26 Kasım 2009 Perşembe

Jeffrey'in BAYRAM böreği.......Interview with American Ambassador Jeffrey(3)


Gelelim börek meselesine… Kendi kültürünü ve geleneğini yüceltirken, farklı kültürlerin de keyfini saygıyla çıkarmayı kendine prensip edinmiş Amerikan’ın Ankara Büyükelçisi James Jeffrey’le röportaj için rezidansa gittiğimde, beğendiğim en güzel köşeye kuruldum. Yanımdaki tarihi masanın üstündeki kocaman bir satranç takımında atlar dört nala koşarken, rezidansın centilmen uşağını birden yanımda buldum. Kapıdan içeri girerken benim için zahmet üstüne zahmette bulunan, paltomu, eldivenlerimi, şapkamı çıkarmamda bana özenle yardımcı olan bu genç adam, bu kez bana ne içmek istediğimi soruyordu.

Röportajın fotoğraflarını çekmek için hazır ve nazır, Türkiye’nin en profesyonel foto muhabiri Altan da, kendince en uygun köşeye kurulmuştu tabii o sırada. İkimiz birden bu sevgili uşağa dönüp sütlü nescafe içmek istediğimizi söyledik. Öyle ya, Türk kahvesi vakti çoktan geçmiş, saatler akşam yemeğine doğru koşturuyordu. Nescafelerimizi içerken ve kahvelerin yanında gelen güzelim kurabiyelerden, keklerden yerken, geçse geçse en fazla 5 dakika geçmiştir. Bilemedin 10.

Ama bu kısacak bekletme için bile özür üstüne özür dileyerek başladı Büyükelçi Jeffrey röportaja. Altan, güzelim kareler çekerken, ben kendimi keyifli bir röportajın içinde bulmuştum. Bana arada bir “Böreğinizi yediniz mi bu arada, Hilal Hanım” diye soran Jeffrey’e röportajın bir yerinde “Bunlar, börek değil efendim” demeden duramadım. Durur muyum, hiiiiç... O, “Haaa, haaaa” demeye kalmadan, ben yediklerimizin muzlu cevizli kek ve çikolotalı, vanilyalı kurabiyeler olduğunu ve tatlarını çok beğendimi dile getirdim. Jeffrey, tüm centilmenliğiyle “Börek, diyelim kısaca” demekten geri durmadı bu arada: İşte, budur satranç: Saygı, centilmenlik ve kıvrak zeka. İşte, budur diplomasi, işte budur misafirperverlik.

Daha bir ay öncesinde bursla gittiğim Amerika’da, bizi gerçek Amerikan kültürünü anlayalım diye akşamları Amerikan ailelerinin evlerine yollamışlardı. Benim North Carolina’daki ailem de; haşlanmış mısır, ızgara biftek ve bir de ‘apple pie’dan oluşan bir sofra hazırlamış bana, “Hilalciiiim, afiyet olsun” anonsuyla yemeği başlatmıştı. Apple pie’dan (elmalı kek diyelim) yerken, canım birden güzelim Türk böreklerinden çekmişti. Özellikle de, annemin yufkasını kendi elleriyle açıp da yaptığı peynirli kol böreğinden. Ama Türkiye’ye geldiğimde insanların dilinde bir kuki, waffle, kek, kurabiye lafıdır gidiyordu. Börek yemek nerdeyse bir ‘alt sınıf işi’ne dönüşmüştü. Zamanla, çevremde kendi kültüründen ve geleneğinden uzaklaşıp, nereye özendiğini kendi de bilmeyen birçok insan olduğunu, Türk olduğunu keşfettim. Hatta kimisi, Kurban bayramımıza dil uzatmayı, kurban kesmeyi ‘katliam’ olarak nitelemeyi bile entellektüellik sayıyordu. Dini geleneklere saygısızlık, entellektüellik demekti haaaa. Dini bayramlarla dalga geçmek, kültürümüzün ana unsunlarını oluşturan ögeleri hiçe saymak (nazar boncuğu gibi), geleneksel kıyafetler için ‘kroluk’ nitelemesini yapmak, özel yemeklerimizi ‘banallık’ görmek… Yazık, çok yazık değil miydi kültür mirasımıza. Bakın, elin Amerikalısı bana saygı olsun diye kuki’den, börek diye sözediyordu. Böylelikle yakınlık gösterip, kültürlerimizi kaynaştırıyordu. (Jeffrey’le birlikte, güzel bir börek seansında buluşmak için anlaştık o ayrı…)

Bugün birçok Amerikan ailesinde Şükran Günü (Aile Bayramı) heyecanı var. Ailesinden uzakta olan birçok Amerikalı yollara düştü, aileleriyle kucaklaşmak için. Aileyle bu akşam yenecek Şükran Günü yemeğinde Tanrı’ya sağlık-mutluluk ve birliktelikleri için şükredecekler. Bizde de, yarın başlayacak Kurban Bayramı heyecanı var demek istiyorum. 4 günlük tatilin hesabı bırakılsın da bir, büyüklerin elleri öpülsün, kendiniz kesemezseniz konudan-komşudan gelecek etle kavurma yenilsin. Küçükler kucaklansın, arkadaşlar, dostlarla buluşulsun. Büyükelçi Jeffrey’in deyimiyle “Kurban Bayramı’nız hayırlı olsun.”

24 Kasım 2009 Salı

Jeffrey...........Digital Jeffrey / Büyükelçi Jeffrey'le söyleşi (2)


Amerika’nın Ankara Büyükelçisi James Jeffrey’in aslında internette ne kadar aktif olduğuna, insanlarla Amerikan dış politikasını tartışmak için her ortamı değerlendirdiğine daha önce de şahit olmuştum. Çünkü, Amerikan Dışişleri Bakanlığı bünyesinde oluşturulan Uluslararası Bilgi Bürosu (International Information Program) çalışanları, diplomatların internet ortamında dünyadan her çeşit insanla diplomasiyi tartışmalarını sağlamak için de özel bir sisteme sahip. Böylelikle diplomatlar ‘soğuk, iletişimden uzak, insanlardan kopuk’ imajından tamamen arındırılıyor ve bildiğimiz ‘dijital diplomatlar’a dönüşüyor. Ve, ekonomiden, diplomasiye, kültürden, global değişimlerin etkilerine kadar uzanan geniş bir yelpazade, internette tartışma ortamı başlıyor. Sistemin adı “Co.Nx” http://co-nx.state.gov

Video, döküman, tablo, grafik gibi çeşitli bilgilerin internet ortamında paylaşılmasını sağlayan bu sistem sayesinde bir gün Büyükelçimiz James Jeffrey, geçti kendi özel bilgisayarının başına tüm dünyadan insanların sorularını yanıtladı. Çin’den, Afrika’dan, İstanbul’dan, Rusya’dan Jeffrey’e sorular yağarken, Amerikan dış politikasıyla ilgili soruların yanıtlarını herkesin birebir görme imkanı da oldu. Büyükelçi Jeffrey, zaman zaman düzenlenen bu soru-cevap seanslarının yanısıra bir de büyükelçiliğin kendi internet ortamında “Ask the Ambassador –Büyükelçi’ye Sorun” köşesinden tüm Türkiye’den kendisine yöneltilen soruları cevaplıyor.

Büyükelçi Jeffrey’le, Amerikalılar’ın geleneksel Şükran Günü (Aile Bayramı), bizim de Kurban Bayramı’mız öncesinde yaptığımız söyleşide “Amerikan Dijital Diplomasisi” üzerinde dururken, size ‘yeni medya’ dediğimiz sistemde kaç kişinin olduğu hakkında da bilgi vermek istedik. Hani şu hepimizin facebook’u var ya. Bu Amerikan icadı, internette en popüler paylaşım sitesi olan facebook’u kullananların sayısı 250 milyona ulaşmış durumda. Blog sayfa sahiplerinin sayıları da milyonlarla ifade ediliyor. Türkler, facebook’u en çok kullananlar arasında Amerikalılar, İngilizler ve Kanadalılar’dan sonra 4. geliyor. Türkler, Avrupa’da da internet kullanımında ilk 10'a girmiş durumda. Türkiye’de internet ortamındaki bu kadar yasağa karşın, halkın teknolojiye ve yeni iletişim tekniklerine ilgisini Büyükelçi Jeffrey, “Çünkü insanlar gelişime açık ve daha çok bireyselleşiyorlar” diye açıklıyor. Bu bireyselleşmenin, hani 'toplumdan-insanlardan kopuk, zombi' olma durumuyla ilgisi yok. Daha çok, insanın kendi bireysel yeteneklerine, görüşlerine sahip çıkma ve bunları daha çok insanla paylaşma isteğiyle ilgisi var. Demek ki, şöyle de bir durum var. Türkiye’de yasaklar sürse de, Türk halkı ne yapıp ne edip istediğine ulaşıyor. Türk dediğin de böyle birşey olmalı zaten. !!!

Büyükelçi Jeffrey, ‘dijital diplomasi’nin sınırsızlığını ve faydalarını anlatırken, bir de “Amerika’daki yabancı öğrenciler” konusuna dikkat çekti. Bakın size yine ilginç rakamlar veriyorum. Bu yıl Amerikan üniversitelerine 13 bin 263 Türk öğrenci kayıt yaptırdı. Bu rakam, geçtiğimiz yıl 12 bin 30’du. Rakam her yıl artıyor tabii. Siz, bir de Amerika’daki milyonlarca öğrenciyi düşünün. Hepsi oraya “Kendi farkını koymak” adına gitmiş. Ve, Amerikan yönetimi bu öğrencileri internet ortamında da bulup, tek tek ilgileniyor. Amerikalı öğrencilerle, diğerleri internet ortamında da kaynaşıyor. Kültürler değiş-tokuş yapılıyor.

“Hilal Hanım, böreği sevdiniz mi” diye yine söyleşimizin arasına girip, nefes aldırıyor bana Büyükelçi Jeffrey. Daha anlatacak çok şeyi var tabii bana. Benim de çok sorum. Böreeeek, çoook sevilesi….Öyleyse devam… !

"Burası Ankara, ABD rezidansı..Hep birlikte internetteyiz" (1)


Türk Dışişleri Bakanlığı'nda çalışanların mesai saatlerinde facebook'a erişimi yasak. TRT'de de yasak. Sonra, devletin diğer tüm kurum ve kuruluşlarında. Internette en popüler paylaşım sitelerinden olan youtube üzerindeki yasak da, tam kalkmış değil ülkemizde. Kimi internet sitelerinin çoğunun da yok 'bölücülük propagandası yapılıyor', yok 'Atatürk'e hakaret ediliyor', yok 'darbe çalışmasından yana' diye de, ya Genelkurmay Başkanlığı ya da Başbakanlık tarafından 'öcü' ilan edildiğini duymayanınız kalmadı zaten. Oysa ki, insanımız dijital teknolojiye, iletişime ne kadar açık, ne kadar aç. Kimin umurunda?

Evet, Amerika'nın umurundasınız. Benim de umurumdasınız. Doğrusunu, yanlışını tabii ki tartışacaksınız. Ama önce bilgiye, birikime, mesaja ulaşmanız gerek. Ama bu yasak ortamında nasıl? Ne yapmalı, ne etmeli diyen Başkan Obama'nın seçim zaferinde facebook ortamının ne kadar etkili olduğunu hatırlatacağım önce size. İnternette bir adres hesabı bile olmayan George Bush'un aksine tam teşekküllü dijital bir 'yeni çağ insanı' olan Obama, facebook ortamını kullanarak rakiplerinden daha çok insana ulaştı ve başkanlık zaferini ilan etti. Bugün elinde süper bir Blackberry'si var. Beyaz Saray içinde volta bile atarken tüm dünyayla mesajlaşıyor. "Hillary sen bir git Ortadoğu'yu ziyaret et. Seni Çin'den arayacağım" diyor. Kahire'de milyonlarca müslüman insana seslendiği sırada, konuşma metni dünyanın en dip bucağındaki insanın önündeki bilgisayara anında düşüyor. Ahmedinejad, ülkesindeki yasaklar zincirini ne kadar sıkılaştırırsa sıkılaştırsın, Amerikan diplomasisi dijital ortamda neredeyse tüm İranlılar'a ulaşıyor. İran'daki blog yazarları, facebook kullanıcıları ülkelerinde olan biteni dışarıya rahatça aktarabiliyor. Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nda özel 'dijital diplomasi' ekibi, dünyanın her yeriyle iletişimi artırmak için harıl harıl çalışıyor.

Nasıl? Böreğimi iyice yemiş miyim? Bu soruyu, hem bir gazete muhabiri hem de blogger olduğum için bana uzun uzun Amerikan diplomasisindeki 'dijital devrim'i anlatan Amerika'nın Ankara Büyükelçisi James Jeffrey'e soruyorum. Ankara'nın güzelim Çankayası'ndaki sıcacık rezidansında ben onu dinlerken, arada "Böreğini yedin mi bu arada" deyip, beynim kadar midemi de tok tutmaya çalışan Jeffrey'in hakkını nasıl ödeyeceğim. Tabii benimle paylaştıklarını, milyonlarca blog okuyucusuna, facebook kullanıcısına da ulaştırarak. "İletişim, paylaşım ve dijital medya. Bilgi, birikim, deneyim dolu blog sayfaları. Kaprisli editörlerden makas yememiş, yeniden yazılarak mahvedilmemiş röportajlar". Ne kadar da gözalıcı. Bundan böyle beni blog sayfamda daha yakından izleyecek Jeffrey'in, 'dijital medya'dan sözederken beni etkileyen en önemli cümlesini olduğu gibi yazacağım: "50 yıldır gazete okuyucusuyum ama hiçbir yeni medya ortamına kapılarımı kapatamam. Blackberry telefonumla rahat ve hızlı mesajlaşıyorum. İnternet ortamında yarattığımız ve sürdürdüğümüz diplomasi ile daha ve daha çok insana ulaşıyorum. Çok keyifli..."

"Hilal Hanım. Ne kadardır Radikal'de çalışıyorsunuz. Ben sizin haberlerinizi de dikkatle okuyorum"..Hem blogda yakından takipçim, hem de gazetede. Ben heyecanlıydım onunla konuşurken ama sanki onu daha çok heyecanlandırdım. "Tam 13 yıl" dedim. Amerika'nın 1950'lilerinin ünlü gazetecisi Edward Murrow adına düzenlenen burs programıyla Amerika'da bir ay kaldıktan sonra Ankara'ya yeniden döndüğümü söylediğim anda gözleri parladı ve hem de sevincini Türkçe "Ne güzzzelll, çok güzzelll" diye dile getirdi. 50 yıldır keyifle gazete okuyan ama teknolojiye kapılarını sonuna kadar açmış olan Jeffrey, bakın bakın şu yukarıda yazdığım 'dijital bilgiler'in yanısıra neleri paylaşarak beni daha nasıl heyecanlandırdı:

"Hepsinin yeri ayrı. İnternet, televizyon, gazete, radyo. Güzel bir yüzüm yok, o yüzden facebook'ta kişisel sayfa açmadım. Ama kızımın var. Bana, orada olup-biteni anlatıyor hep. Büyükelçiliğimizin İstanbul, Ankara ve Adana misyonlarının facebook sayfaları kullanımda. Bu sayfalar aracılığıyla her gün daha çok insana ulaşıyoruz. ABD Dışişleri Bakanlığı'nın facebook ortamında tam 130 ayrı sayfası var. Blog sayfalarımız, twitter hesaplarımız. Tüm çabamız, daha çok insanla görüşlerimizi paylaşmak, gençlerin Amerikan diplomasisi üzerindeki dikkatini hep canlı tutmak."

Güzel yüzünün olmadığını söyleyerek tabii ki alçakgönüllülüğünü ortaya koyuyordu Jeffrey. Evet o, güzel insan. Gençlerle sürekli diyalog halinde hem de internet ortamında. Sürekli tartışıyor, konuşuyor. Yıllarca Türkiye'de görev yaptı ama Türkçe'si için güzel değil mükemmel diyorum. Büyükelçilik personeline Amerikan halkının perşembe günü kutlayacağı Şükran Günü (Thankgiving- Aile Bayramı) yemeği vermeden önce benimle buluşup, perşembeden bir sonraki günü, yani cumayı da unutmadı. Cuma da tüm müslüman dünyasında olduğu gibi Türk halkının Kurban Bayramı var. Ve Jeffrey, bu yıl birbirinin peşi sıra gelen iki bayramı birleştirip, Türkçe mesajını da verdi. Buradan, blog sayfamdan Jeffrey'in tüm dünyaya Thanksgiving ve Kurban Bayramı mesajını olduğu gibi aktarıyorum..

"Ne güzel ki, bu sene de Amerikan Aile Bayramı ve Kurban Bayramı biraraya gelecekler ve onun için hayırlı olsun..."

Burası Ankara ama hepinize "Merhaba", hepinize iyi bayramlar. Özellikle de benim için dünyanın en özel insanlarının yaşadığı, dünyanın en güzel yerlerine: Happy Thanksgiving Botswana. İyi Bayramlar San Francisco. North Carolina, Colorado, Washington, New York, Oslo, Latvia, Kosova, Prag, South Africa, London, Arnhem, Paris, İstanbul....

(Not: Jeffrey'le söyleşimizin daha başka ayrıntılarını sizinle paylaşmaya devam edeceğim. Börekten yemeye devam...)

21 Kasım 2009 Cumartesi

Beaujolais Nouveau


Fransa'nın centilmen büyükelçisi Bernard Emie, kulağıma eğilip de "Gençlik ve dostluğa içiyoruz" dediğinde ürpermedim değil. Kadehlerimizde 'Beaujolais Nouveau' doluydu ve gençliğimizin ihtişamıyla yepyeni bir dostluk yaratmaya hazırdık. Fransa'nın zaman zaman kendini kaybedip de Türkiye'nin AB üyeliğine kankası Alman Şansölye Merkel ile birlikte karşı çıkan cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy'i, bu dostluğun gücü altında ezecektik. Damarlarımızda Beaujolais Nouveau dolaşırken, bunu gerçekten hissettik. Yalnız ben değil, Fransız büyükelçiliğinde toplanan 300 seçkin davetli bunu hissetti. Bu yılki Beaujolais Nouveau'yu tadacak 40 milyon genç, dost, şarapsaver de hissedecek.

Evet, Beaujolais Nouveau çok özel bir şarap. Bir kere 'dostluğun ve gençliğin' şarabı olarak biliniyor. Fransa'da Gamay üzümlerinden yapılıyor ve sadece Kasım ayının 3. haftasından 31 Aralık'a kadar içilmesi gerekiyor. İçtin, içtin. Yaşadın, yaşadın. Bu özel şarap, tam 20 yıldır dünyanın hemen her yerinde tüm Fransız dostlarınca, tüm şarapseverlerce tam bir şölen havasında yapılan kutlamalar eşliğinde tüm dünyaya sunuluyor. Bu kutlamalar, Türkiye'de de Ankara, İstanbul, İzmir ve Bursa'da Fransız ve şarap dostlarınca 10 yıldır gerçekleştiriliyor. Bu yılki şölenin çok çok daha özel bir anlamı var ki, o da "Fransa'da Türkiye mevsimi" etkinliklerine denk gelmesi. 1 Temmuz'da başlayan etkinlikleri Beaujolais Nouveau ile kutsadık ki, bu dostluğu dinamitlemeye çalışanların heveslerinin kursağında kalacağı şimdiden biline. Ayrıca Sarkozy'nin bu şarabı içip de, düşmanlık için çalışacağına inanmıyoruz. Çalışırsa da çalışsın...Kimin umurunda.. !

Bu nasıl güzel bir şarap. Duygu, tam tersini iddia ettikçe, ben gençliğim ve güzelliğimle "Yok, yok sarhoş değilim" diyordum. Fransa'dan özel getirilen peynirler mi dersiniz, sucuklar mı, yoksa salamlar mı...Hayır,,,ekmek. Gençliğin ve dostluğun tadını çıkarmak için ekmek-şarap-peynir üçlemesinin muhteşem birlikteliğini sonuna kadar mideye indirdik. Aslında Yurtdışında Yaşayan Fransızlar Derneği (UFE), Beaujolais Nouveau gecesini organize etmiş, şarap tatmakta usta insanları biraraya getirmiş, Büyükelçimiz Emie'den de büyük destek görmüştü. Şarap tatmakta bu kadar usta olduğumu da, Emie'den öğrendim. "Hilal, sen beğenirsen herkes beğenir" diyen oydu. (Hiiiiişşş, I love myself)

Her yıl 40 milyon Beaujolais Nouveau şişesi satışa sunuluyor. 31 Aralık'a kadar içilip, tüketilmesi gereken bu şarap için 40 milyon rakamının oldukça fazla olduğunu da bilginize sunarım. Taa Japonya'dan insanlardan tutun, tüm dünya bu şaraptan içmek için sıraya girmiş durumda. Siz de çok şanslısınız ki, ben de sizin için tattım ve 'muhteşem' diyorum. Damarlarınızda gençliğin ve dostluğun karışımını hissedip, uçmak için Beujolais Nouveau'yu mutlaka içmelisiniz. A la tienne...Cheers....ŞEREFE !!!

20 Kasım 2009 Cuma

ZAKUMI


Size bugün "Zakumi" diyorum. Çünkü 2010'da Güney Afrika'ya gidiyoruz. "Zakumi" de, Afrika'nın güneyinde kullanılan birçok dilde "Haydi gel" anlamını taşıyor. Zakumi, aynı zamanda Güney Afrika'da yapılacak 2010 Dünya Futbol Şampiyonası'nın sevimli mi sevimli, yeşil kıvırcık saçlı maskotu leoparın adı. Niye böylesi bir isim takmışlar sevimli leoparımıza? Çünkü, Güney Afrika'nın uluslararası trafikteki plakası, "ZA". "KUMI" de, birçok yerli dilde 10 rakamına işaret ediyor. 2010 Güney Afrika'nın yılı olacak anlayacağınız. Ben gidiyorum. Size de "Haydi gel" diyorum. Güney Afrika'ya, dünyanın en güzel ve en özel doğasına hazırım.

Size önümüzdeki dönemde Zakumi'yle ve tabii ki Güney Afrika'yla, 2010 FIFA Dünya Kupası final maçlarıyla ilgili bol bol yazacağım. Güney Afrika'da dünya kupası hazırlıkları tüm hızıyla sürüyor ve biz çok heyecanlıyız. Ankara'daki can dostlarımdan dünya güzeli diplomat arkadaşım Rene, 2010'a konsantre olmuşken, benim de başka bir şeye konsantre olacak halim yoktu. Rene sayesinde Afrika ile ilgili birbirinden güzel şeyler öğrenmeye başlamışken, öğrendiklerimi sizinle de paylaşmanın zamanı geldi.

Zakumi adındaki bu canayakın leoparın, Güney Afrika'nın umutlarını ve hedeflerini yansıtan özel bir hayat hikayesi var. Güney Afrika'daki dünya kupası organizatörleri, Zakumi'nin ırk ayrımcılığına dayalı Apartheid rejiminin sona erdiği 16 Haziran 1994 tarihinde doğduğunu söylüyorlar. Bu tarih Güney Afrika Cumhuriyeti'nde Gençlik Bayramı ve genç göstericilerin ilk kez beyazların yönetimine başkaldırdığı 1976 ayaklanmasının yıldönümü olarak da kutlanıyor. 2010 Dünya Kupası maskotunun tanıtımının yapıldığı televizyon programında, Zakumi kılığına girmiş bir oyuncu, 1996'da Güney Afrika'nın Afrika Kupası'nı kazanmasında büyük rol oynayan Mark Fish ile top koşturup, paslaştı. Maskot Zakumi'nin isminin ilk iki harfi, Güney Afrika'da kabul edilen 11 resmi dilden biri olan Afrikaan dilinde ülkenin başharflerini oluşturuyor. Dünya Futbolunu yöneten FİFA'nın yetkilisi Jerome Valcke, Zakumi için "Güney Afrika'nın halkını, coğrafyasını ve ruhunu temsil ediyor" dedi.

11 Haziran ve 11 Temmuz 2010 tarihleri arasında Güney Afrika'nın Cape Town, Johannesburg gibi dünyaca ünlü şehirlerinin de aralarında bulunduğu 10 ayrı şehrinde gerçekleşecek dünya kupası, tam bir şenliğe dönüşecek. Ama kimileri altın ve elmas madenleriyle ünlü Güney Afrika'yı öyle kıskanmış ki, ülkenin dünya kupasına hazır olmadığını bile iddia etmiş. Bu iddiaları açıktan yalanlayan FIFA'dan gelen son bilgiler, ülkede 2 milyar doları bulan bir yatırım yapıldığını yeni inşa edilen 5 stadyumun da, kupaya hazır olacağını duyurdu. İlk kez böylesi büyük bir uluslararası organizasyona ev sahipliği yapacak Güney Afrika, kupaya 2 milyon konuk bekliyor. Zaten, futbol maçları için biletler satışa çıkmış da, satılan bilet sayısı 650 bini bulmuş bile. Kupaya, Afrika kıtası dışından en büyük ilgi İngiltere, Amerika, Almanya ve İtalya'dan. Kupada futbol severlerin güvenliğinden tam 51 bin polisin sorumlu olması bekleniyor.

Daha neler, neler...Afrika'nın parlayan yıldızı Güney Afrika'nın, 2010'da daha bir parlak olacağı kesin. Şimdi size yeniden "Zakumi" diyorum. Güney Afrika'yla ilgili yeni haberlerde görüşeceğiz....( Bu sevimli Zakumi'yle şimdiden fotoğraf çektirmek isteyenlere de Filistin Caddesi/GOP adresindeki Güney Afrika Büyükelçiliği'ne uğramalarını öneriyorum..."Ankara...Ankara...Zakumi...")

18 Kasım 2009 Çarşamba

Hey,,sen....MONŞER !!!


Yine bizi unutmadı. Geceye son verirken, 'dersini çok iyi anlatmış' bir hoca edası içinde gazetecilere dönüp de "Sıkılmadınız, değil mi" diye soran oydu. Sordu da ne oldu demeyin. Ben hemen atlayıp, "Kitap tartışmaları sıkıcıydı. Gerisi güzel" demeyi hiç ihmal etmedim. Etmeyeceğim. Hemen her yerde, her koşulda görüşlerimi dile getirmekten çekinmeyeceğim...Sıkılıp sıkılmadığımızı kontrol ediyordu ama işte Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu da, zaman zaman gülmekten kırıldığımızın ya da "Öffff, nedir bu abukluklar" diye iç geçirdiğimizin bal gibi farkındaydı. Farkında olmaz olur mu hiç. CHP'nin 70'i sollamış ama fit ama çakı gibi milletvekillerinden Şükrü Elekdağ bile Davutoğlu'na "Civa gibi maşallah. Ne zaman televizyonda görsem, kameraların ardındaki muzip görüntüsü karizmasına katkıda bulunuyor" diye iltifat etmişti. İltifat mıydı?

Nasıl gülmezsin, kendini nasıl tutarsın. TBMM çatısı altındasın, koskoca Türkiye Cumhuriyeti'nin Dışişleri Bakanlığı'nın bütçesi görüşülüyor ve şu koskoca milletvekilleri ne tartışıyor? Görgüsü, bilgisi ve birikimi ile Türk diplomasisinde her zaman özel bir yeri olan ama MHP'den milletvekili olduğu andan itibaren irtifa kaybeden Deniz Bölükbaşı'nın taktığı konuya bak. Fena bir takıntı da değil hani. Kaptı mikrofonu Deniz Bey, karşıdaki badem bıyıklı AKP'li Eyüp Ayar'a güzelim mesajını gönderdi: "Sen geçenlerde bize laf atmışsın monşer diye. Bu sözcüğün anlamını biliyor musun. İşte, monşerler burada. Neyse derdin, konuşalım. Neyse kompleksin, takıntın."

Tabii konu burada kapanmadı. Sonra söz alan AKP'li Ayar, monşer sözcüğünün anlamını aslında bilmediğini ama zaman zaman 'monşer tipli' milletvekillerinin hükümeti rencide eden açıklamalarda bulunduğunu dile getirdi. O nasıl bir dile getiriş, buyrun yorumunu siz yapın: "Şimdi sözlüğe baktım. Monşer, 'Azizim' demekmiş. Ben bu anlamını bilmiyordum. Ama af buyurun ki, bu sözcük halk arasında 'batı özentisi içinde olmak', 'tuzu kuru', 'halktan kopuk', 'kendini çok bilmiş sayan' olarak kullanılıyor. Ben tabii ki, Dışişleri mensuplarını kastetmedim. Kastettiğim, hükümetimize dönük monşer tipli açıklamalar.."

Ben bu esnada gerçekten gülmekten koparken, bütçe salonunda renkli dakikalar yaşayanların sayısının hiç de az olmadığını, AKP cephesinden gelen "Gülüşmeler oluyor. Bu saygısızlık efendim" seslerinden anladım. Bunun üzerine komisyon başkanı, gülüşmek isteyenlerin dışarı çıkmasını bile kürsüden anons etti. Yok daha neler. N'olmuş yani. AKP'li bu milletvekilinin açıklamalarına, Bölükbaşı'nın çıkışlarına gülmeyecektik de ne yapacaktık. Ben güldüm, hatta kahkaha attım...

Daha ne tartışmalar, ne kendini öve öve bitirememeler. Birisi diyor ki Bakan Davutoğlu'na "Stratejik Derinlik kitabında AB'yi tenkit eden sizdiniz, ya şimdi neler oluyor. AB ne derse yapıyorsunuz". Davutoğlu da, uzun uzun kitabı hangi koşullarda hangi düşüncelerle yazdığını anlatıyor, yetmiyor bir daha anlatıyor, bir daha anlatıyor veeee bayıyor. Bu 'stratejik derinlik'te bir gün boğulmazsak ne olayım? Sayın Bakanım, pardon da şu ifadeler de neyin nesiydi: "Benim dedelerim de İngilizlere karşı savaştı. Savaşlar bitti, artık savaş değil barış dönemi. İran'ın nükleer işine karışıyoruz çünkü Çernobil yüzünden halen Samsun'da çocuklarımız kanser vakası yaşıyor. Türkiye'nin kimseye küsme lüksü yok. Biz ne doğu'yuz, ne batı'yız. Arkadaşlarımı topluyorum, etraflarına bir daire, bir kare, bir çember çiziyorum. O kitabı yazmadan önce de profesör olmuştum..."

Aslında buraya Dışişleri Bakanlığı'nın efsane Namık Tan'ının, mecliste nasıl bir ilgi odağı, sevgi yumağı olduğunu yazacaktım ama neler oldu işte, görüyorsunuz. Neyse, o da başka sefere. Yazıya da, "Namık Bey, azizim" diye başlarım artık !!!

13 Kasım 2009 Cuma

My first Reddaway story


Dün akşam İngiltere'nin yeni Ankara Büyükelçisi David Reddaway ile tanıştık. Yaşlı ama çok sevimli Reddaway'le buluşmamız, İngiltere Büyükelçiliği'nde önümüzdeki günlerde bir önceki büyükelçi Nick Baird döneminden daha neşeli, hoş ve verimli günler geçireceğimizin işareti gibiydi. Reddaway; gülümsemekten öteye geçemeyen, klasik İngiliz yorumlarına kendi yorumlarını katamayan Baird'in arkada kaldığını anımsatırcasına tüm sıcaklığıyla bizimle arkadaş olmak için çabaladı durdu. İki aydır Ankara'da bulunan Reddaway'in çoktan kendine yeni arkadaşlar edindiğine eminim aslında. Çünkü insana "Yaşın ne önemi var. Kalbime, ruhuma, enerjime bak. Pırıltı böyle birşey işte" dedirten cinsten enerjisi etrafa yayıldıkça yayılıyor.

Ben esasen Reddaway'in biraz farklı bir isim olacağını kendisi Ankara'ya gelmeden evvel aldığım haberlerle sezmiştim. Ankara'dan önce İrlanda'da görev yapan Reddaway, Ankara'ya gideceğini haber alır almaz "Atımla beraber gideriz. Atatürk'ün Ankara'sında şöyle bir keyif yaparız" demişti kendi kendine. Oldu da. Reddaway, Ankara'ya gelmeden güzelim atı geldi. O güzelim at için güzel bir ahır ayarlandı. Ankara'da; ya havaalanında konuk karşılayan ya özel ziyaretlerde trafik ve protokolle uğraşan ya da Türk Dışişleri Bakanlığı'nda rutin görüşmeler yapan İngiliz diplomatlar, bu sıkıcı işlerden bir an olsun kurtulabildi...Hem de Reddaway'in atı sayesinde. Atlardan da korkarım ben ama size söz, o atın üstüne binip, bir güzel fotoğraf çektireceğim. Reddaway'in bana bu kıyağı yapacağına eminim.

Tabii bir diplomat, İranlı bir hanım ile evli diye İran uzmanı olmuyor. İran'ın 'içi-dışı' oluyor. Reddaway de, İranlı bir hanımla evli: Roshan Taliyeh. Nasıl? Kulağa hoş geliyor değil mi bu isim. Size bir haber: Hem de tanıdık. Roshan Taliyeh, bir zamanlar yani ruhsuz-sönük-ışıksız Nick Baird'den önce Ankara'da görev yapıp da hepimizin kalbinde taht kuran, Türkiye sevgisini Bodrum'a yerleşmekle göstermekten çekinmeyen sevgili büyükelçimiz Peter Westmacott'un İran'lı eşi Suzie Westmacott'un çok yakın akrabası. Bu iki İranlı kadını, bu kadar şeker iki İngiliz'i bulup da evlendikleri için ayrıca tebrik ediyorum. Onların yerinde ben olsam, ben de ya Peter'la ya da David'le evlenirdim. İki adamda da ruh var, pırıltı var. Bildiğiniz soğuk İngilizleri çoktan aşmışlar.

Bu kadar dedikodu yeter mi? Maya geldi sordu bana. "Nasıl buldun David Reddaway'i" diye. "I love him" dedim. Pardon, galiba bu soru Giles'tan gelmişti. Herneyse. "Oooo...love haaa" diye de bir sıkıştırıldım. "Like değil, love kullanıyorum...." açıklamam tüm taraflar için iyi oldu. Maya da benim gibi mesela Miliband'ı seviyor. Obama'yı da. Obama is the first, Miliband is the second. Obama ve Miliband'in hem politik hem de erkeksi duruşuyla herkesi etkilediğini zaten biliyoruz. Bir de sadece politik duruşuyla insanları etkileyenler var. Örnek: Davutoğlu. Ben "Vaaaay,,,Evet, Davutoğlu hakkında da güzel yazılar çıkıyor. Etkileyici" derken, Davutoğlu'nun çoktan İngiliz entellektüellerinin gönlünü kazandığını öğrendim.

Evet, Reddaway de hoş, güleryüzlü ve sıcak. Türkiye ile ilgili kurduğu cümlelere bayıldım: "Türkiye'nin AB üyeliği bizim için de hayati önemde. Kıbrıs konusunda kararlı bir şekilde iyimseriz. Adada çözümü sonuna kadar destekleyeceğiz." Sonra, güzel güzel birasını yudumladı ve bir de şöyle konuştu: "Kapımız her zaman size açık. Tabii önce kapının zilini çalacaksınız." Hı? Şeker insan, ne dersiniz?

5 Kasım 2009 Perşembe

Gelincik Miliband


Onu bu kez bir ezik, bir kırgın, bir solgun ve bir de zorlama gülümseme çabası içinde gördüm. Koskocaman karizması, yakışıklı ve zeki, doğuştan bakan ve asil havası uçup gitmiş de sanki sokaktaki bir vatandaş havasına bürünmüş. Ama normal, ama normal. Afganistan’da hayatını kaybeden İngiliz asker sayısı her geçen gün artıyor. Şimdi son rakamlara bakıyorum; 2001’deki işgalden bu yana İngiltere, Afganistan’da 184 askerini kaybetmiş. Ölümler son günlerde öyle arttı ki, Birleşik Krallık yas içinde. Açın bakın BBC’yi, insanlar yakalarına gelincik rozeti takıyor son yüzyılda hayatını kaybeden askerler anısına, savaşırken kaybolup giden İngilizler adına.

İşte Britanya Dışişleri Bakanı David Miliband’in de yakasındaydı bu rozet. O hafif gelinciğin hüznüne bürünmüştü. Davutoğlu’yla düzenlediği basın toplantısında biz onu “Kıbrıs, Kıbrıs” diye sıkıştırırken, o kesin Afganistan’ın çukur cehenneminde Taliban’la deliler gibi savaşmak zorunda olan askerlerini düşünüyordu. Son 2.5 yılda 4. kez boşu boşuna gelmemişti Ankara’ya. Türkiye onlara Afganistan’da ya destek verecek ya da daha çok öleceklerdi. İşte, ölüm kartı. !!!!

Diplomasinin can alıcı kartı, ölüm kartı! İngiltere de, Kıbrıs sorunu ile AB üyeliği arasında sıkışıp kalan Ankara’ya ya yardım edecek ya da Afganistan’da kendi başının çaresine bakacaktı. Türk diplomasisi bu kartın üzerine çoktan atlamıştı bir kere. Taaa sevgili, Miliband’den daha yakışıklı, daha karizma, daha çikolata Obama Ankara’ya geldiğinde. O da Afganistan’da Türkiye’siz başaramayacaklarını biliyordu.

Neler oluyor bu arada. Kendini Türkiye’nin tepesindeki hakim güç zanneden AB, kalkıyor diyor ki “2009 sonunda Rumlara Türk limanları açılmazsa, Türkiye’nin AB üyelik müzakere sürecine müdahale ederim”…….Pışşııııııkkkk, derler adama. Afganistan’da ölümlerden ölüm beğenen İngiltere ve Amerika’nın hali ortadayken, onları o bataklıktan kurtaracak tek güç Türkiye’yken, AB de Türkiye’yi Kıbrıs konusunda terletecekmiş. Hiç ter falan yok Türk diplomatlarda haberiniz olsun. Öyle, sanki yeni bir Kıbrıs açılımı başlatmış gibi görünüyorlar, yoğun mesaide havası veriyorlar ama başı göklere ermiş dağlar kadar serinler. Terleyen varsa bir Amerika, bir de İngiltere…

Baksanıza şu Miliband’in haline. Ben son 2.5 yılda 4. kez görüyorsam onu ve diyorsam ki, “Bu sefer çok, çok üzgün bu adam. Mutsuz ve çaresiz. Yorgun yakışıklı”, bu ölüm kartı Türkiye’nin lehine işlemektedir. Gün geçtikçe daha da işleyecektir. Öyle çözülmez düğüm gibi görünen Kıbrıs, bir Obama ya da bir Miliband el hareketiyle birden bire gevşeyecektir. Gevşemezse de who cares. Türkiye, AB yolunda Kıbrıs’a rağmen çatır çatır ilerleyecektir. Böyleyken, bu treni durdurabileceğini zanneden Sarkozy ile Merkel, trenin ardından belki de Miliband’den daha üzgün…..yok yılgın, yok çaresiz, yok bitik, bakıııııp gidecektir…. Bilginize !

4 Kasım 2009 Çarşamba

Sami ŞİİR YAZDI... "Sıcak KAHVE" / Let's read Sami's poem, Warm COFFEE


WARM COFFEE
Shady afternoons,
Rain and warm coffee,
Exhausted souls left over after summer,
Why are these winterweights wrinkled or were they packed away all of a sudden...

Days to get ready for winter, a little headache,
A little flu, a little need for a shoulder to lean on,
Curly hair from falling raindrops and
Again warm coffee, may be some milk but always less sugar...
Again a friend, may be some teardrops but always love, always love...

SICAK KAHVE
Karanlık öğleden sonraları,
Yağmur ve sıcak kahve,
Yazın yorgunluğundan kalan dinlenememiş ruhlar,
Neden ütüsüz bu kışlıklar, yoksa apar topar mı kaldırılmışlardı...

Kışa hazırlanılan günler, biraz başağrısı...
Soğukalgınlığı biraz, biraz yaslanılacak omuz ihtiyacı,
Yağmurda ıslanıp kıvrılan saçlar ve
Yine sıcak kahve, belki biraz süt ama az şeker...
Yine bir dost, belki biraz gözyaşı ama hep sevgi, hep sevgi...

3 Kasım 2009 Salı

Domuz gribi


Halkımızdaki bu Tayyip Erdoğan sevgisinin bugün başka bir kaynağını hissettim. Adam, devlete güvenmenin enayilik olduğunu çok iyi bilen kahvedeki Hüseyin Amca'nın içindeki ses sanki. Çıkıyor, car-car konuşuyor hem o iç ses. Diyor ki: Ben Sağlık Bakanı gibi düşünmüyorum. Eee nasıl düşünüyorsun. Tıpkı Hüseyin Amca gibi: "Ne biliyorsunuz aşının en iyi çözüm olduğunu. Kimseyi aşıya zorlayamazsınız. İsteyen yaptırır, isteyen yaptırmaz"

Oysa ki zavallı Sağlık Bakanı, Erdoğan'ın bu konuşmasından daha birkaç saat önce kameralar önünde domuz gribine karşı kendine aşı yaptırmış, halkı aşıya sevketmek için tüm sevecenliğini göstermişti. Ama adamcağız, şimdi televizyonlarda "Aslında, Sayın Başbakanımızla ben ayrı düşünmüyoruz. Söylediklerimizde fark yok" diye kıvranıp duruyor. Erdoğan tarafından ikiye katlanıp, beşe bölünmüş, yırtılarak çöpe atılmış zavallı karizmasının artık hiçbir ağırlığı kalmamış varlığı altında ezildikçe eziliyor.

Televizyonlarda "aşı iyi midir, kötü müdür" diye kapışan onca uzman sıfatlı doktorun tartışmasını dinlediğimiz yetmiyormuş gibi şimdi bir de Başbakan Erdoğan'la, Sağlık Bakanı Recep Akdağ'ın yarattığı ikircikli durumun bulantısını yaşayacağız. İşte telefon çaldı ve benim "Aşı olmak çok riskli. Olmayacağım galiba ben" diyen pimpirikli bir arkadaşım arıyor. Ooooo, o da Erdoğan'ın saflarına katılmış: "Bak, adam ne diyor. Aşı olayında garanti yok. biz sana söylememiş miydik." Olmazsan, olma. Bana ne yaaa..Başımızda böyle başbakan, böyle sağlık bakanı olduktan sonra daha ne virüslerden ölür Türk milleti, domuz gribi ne ki.... !

Halkın gözünde puan kazanmak isteyen Erdoğan, ne yapıyor. Basıyor Sağlık Bakanı Akdağ'a fırçayı. Domuz gribi paniğindeki vatandaşı içten içe rahatlatıyor. "Ooooh...Oh, canımıza değsin. Saçma sapan konuşma sen, adam. Bak, başbakan ağzının payını verdi bir güzel" diye evlerinde Sağlık Bakanı'ndan öç alan insanlar, bakalım salgın yayıldıkça kimden öç alacaklar. İşte Türkiye'de insanlar böyle bir çırpıda, hayatlar da saniyesinde harcanıyor. Ne güzel de söylemiş büyükler: "Bozuk para gibi"...

Öne Çıkan Yayın

Aradığınız sakinliğin adresini veriyorum : Göynük

Kaçıp, gitme dürtüsünün içimizi günde milyon kez yokladığı, dahası içimizi zonklattığı dönemler bunlar. Hep bir mayhoşluk, hep bir serse...