptallar deniyor AB’li yöneticilere Katalunya’da... Gama, ağzını fena açıyor gene. Siyasetçiler insanların duygularından bihaber yaşıyor. Hepsinin canı cehenneme. Ben kendimi Katalan hissediyorum o kadar... Daha çok uzasın bu siyasi muhabbet, çok uzasın diyorum ama youtube’dan Tarkan’ı fırlatıyor seksi Leton kızımız, güzel Mara’mız... Yakalarsam,,,, MUCK MUCK....!

12 Kasım 2010 Cuma

Ve Rahşan ve KKTC... Ey ruh, ey ruh !

AB, Türkiye’yle ilgili son ilerleme raporunda Türkiye’nin AB’ye üye olmasının nerdeyse tek koşulunun Kıbrıs olduğunu ilan etti. Haksızlık bu, çok büyük haksızlık diye günlerce uykusuz kaldım. Kıbrıs’ta, KKTC diye bir devletin varlığını hiçe sayıp, adayı temsilen Rum yönetimindeki Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kendi üyesi yapan AB, adadaki Kıbrıslı Türklere ‘ölün, ne haliniz varsa görün’ gaddarlığıyla yetinmiyor bugün, Türkiye’ye de “KKTC’yi bırak, Kıbrıs’ı tanı” çağrısı yapıyor. Hey Allahım. Hani bizim memlekette aklı başında birini bulmak zordur ya, AB’de de aynısı. Kendini, uluslararası otorite gören 3-5 düdük adam yüzünden Türkiye, ‘KKTC kaç, Kıbrıs yakala’ oyunu oynayacak. Pek de sanmıyorum. 2011 seçimine koşan AK Parti yönetiminin AB’ye bir “1 minute” ayarı çekmesi an meselesidir. İyi de KKTC ne olacak, KKTC?

Avrupalılar, açıkça söylemeyi ısrarla reddederler. Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’dir KKTC’nin açılımı. 27. yaşını kutluyor. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 1974’te adaya yaptığı ‘barış harekatı’nın sonrasında, ya ölüm ya istiklal denilmiş, binbir türlü pazarlıkla KKTC kurulmuş. Kısa, Kıbrıs siyasi tarihinin her satırında insanın tüylerini diken diken eden acı, ızdırap ve gözyaşı var. Ama bir gurur çıkıyor önünüze sonrasında dudaklarınız yanıyor o gerilimden. Harekatın işgal mi, yoksa barış amaçlı olduğu bile halen tartışmalı, gerisini ‘varın düşünün’ demiyorum. Mutlaka okuyun. 

Evet, KKTC 27. Yaşını kutluyor. Bu kutlamalara ne Avrupa’dan ne Amerika’dan ne de dünyanın başka bir yerinden katılım var. Kimse tanımıyor KKTC’yi. Ama yine de ‘yalnız ve güzel’ bir ülke değil Türkiye gibi. KKTC’nin arkasında Türkiye var. Hatta KKTC, Türkiye’yi güzelleştirecek güçte.

Haydi, kutlama resepsiyonuna gidelim. Bütün Türk ordusu, resepsiyonu ‘işgal etmiş’ esasen. Resepsiyon sahibi KKTC’nin Ankara Büyükelçiliği, heyecan içinde. Büyükelçilik Müsteşarı Hüsnü Duba’nın gözlerini hiç bu kadar pırıl pırıl görmemiştim. Ama çok kalabalık burası. Arkadaşım Servet, resepsiyon için giyinip süslenen onlarca kadının arasında kendini en çok etkileyen ismin Rahşan Ecevit olduğunu söylüyor. Ne kadar da haklı. Cumhuriyet’le aynı yaşta Rahşan Hanım desem, ‘olabilir’ der geçersiniz. Ama ‘efsana Karaoğlan Bülent Ecevit’ desem, içten içe gülümsersiniz. Kıbrıs barış harekatının kahramanıdır Karaoğlan, dilden dile anlatılır. Kocasını kaybeden Rahşan Hanım, ruhunu kaybetmemiştir. Olay da budur. Resepsiyon salonunda ince bir kuğu gibi süzülürken,pozitif ve sağlıklı görünüşüyle herkesi çarpmıştır. Süslenmek boşuna ey Türk gençliği,, ruh gerek bize ruh...

10 Kasım 2010 Çarşamba

Bugün 10 Kasım, çocukların kafasını karıştırmayın...


Saat; 9 buçuk oldu. Ben yazının başına otursam da evimin hemen arkasındaki ilköğretim okulunun bahçesinde Ata’yı  anma etkinliği sürüyor. Sadece okulla aramdaki büyük cadde değil her yer ama her yer çocuk sesleriyle çınlıyor. “Çok özlüyorum seni Atam”  diye haykırdı 6. sınıf öğrencisi Tülay. Hakan, “Mustafa Kemal’i anlamak yerinde saymak değildir” diyor. İsimleri anons edildikçe hepsi bir bir kürsüye çıkıyor. Geceden “Atam, kalbimdesin” şiirini ezberleyen Ezgi, “Hiloş teyzee, 9’u 5 geçe beni değil, Atatürk’ü düşünün. Kürsüden ona sarı laleler atacağım” sözleriyle Atatürk dünyama, çocukluğuma, gençliğime umut tohumları ekmişti en güzelinden. Bu çocuklar hiç susmasın, bu koşuşturma bitmesin istiyorum. 

Türkiye’nin neresinde olursa olsun çocuklar; bizim özlemimizi 300 bine katlar şekilde umutla anıyorlar Atatürk’ü bugün. Hepsi, “Biz büyüdük ve kirlendi dünya” şarkısını teninin en incinen yerlerinde hisseden büyüklere,  meydan okurcasına haykırıyor. Okuyup, koca koca adam olacaklar. Elleri iş tutacak. Üretecekler yorulmadan. Alınlarının terini zevkle silecekler. Bir fincan kahvenin tadını sindire sindire çıkartacaklar. Bizim de hayalimiz değil mi bu? İçten içe isteyip, çoğu zaman kötü düzene- kötü insanlara takılıp da üzerine şüphe bulutları serdiğimiz hayalimiz bu değil mi? Bugün 10 Kasım ve bütün çocuklar büyüyecek. Peşinden koştukları hayalleri kimsenin gaspetmeye hakkı var mı diye soruyorum kendime. Hırsla soruyorum size? Var mı!

Evet, sinirim depreşti. Okula gönderdiği çocuğunun arkasından kara kara düşünen veliler görüyorum her yerde. Bu çocukların hayalleri ne olacak ? Bu velilere, bu endişeyi yaşatmaya kimin hakkı var peki, kimin ? 87 yıl önce Cumhuriyet’i kurmuş lider Atatürk yok bugün aramızda. Peki, kimler var? Halen Türkiye’nin laik olup olmadığını sorgulayan, ‘laiklik tehlikede’ diye cahil cahil sloganlar atanlar var. Daha 9 yaşındaki Ezgi, televizyon haberleri kulağına çalındıkça “Çalışkan-tembel diye ayırdığınız gibi mi ayırıyorsunuz türbanlı-türbansız öğrenciyi. Çok sıkıcısınız” diye isyan ediyor büyüklerine. Annesine “iyi arkadaş-kötü arkadaş” bile dedirtmeyen Ezgi’yi kim aydınlatacak? Canım, şimdi yanımda olsa “Hiloooooşşş, sen tabii kiii” yanıtıyla boynuma sarılırdı. Yok, Kürtçe konuşan ülkeyi bölermiş, ‘ Alevi-Sünni-Ermeni-darbeci-kemalist’ herkesi bilmek gerekirmiş, yok 2013 senaryosuymuş, yok ülkeyi ninjalar basmış mış... Al eline bayrağı Anıtkabir’e koş, 'kalksa da yerinden yıkıldığımızı bir görse' diye bas bas bağır, kadın günü yap 10. Yıl marşı oku, yakandan Atatürk rozetini hiç çıkarma ama sokakta gördüğün insanlara gülümsemekten bile bihaber ol.... Cumhuriyet’e verilen değer bu mudur, Atatürk’e saygı bu mudur? Aydınlatalım derken, kafa karıştırdığımızın farkında mıyız? Evet, bugün 10 Kasım ve biz Atatürk çocuklarıyız. Onun dediği gibi ‘zeki-çevik-çalışkan’ olamaz mıyız... olamaz mıyız...

4 Kasım 2010 Perşembe

Bir monşer gördüm, kitap yazıyor....


Yeni bir kitap çıkıyor. Adı; “Dışişleri İskelesi” olacak. Niye?  “E ben, 34 yıl boyunca Dışişleri İskelesi’ne bağlı kaldım. Adım Deniz. Hep deniz sorunlarıyla ilgilendim. Denizciyim yani..” Damarlarındaki ülkücü kanıyla Kıbrıs, Ege, Boğazlar konularında Türkiye’nin uluslararası sularda yaşadığı sorunlarla yılmadan boğuşan bir monşerle mi konuşuyorum ne? “Bana monşer dersen, seni mahvederim. Monşerlerin en büyük savunucusu benim. Biz hariciyeciyiz,  adamı sallarız.”  Tamam, ne yapabilirim. Adınız çıkmış ‘monşer’e, inmez ‘bizden biri’ne... “Bizi halktan kopuk monşer diye suçlayanlar, kendine baksın. Onlar dünyadan kopuk...”

Ben siyasete girmek istemiyorum Deniz Bey. Bu monşer tartışması bitmez zaten. “Damarlarımdaki ülkücü kanı” deyimini de sizden çaldım zaten. Benim derdim şu kitap. Yani, olacak 4. kitabınız. 700 sayfayı aşkın. Siyasette çok sıkıcı günler geçirdiğinden, durup durup kitap mı yazıyor yoksa Deniz Bey. Yok canım, yok. Uluslararası sularda dönen dolapları, Türkiye’nin başına sürekli çorap ören Yunanistan’ın hukuki tüm açmazlarını, NATO’yu, diplomasinin hukuktaki yansımalarını ıcığına, cıcığına kadar bilen uzman bir diplomat olursan, her yıl bir kitap basarsın nerdeyse. Bir de soyadın Bölükbaşı. Türk siyasi tarihine kazınmış bir soyisim. Sonra başla yazmaya. 1; Ege Sorunları (İngilizce yazılıp, İngiltere’de yayımlanıyor), 2; Türk Siyasetinde Anadolu Fırtınası (Pederin hayatı diyor Deniz Bey, bu kitap için), 3; 1 Mart tezkeresi (Tam bir polisiye tadında)...Okudum ben bunları satır satır, Deniz Bey’in kitaplarla ilgili yaptığı tüm imtihanlardan geçtim... Ve sırada 4; Dışişleri İskelesi (Kıbrıs, Ege, Boğazlar, Irak. Meraklıları için en özel belgeler. )  Deniz Bey, kitabın sonuna bir bölüm ekleyip Dışişleri’nde çok yakından tanıdığı Ümit Pamir, Mehmet Ali İrtemçelik gibi 20-25 dostunun portresini de yazmayı kararlaştırmış. Dışişleri ne cengaverler yetiştirmiş hep birlikte okuyacağız. Evet, pek yakında. Hatta, gün sayıyor kitap...

Deniz Bey’le böyle kitap konuşup, diplomasiyi ve monşerleri (ama ben şeker ve ince insan anlamında kullanıyorum) analiz ederken, rahmetli Gündüz Aktan’ı da andık. Her ikisi de ömrünü Dışişleri’ne vermiş ve sonra MHP’de siyasete geçmiş. Gündüz Bey de en süper entellektüel beyniydi Dışişleri’nin. İdeolojisini sevmeyenler bile onu okur, öğrenirdi. Gündüz Bey’le sohbet, dünyanın en güzel sesinden en güzel şarkıyı dinlemek gibiydi. Bilgi ve görgüyle eleştirir, konuşurdu. Radikal Ankara’daki en süper arkadaşımdı çoğu zaman. Duygusallaşıp, konuyu dağıtmayayım. Ey insanoğlu, ey monşer daha çok kitap bekliyoruz sizden, daha çok. Deniz Bey’i yeni kitabı için şimdiden kutlayalım değil mi. Yine bizi aydınlatacak...

Öne Çıkan Yayın

Aradığınız sakinliğin adresini veriyorum : Göynük

Kaçıp, gitme dürtüsünün içimizi günde milyon kez yokladığı, dahası içimizi zonklattığı dönemler bunlar. Hep bir mayhoşluk, hep bir serse...