28 Ağustos 2009 Cuma

Hadi işine Rasmus'cuuuum...!!!


N'oldu? Haliç'te iftar yapamadın, Ankara'da iftar yaptın Erdoğan'la. Yedin, içtin. Demek öyle, "Sıradışı ve özel bir deneyim" oldu senin için iftar. Bir de bunu, üstüne basa basa Davutoğlu'yla basın toplantısında söyledin. Hz. Muhammed'le dalga geçen karikatürler yüzünden İslam dünyasıyla hiç de gerginlik yaşamamış gibi yaptın. Haaa, bak bu noktada Hocamız Davutoğlu'ndan da destek gördün. Sayende öğrendik ki, Davutoğlu da güzel 'mış gibi' yapıyor. "Afganistan için daha çok destek, daha çok destek" diye tutturdun, 'mış gibi' yapabilen Davutoğlu'ndan da söz aldın. Ne istiyorsun Türkiye'den, bir tam anlayabilsem, daha mutlu olacaktım ama emin olamadım. Tamam güzel de 'güçlü ortaklık' diye tutturman, güçlenip ne yapacaksın? Amacın ne? Güzel açıklama: Terörün Afganistan'a sığınmasına göz yumamayız. Yumma daaaa, ne yapacaksın, ne? Bunun için Türk askerini mi çarpıştıracaksın orda? Mümkün mü, mümkün mü?

Bu Rasmussen'in abidik-gubidik konuştuğu yetmiyormuş gibi, Hocamız Davutoğlu'nun 'bır, bır, bır, bır...mır, mır, mır' konuşma halleri de 'hayırlı cuma'mızı daralttı da, daralttı. Hocam, belki bir gün tane tane konuşur, biz de güzel güzel not alırız umuduyla ne zamana kadar çekeceğiz bu daraltıyı bilemiyorum. "Asker talebi yok" diyorsunuz da, niye biz "Asker göndermiyoruz" demiyorsunuz. Bir gün önce Erdoğan'dan "Ya göründüğün gibi ol, ya da olduğun gibi ol" dayağı yiyen Rasmussen, bir gün sonra nasıl sizin 'dostunuz, kardeşiniz' oldu, niye açıklamıyorsunuz. Bu mudur diplomasi...Budur...Yok Hilal yok, sen kudur. Madem sıkışmış bu Rasmussen Afganistan konusunda...Bastır Türkiye, bastır. NATO'da ağırlık kazan, Yunan'a gol at, İslam Konferansı Örgütü'yle NATO'yu biraraya getir, evir, çevir, kemir....Sonra öğrendik ki, yapacak Türkiye bunu. Cin olmuş, şişeden çıkmış Rasmussen, demiş ki "Yeter ki, Afganistan'ı kurtaralım. Dilesin Türkiye benden, ne dilerse"...Vayyy,,,Haydi Türkiye, haydi...Yen şu Rasmussen'i...

Ben sıkıldım ya Rasmussen'den, o anıt misali haberimi yazdıktan sonra soluğu Afganistan konusunda uzman bir Avrupalı diplomatımın yanında aldım. Daha ben hiçbirşey anlatmadan, güldü gevrek gevrek..."Hadi işine Rasmus'cuuum, hadi işine. Afganistan çok uzak ve kimse oraya çarpışacak asker gönderemez. Hilal, şehit anaları bir de Afganistan'da ölecek askerler için ağlayamaz"...Aaa, bak sen şu NATO müttefiki diplomatın dediğine...Dediği gibi de içtim kahvemi, Rasmussen'i unuttum...Yoksa gerçekten onun dediği gibi mi olacak. Yani Afganistan iyice kayıplara karışacak, Rasmussen de Afganistan bataklığından çıkamayacak. Karzai'nin kardeşi Amerika'dan almış bir otel. Paranın kaynağı eroin, esrar, haşhaş. Afgan halkı da böyle geçinip, gidiyor, kadınlar, çocuklar, ölüyor. Ve NATO, doğru düzgün çözüm üretemiyor. Hiçbir NATO müttefiki de, Afganistan'a savaşsın diye asker göndermek istemiyor. Benim bir kahve daha içmem gerekiyordu bu sohbetin üstüne, içtim de...Eee, Mr. Rasmussen, sen ne yapacaksın. Göreceğiz elbet, göreceğiz.

27 Ağustos 2009 Perşembe

Ankara'da öteki'ler-beriki'ler


Ankara nasıl solgun, nasıl baygın, nasıl bunalgın, nasıl sıkıcı...Yaz, yaz bitmez gibi. Kimisinin 'Kürt açılımı', kimisinin 'demokratik açılım' diye tanımladığı 'Kürtlerle kardeşlik, PKK'ya silah bıraktırma, üniter devlet içinde farklılıkları zengin kılma' projesini AKP yürütüyor, asker de buna ses çıkarmıyor diye çatır çatır çatlayanlar bile renklendiremiyor bu baygın havayı. Hani insan alır eline Türk bayraklarını Anıtkabir'e yürür, mitingler düzenler, "Şehitler ölmez, vatan bölünmez" sloganları atar falan di mi yaa...Sadece bas bas bağırmak MHP lideri Devlet Bahçeli'ye kalıyor. Adam bu gidişle yalnız kalırsa, fena olacak.

Sen bak bir de, 'öteki cephe'ye : , (beriki, öteki, seninki, benimki..Türkler çok severler böyle tanımlamaları) Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, şehit ailelerine iftar veriyor, kendisiyle Türkçe anlaşamayanlara Kürtçe tercüman tedarik ediyor, "Devlet sizi hiç yalnız bırakmadı, daha da bırakmaz" diyor. Beni de yalnız bırakma Gül Baba! Başbakan Tayyip Erdoğan da hiç geri kalır mı Gül'den. Her gün bir açıyor, pir açıyor ağzını. Açılım, açılım, sonu nereye varacak, heyecanlandırıyor insanı. "Çıkacak, çıkacak af çıkacak, bütün PKK'lılar serbest kalacak" deyiverdi bir arkadaşım, biz harıl-gürül spor yaparken, öteki takıldı ona.."Çıkacak, çıkacak, kuş çıkacak."

Ben, "haydi bakalım, AKP kıvıracak bu işi" diye düşünürken, pekçok Avrupalı diplomat arkadaşımın "Hilalcim; Türkiye açıldı zaten. Bak etrafına. İyi-kötü bir diyalog var ortada" yorumlarıyla karşılaşmanın dayanılmaz hafifliğini de yaşadım. Hatta daha sene başında "AB yolunda başaşağı düşeceksiniz" espirisi yapan soğuk AB'linin teki, "Vayy be Türkiye'ye bak. Bu kadar açılım, AB'yi sollamıştır" noktasına da ulaştı. Yani yurdumdaki Türkü, Kürdü, Çerkezi, Müslümanı, Yahusi, Rumu, AB'lisi, Afrikalısı beklemede. Başbakan Erdoğan'ın verdiği heyecan gazı da rutine bindiğine göre yeni birşeyler yapmak lazım. Mümkünse NATO'nun Danimarkalı yeni genel sekreteri Anders Fogh Rasmussen'in bugün AKP'nin yeni otel karargahı Rixos Otel'de Ankara'nın önde gelenleriyle yapacağı iftara katılmamak lazım. Mümkün mü, mümkün! Yok, değil. Hayır, mümkün. Niye, ben gazete temsilcisi falan da değilim. Ama diplomasi muhabirisin. Ama yemeği Başbakan organize ediyor, başbakanlık muhabiri izler. Ama ona takviye lazım. Bak, Rasmussen ayağıma takılmasa belki Ankara havasını biraz renklendirirdim...Ya Hilal, bırak ! Öteki, beriki renklendirememiş, sen mi renklendireceksin...Dur ya çekiştirme ! Niye renklendirmeyeyim canım. En azından Pilates üstü DVD yapardım. Ha ha ha...Ankara'da herşey çok mümkün ama bir o kadar da mümkünsüz.

20 Ağustos 2009 Perşembe

Sayın müsteşarım, baylar, bayanlar...kaynaşanlar!


Onun diplomasi muhabirlerine veda ederken dolan gözlerini, titreyen cümlelerini, bize olan 'babacan sevgisi'ni yazmalıyım esasen. Yer-gök, olmuş Ertuğrul Apakan, ben de aklım sıra onunla yaşadığımız engin ve derin deneyimleri çeyizime saklamayı düşünüyorum. Saklayamazsın Hilal, saklayamazsın. Yaz da okusun cümle alem: "Türkiye küresel güç, bölgesel güç. Türkiye aslan, kaplan". Valla şaka değil, Türkiye küresel güç olmuşsa bunun arkasında kapı gibi Ertuğrul Apakan var, cengaver diplomasi muhabirleri var. Var ki, sevgili Dışişleri Bakanımız, hocamız, herşeyimiz, Kissenger'ımız (nassııı...böyle yağcıyımdır, üstüme adam tanımam) Ahmet Davutoğlu'nun, müsteşar Apakan için verdiği veda resepsiyonuna Ankara'da gelmeyen kalmadı. Sheraton'daki bu görkemli resepsiyonun onur konukları da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve diplomasi muhabirleriydi. Gerisi mi? Gerisi yalan-dolan. Tamam, tamam. Kimseyi harcamıyorum. Dışişleri'nin 60'ına merdiven dayamış ama gençlikte sınır tanımayan, 40'larında büyükelçilik koltuğuna oturacak olmanın çocuk sevincini yaşayan diplomatları da ordaydı. Tabii ki, saygıdeğer hanımefendi diplomatik eşler de.

Bir deee, Dr. Sare Davutoğlu. Takdim etmek isterim. Kendisi Davutoğlu bakanımızın kadın-doğum uzmanı eşi oluyor. Eminim bundan sonraki diplomatik programlarda daha çok karşımızda olacak da, "Vayy beee Türkiye, sen nelere kadirsin" inlemeleri çektirecek bize. Sare Hanım'la el sıkışmanın, onunla kaynaşmanın, onunla yakınlaşmanın onuruna erişen yerli-yabancı diplomatik hanımların ne hissettiğini hemen test ettim resepsiyon gecesi. Şıklıkta birbirleriyle yarışır derecesinde güzel bu diplomatik hanımlar, Sare Hanım'dan akan sadelik, zerafet ve dolgunluktan etkilendiler tabii ki. Ben hiç laf eder miyim onun türbanına. Etmem tabii ki. Haşaaaa! Ama diğer kadınlar, şık diplomatik monşereler sade türbanıyla süslediği boydan boya kapalı kıyafetin içindeki Sare Hanım'ı şöyle baştan aşağı süzerken hep aynı değerlendirmeyi yaptılar birbirlerine: "Çok şeker, çok şeker. Biz onu böyle de seviyoruz. Bilemezsin ki neden türbanlı. Böyle de güzel hanım. Böyle de hoş..."

Vay, vay, vaaaay. Zamanında türban konusunda aslan-kaplan kesilen bu diplomatik hanımlar; Hayrünnisa Gül ve Zeynep Babacan'dan sonra Dışişleri'nde türbanlı bir first lady'e alışmanın dayanılmaz hafifliğini yaşıyorlardı. Hayrünnisa Hanım olmuştu baş first lady, Zeynep biblo gibi güzelliğiyle göz kamaştırmaya devam ediyor, Sare Hanım tüm zerafetiyle "Kadınlar, her yerde-herşekilde" mesajı veriyordu. Demek ki, Dışişleri'nde türban sorunu kalmamıştı. Tam böyle derken, birisi çekti kolumdan "Dışişleri koridorlarında türbanlılar da dolaşsa nasıl olur" diye sordu. Her işi bitirdik, bu kaldı. Diyecektim, diyemedim. Nasıl olurr...hoş oluuuur....diye de geçiştirdim. Şimdi oturup, türban meselesini etraflıca değerlendiremeyecektim. Haaaaaaa, bu türbanlı first ladyler benimseniyor demek ki, belki ortalıkta, yani kamuoyu önünde daha çok olsalar tıpkı Kürt sorununda olduğu gibi türban sorununda da bir 'açılım' yapabiliriz, neden olmasınnn hıııımmm...dedim..Valla dedim. Dolaşsınlar daha çok ortalıkta da, tanıyalım onları. Bir kaynaşalım bakalım, neler olacak. Kaynaşanlardan örnek de veriyorum: Kadın-doğum uzmanı yani jinekolog Sare Davutoğlu, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın kız kardeşi Vesile İlden'in yakın dostuymuş. Erdoğan'ın kızı Esra Albayrak'ın doğumunu da Sare Hanım yaptırmış. Arkadaşlar, Sare Hanım kürtaj karşıtı görüşleriyle tanınıyormuş sağlık camiasında, haberiniz olsun. Üyesi olduğu Hayat Sağlık ve Sosyal Hizmet Vakfı'nın amaçlarından biri de kürtaja karşı mücadeleymiş. Benden söylemesi !!!

13 Ağustos 2009 Perşembe

RAS-putin, Haliç'te iftar..Allahuuuuekber!















Sen baygın baygın izler misin Rusya'nın kaplan avcısı Başbakanı Putin'in uçağın merdivenlerinden tavşan misali zıp zıp zıplayıp Esenboğa'ya inişini. "Ne var, izlerim" derken, olan olmuştu bile. Türk Dışişleri Bakanlığı'nın karizma ötesi karamel tatlısı üst düzey diplomatlarından birisi kulağıma eğilip, "Hilal Hanım, biliyorsunuz Ağustos ayının iki önemli konuğu var bizim için. Biri Putin, diğeri Rasmussen. N'oluyo? Rasputin" esprisiyle kıkırdatmıştı beni. Aaa tamam canım, kendisi de kıkırdadı n'olmuş. Putin'in arkasından Nato Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen de Türkiye'ye gelecekse, hem de gelmek için Ramazan'ı seçip, hem de Başbakan Tayyip Erdoğan'la iftar yapıp müslüman dünyasına barış çubuğu uzatacaksa bal gibi kıkırdarız. Allaaaahuekberrr nidasıyla kıkırdasak da yeridir. Kıkırdayamayanlar kıskanmasınlar diye de bu yazıyı yazıyorum. Kıymetinizi bilin!

Önce haberleeer: Putin'in peşi sıra Türkiye'nin yolunu tutmuş olan Rasmussen, 27 Ağustos akşamı İstanbul'da Başbakan Tayyip Erdoğan'la iftar yemeği yiyecek. Ramazan'ın tüm kutsallığı ve görkemini üzerinde bir kraliçe elbisesi gibi taşıyor olacak İstanbul, Rasmussen'in müslüman dünyasıyla diyalog arayışına tanıklık edecek. Yabancıların 'Altın boynuz'u, bizim Haliç'imizde yenecek bu kutsal iftarın görüntüleri anında müslüman alemiyle paylaşılacak. Rasmussen, Allah taksiratını affetsin! Sen, Daminarka başbakanıyken ülkende Hazreti Muhammed'i teröristle eş tutan, müslümanlıkla kafa bulan karikatürler yüzünden deliye dönen müslümanlara "Dinlere saygılıyım" açıklamasından öteye açıklama yapma, parmağını kıpırdatma sonra da gel İstanbul'da "Yaaa, lütfen barışalım" görüntüsü ver. Haberlere devam: 28 Ağustos'ta da Ankara'da olacak Rasmussen herkesle görüşecek. Gül, Erdoğan, Davutoğlu, Orgeneral İlker Başbuğ...

Bu Rasmussen Amca'nın NATO genel sekreteri olmasına Türkiye karşı çıkmıştı hatırlayın. Sonra da araya Obama girdi, yok Türkiye'ye sözler verildi, allem kallem Rasmussen NATO'nun başına geçti. Karikatür krizini geç, bir de Roj TV sorunu var bu Danimarka'yla Türkiye'nin. Türkiye diplomatik notalar yazıyor çiziyor, "PKK'nın yayın organını susturun" diyor, ülkesinin ifade özgürlüğünde tavan yaptığını düşünen Rasmussen Amca'dan "Araştırıyoruz Roj TV'yi" sesinden başkaca da ses çıkmıyordu. Amca, genel sekreter oldu, önceliklerini sıraladı. Bayram gelmeden, ramazan şekeri dağıttı Türklere, müslümanlara: "Karikatür krizi geçmişte kaldı. Türkiye'ye verilen sözlerin tutulmasını sağlayacağız. (Türkiye'nin NATO'da bir genel sekreter yardımcısı olabilir)"

Rasmussen, Putin'in üstüne Ankara'ya geldiği için oluyor Rasputin. Kelalaka ya da kelime oyunu gibi geliyor ama bir Rus efsanesi olarak bilinen, adına şarkı yazılan Rasputin'den biraz bahsedince siz de benim gibi "Bak şu Allah'ın işine" diyebilirsiniz. Rusya'nın ünlü vaizi, ikna gücü, hipnozcusu diye tarihe adını yazdıran Rasputin'in, küçükken en vahşi atları bile sadece konuşarak sakinleştirdiği öne sürülüyor. Uzun yıllar Rus hanedanını ve sarayını etkisi altına alan Rasputin, kadınlara olan düşkünlüğüyle de ünlü. Tüm dünyada 'seks makinası' yaftası da yiyor. Penisinin 30 cm olduğu söylentisi günümüze kadar ulaşmış. Nassı bişeysin sen Rasputin? İn misin, cin misin? Eğer Rasmussen de bu Türkiye gezisinde doğru-düzgün bir profil çizemezse, millet arkasından boney m'in Rasputin'in için yazdığı şarkıyı söyleyecek:

"Ra ra rasputin /lover of the russian queen /there was a cat that really was gone /ra ra rasputin /russia's greatest love machine /it was a shame how he carried on /but when his drinking and lusting and his hunger/for power became known to more and more people/the demands to do something about this outrageous/man became louder and louder/this man's just got to go! declared his enemies/but the ladies begged "dont you try to do it,please"/no doubt this rasputin had lots of hidden charms/though he was a brute they just fell into his arms/then one night some men of higher standing/set a trap, they're not to blame/"come to visit us" they kept demanding/and he really came/ra ra rasputin.....

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Lolipop Başbakanlık


Başbakan Erdoğan'ın eski ama çoook meşhur basın sözcüsü Akif Beki'ye kendimi ihbar etmek istedim şimdi. İhbarı alır almaz harekete geçer, beni 'akreditasyon' konusunda bilgilendirir, muhabirlere derin perde arkası bilgilerin aktarıldığı bilgilendirme toplantısına 'akredite basın kartım' olmadığı için katılamayacağımı söylerdi. Bir tost, bir çay ikram edip teselli ederdi. "Dünyanın her yerinde böyle. Hilal, seni de akredite yaptırsınlar, başbakanlıkta istediğin zaman bilgilendirme toplantılarına katıl" nutukları çekerdi. Aaah Akif Bey aaaah, siz yoksunuz başbakanlığın hiç tadı-tuzu yok. Gazeteciler, bildiğin kuzu gibi çalışıyor. "Action çok zayıf, hem de çoook"

Başbakanlık muhabirimiz Tarık Işık, tatil yaptığından ben de Bakanlar Kurulu toplantısını izlemek için Başbakanlık binasına geldim. Kocaman, güzel bir ofis var bahçede gazeteciler için. Tam teşekküllü. Uzun bir toplantı masasının üzerinde her çeşit gazete. Seç, beğen oku. Televizyon, fotokopi makinesi, yazıcı, çay ocağı. Kimisi haberlerini yazıyor tıkır tıkır, kimisi volta atıyor, kimisi tv izliyor, kimisi kitap okuyor klimalı ortamda serin serin. Buraya mesai vermek kolay değil tabii, çalışma koşulları da iyi olmak zorunda. İnternet bağlantılı bilgisayarlar, laptoplar...Diplomasi muhabiri olarak kıskanmamak elde değil. Dışişleri Bakanlığı'nın NewYork'a yeni tayin olmuş, eski müsteşarı Ertuğrul Apakan'ın da diplomasi muhabirleri için bakanlık bahçesinde böyle bir ofis kurma projesi vardı ama yalan oldu. Kimbilir, belki yeni müsteşar Feridun Sinirlioğlu bu projeyi yeniden canlandırır. İyi mi olur, kötü mü olur tartışılabilir ama Başbakanlık'taki ofis oldukça iyi, onu söylemek istiyorum. Bir tek, bizim gazetenin uzantısı olan bilgisayar sürekli tekliyor. (Tarıkkk, tatilden döner dönmez bilgisayarcıyı çağırıp, adam etmelisin bunu....)

Bakanlar Kurulu toplantısı öncesi anons yaptı Hacı Bey, "Bilgilendirme toplantısı yapcaz" diye. (Bu Hacı Bey'i, Akif Beki döneminden biliyorum. Ağzı var, dili yok adamcağızın. Ortalıkta hep dolaşıyor. Bir gazetecilerin ofisine giriyor, bir başbakanlık binasına. Akif Beki'ye olduğu gibi yeni sözcü Kemal Öztürk'e de yardımcı oluyor galiba. Gazeteciler arasında dolaşarak nasıl yardımcı oluyordur, onu da siz düşünün) Neyse, ben de heveslendim bilgilendirme toplantısı için. Kalktım gittim. Beni durdurdu. Bana "Siz giremezsiniz, diplomasi muhabirlerini almıyoruz. Sadece akredite başbakanlık muhabirleri giriyor bu toplantılara. Hem ortalıkta diplomatik bir olay da yok" dedi. Hacı Bey, beni kapıdan kibarca çevirdi. Akreditasyon konusunda tabii ki bir uygulaması olabilir başbakanlığın ama bir kurumun başbakanlığa akredite muhabiri tatile çıkmışsa, o kurumdan başkası 'akreditasyon kartı yok' diye başbakanlığı izleyemeyecek mi, içerdeki 'derin kulislerden' bilgi toplayamayacak mı? Sözcülüğü bıraktıktan sonra onlarca kez televizyona çıkıp bu konuda kamuoyunu bilgilendirdiği için Akif Beki'nin görüntüleri, sesleri, açıklamaları geldi gözümün önüne: "Akreditasyon kartı olmayan giremez. Giremez, giremez, giremez." Yani, bahçeye girebilirsin, ofisi kullanabilirsin ama Başbakanlık yazısının arkasındaki ana binada işin olmaz.

Oooof, ooof....Kırk yıllık karizmam fena çizildi. Çok tanınmış bir gazetecisin ama Akif Beki kuralları senin için de geçerli Hilal Hanım. Akif Beki'nin "Amerika'dan, modern ülkelerden ithal ettik" dediği bu kuralların ne kadar ithal olup olmadığını sonra yazacağım. Çünkü, benim şu an önümdeki bilgisayarla internete girip 'etik notlarım'ın ayrıntılarına ulaşmam imkansız görünüyor. Ama özeti şu ki: Burdaki kurallar yani T.C. Başbakanlık binasındaki kurallar Akif Beki tarafından yazılmış. Kendine özgü, orjinal.

N'apalım? N'apalım'ı yok. Bana şimdilik Milliyet gazetesinin en beyefendi muhabiri Murat Pazarbaşı'nın aldığı kola aromalı lolipop'umu yalamak kalıyor. Sonrasında ne yapacağımı biliyorum.

Haaaa...Bir not daha: Başbakanlık kafeteryasından ayvalık tostu ve diet kola ikilisini öğle yemeği için hiç de fena bulmadım. Özellikle de bizim gazetenin yemekhanesinde zaman zaman çıkan yağ oranı yüzde yüz olan arnavut ciğeri, köfte, pilav ve salata derlemesiyle karşılaştırıncaaaa...

7 Ağustos 2009 Cuma

Güney Hanım, Sayın Silvio & one-minute


Rusya'nın siyah kuşak judocu ve kaplan avcısı Başbakanı Vladimir Putin'e, Güney Sibirya'daki kamp tatilinde verdiği yarı çıplak pozların şöhreti yetmedi, üstüne 'enerjik' bir Ankara ziyareti sosu döküldü. Sosa bak sosa. İçinde ne ararsan var: Seks, kadın, karmaşa, silah, para, bir de BORU...

Daha bir gün önceki gazetelerde Putin'in at üstündeki yarı çıplak kaslı gövdesini görüp 'Uuuuh' diyen cümle alem, Esenboğa'da bu kaplan avcısının beyaz gömlekle de nasıl göründüğüne yakından tanıklık etti. (Cümle alemden kasıt, kendim oluyorum galiba. Yok yok, bir de diğer gazeteciler, diplomatlar ve de Türk polisler var) Çekiliiin, Putin geliyor. 'Cüneyt Arkın'ın tozunu attıracak bu adam' demeye kalmadı, silahlı adamların camlardan sarkarak etrafı kolaçan ettiği konvoylar eşliğinde Esenboğa'dan başbakanlığa ulaştı, bu seksi siyah kuşak judocu. Trafik, ölmüş. Yollar, sadece yol. Hedefe kilitlenmiş Greenpeace'ciler Güven Park ve Başbakanlık Konutu önünde eylem yapıyorlar ama kenti Putin ele geçirmiş bir kere. Putin'in yatağını hedef alan seksi telefon konuşmalarıyla sadece telekızların değil tüm dünyanın seks gündemini meşgul eden Berlusconi'nin 'son dakika' Ankara ziyareti bile Putin'i gölgeleyemiyor. Varsa yoksa Putin. Var, Var!

Başbakanlık'ta ortalık karman çorman. Bir zamanlar Başbakan Erdoğan'ın silahşör danışmanı Cüneyt Zapsu, Putin'le birlikte başrollerde. Koridorun en gülen adamı ilan ediyoruz onu. Çevirdi enerji işlerini, mutlu oldu. (Mutluluk bu mudur senin için Sayın Zapsu) Bekle allah bekle çıkmıyor Berlusconi, Putin, Erdoğan görüşmeden. Neler oluyor içeride? Basın toplantısı salonuna kilitlenmiş gazetecilere su dağıtıp, içerdeki boğuk havayı bozacağını zanneden korumacı çocuklar yanılıyor. Foto muhabirleri sağa sola 'Çekil ordan' talimatları yağdırıp, en iyi fotoğraf karesi için en iyi pozisyonu bulmaya çalışıyor. İtalyan-Rus-Türk üçlemesinin geyikleri havada uçuşuyor. Güney Akım değil, Güney Hanım... Dur, daha gülemedim, Greenpeace'ci Nevin Sungur'a karşı kızsal bir kıskançlık yaşadığım analizini yapan ünlü Türk fotoğrafçısı Ümit Bektaş'a laf yetiştiriyorum. (Yetiştirmesem daha iyi. Şimdi oturup bir de Nevin Sungur muhabbeti çekemem) Berlusconi, başbakanlığa girişinde hem Putin'i hem de Erdoğan'ı şöyleee çekmiş enseden, yanaklara öpücük kondurmuş. Fotoğraflar gerçekten bakılası güzellikte. "Putin'in yatağı da var mı içeride" diyor birisi. Bu geyikleri burda kessem mi acaba. Baksana yaa: "Aaah, Erdoğan'la yatak muhabbeti de yapılmaz ki. Bilmez ki. Yapılır. En iyi yatak İdaş. Erdoğan'ınki ortopedik..." Tamaaam, kesiyorum.

Vee sahnede Erdoğan'la, Putin. Mutlu ikili. Yok, Putin yorgun gibi. Ağır abi pozlarıyla sağa sola dönerken siyah kuşak judocu Vladimir, Erdoğan'da çocuksu bir sempati var. Güney Hanım'da anlaşmışlar. Hooop, Nabucco'ya goool. "Nooooo. Gol yok. Nabucco'yla Güney Hanım'ın seviyeli bir ilişkisi olacak" açıklaması geliyor Erdoğan'dan. Kıskanmayın, Türkiye'nin enerjik şöhreti artıyor. Gel bakalım Berlusconi sen de sahneye, el sıkışalım. Dost, düşman görsün voltranı. Voltran, voltran, voltran! "Bi dakkaaaaa,,,one-minute" diye yatıştırdı foto muhabirlerini Erdoğan, bu poz için. Ve Berlusconi için sahne anonsunu yaptı: "Sayın Silvio...Come here"...Dur, yine gülmeyeceğim. Benim, konuştukları güzel Türkçe'leriyle meşhur Rus diplomatlarım soruyor: "Hilal hanımmm, birileri 'I hate Russians' mı demişti. İsimleri alıcaz sizden, salondan ayrılmayın..." Yok canım, daha neler...Güney Hanım, hazır mısınız haftasonu çayına!!!

4 Ağustos 2009 Salı

Putinnnn....gel, gör beni!


Rusya Başbakanı Vladimir Putin'i beklerken garip bir telefon trafiğindeyiz: İleri-geri gidişler, anlamsız duraklamalar, birilerine yol vermeler, arkadan zar-zar korna sesleri...Sanki, bildiğin abuk Ankara trafiği. Kimin ne yaptığı, kime laf söylediği, ya da kendi kendine konuşup konuşmadığı hiç mi hiç belli değil.

Dışişleri Bakanlığı'nı aradın mı, aradın. "Yaaa, nedir bu Putin işi Allahaşkına" diye inleyen Türk diplomatik sesine, "Hiiç, laf olsun torba dolsun misali Putin ziyaretiyle uğraşıyoruz" demek geliyor insanın içinden ama olmuyor. Benim soluksuz bir duraksamamın ardından karşı taraf atlıyor: "Bu iş enerji, ekonomi işi. Nabucco'sundan tut, Güney Akım, Mavi Akım-2, nükleer santraline kadar herşey var içinde. Varoğlu var. Hangisini anlatayım." Tabii, telefonda sözkonusu bile değil bu kadar konunun içine girmekk....."Kapat kızım Hilal. Kapat şu telefonu..." diyorum yine sessizce, kendime. Daha ne zamana kadar içime atacağımdan emin değilim. Patlarsam, fena olacak ama!

Rusya'nın Ankara Büyükelçiliği'nin akıcı Türkçe'siyle insanı büyülüyen tüm elemanları arazi olmuş durumda. Kimse masasında yok. Kimisi, "Sen biliyor musun, kaç bin tane güvenlikçi geldi. Onların peşindeyim. Putin'in güvenliğinden ben sorumluyum" telaşı yaşıyor bir otel lobisinde, kimisi Ankara sokaklarında dolaşırken "Ben, ön heyetlerarası görüşmelere başladım. Beni 1.5 saat sonra arasan" diye kıvranıyor. 6 Ağustos'ta 6 saatliğine Ankara'ya uğrayacak Putin'e, 200 kişilik bir heyetin eşlik edeceği anlaşılıyor, bu konuşmalardan sonra. Daha fazla Rusla konuşmak istemiyorum ama o da ne? Birisi işini, gücünü bıraktı beni arıyor hem de teşekkür için. "Biz çok gördük bu teşekkürlerden" diyeceğim, gene olmuyor!! Yaa, bakk..Bence de olmuyor. "Madem, gazetede çıkan kibrit kutusu büyüklüğündeki haberden bu kadar etkilendiniz, ben de özel bir votkayı hakettim" diyorum. Oh be, konuştum kurtuldum. "Hilal, utanmadın mı bu rüşvetten" dediğim anda kendi kendime, yine kendi kendimi rahatlattım: "Bu Ruslar, unuturlar..." Amaaan zaten ben Rus votkası değil, Absolute severim!

Putin'in gelmesine saatler kaldı ya, bu Avrupalılar'daki 'geri sayım' etkisi de yine gösterdi kendini. Daha geçen hafta Putin'in ziyareti hakkında konuşurken uluorta hepsinden bir "ıııııyyy" sesi çıkmıştı. Hiç ilgilenmiyormuşçasına bana soğuk soğuk bakan bu soğukkanlılar, şimdi telefonumu çaldırıyorlar: "Hilal Hanım, neymiş program. Kimlerle görüşüyormuş Putin Ankara'da?" "Siz, bana yardım ettiniz miki, ben size çırpına çırpına öğrendiklerimi anlatcam ulaaaaan"....Bak yine 'monşere' damarım beni engelliyor. Kibar kibar "6 saatlik program yoğun işte" diye söze girip, diplomatik diplomatik, "Görüşmelerde herşey var" diye kıvırıyorum.

Putinnnnn....gel, gör beni bu telefon trafiği neyledi.... !!!

Öne Çıkan Yayın

Aradığınız sakinliğin adresini veriyorum : Göynük

Kaçıp, gitme dürtüsünün içimizi günde milyon kez yokladığı, dahası içimizi zonklattığı dönemler bunlar. Hep bir mayhoşluk, hep bir serse...