11 Ağustos 2010 Çarşamba

Size matter,,, indeeed..... Hoşçakal Diego, hoşçakal....

Gözlerimi kapıyorum. Anında aklıma Sümbül'ün seksi dudakları, seksi saçları, seksi yüzü ve bir de seksi sürprizi geliyor. Al Diego, al. Al sana Türkiye'de bulup bulabileceğin, ne Türkiye'si hatta Avrupa'da bulup bulabileceğin en seksi sürpriz. Sümbül, kendisini Avrupalı zanneden kimi tiplerin başörtüsü, türban derken Türkiye'yi sadece bir örtüden ibaret sananlara inat yapmış sanki sanatsal, seksi sürprizini. Seksi parmaklarıyla işlemiş, boyamış ve nefis bir tabloya dönüştürmüş güzelim örtüyü. Hediye olmuş o örtü Diego'ya. Kapak olmuş Avrupa'ya. Sümbül açılımı olmuş Ankara'ya....

Gel Diego, gel. Geç şöyle ortamıza da poz verelim. Dolgun memeli, çıplak kadın vücudunu sergileyen örtü bir aşağı, bir yukarı elimizde. Öyle olmaz, ters tutulmaz. Bak bak, ters de tutulurmuş çıplak kadın. Herkes gülmekten kırılırken, Servet nasıl çekecek fotoğrafı. Haydi yaaa... Ama, eli titriyor bu sahne, bu derin tartışma arasında. Allah'tan yakalıyor birkaç kare de, seksi ve eğlenceli gecemizi de kayıtlara geçirebiliyoruz...

Neresinden baksan güzel, neresinden baksan seksi gecemiz. Göğsünde kelebek uçan Eminoy, Sümbül'ün güzelliğine "Ben büyüyünce Sümbül olmak istiyorum" yanıtı veriyor. Ben kendimi gerçekten Türkan Şoray'ın evinde hissediyorum. Servet, büyük laf ediyor: "20'lik kızlara taş çıkartır Sümbül"... Aaaaah Sümbül, n'aptın bize yaaaa... Nasıl bir gece bu böyle. Harika yemekler, harika sohbetler, harika insanlar....

Bak bak, Diego'ya bak. 3 yıldır Ankara'da Avrupa Komisyonu'nun Türkiye Temsilciliği ofisinde 2 numaralı diplomat olan Diego, seksi Sümbül'ümüzün kendisi için verdiği veda partisine "Çok parti verildi benim için ama en güzeli, en hoşu budur" diyor. E herhaldeeeee.... çıkışım yankı buluyor kendisinden. Sonra bir bir garip, eğlenceli, bulmaca sorularımıza yanıt veriyor. Turkey is a great, big country herşeyden önce. Yaaa büyük, çok büyük değil mi Türkiye, diye dalgasını geçene öyle anlamlı karşılık sunuyor ki Diego, herkes onu o an yanağından öpmek istiyor. SIZE MATTER... European Union should take this SIZE... Al işte, olay yine seksi bir boyut kazandı... "Boyut, ölçüt önemli değil, önemli olan işlev" lafı büyük palavra arkadaşlar. İnanmayın. Diego, "Size matter" diyorsa ölçüye, boyuta dikkat edin. Ölçü büyüdükçe, hazzın topraklarında gezinti bitmiyor.... Adam 3 yıldır gez-gez bitirememiş.... Ölçü büyükse, bitmez... olay budur... yazın bir kenera...

Daha ben hangi espriyi, derin konuyu, Türkiye tartışmasını, Sümbül esprisini yazayım. Ben bir sarı laleyim ama Sümbül'e teslim oluyorum arkadaşlar. Patronlarından birisi için kendi evinde böylesi güzel bir veda gecesi düzenleyip de, bizi de eğlendirdiğinden ona teşekkürü bir borç biliyorum. Ve diyorum ki; Sümbül 90 günlük tatili havada karada haketmiştir. Nedir bu? Sümbül de, kendisi gibi olmak isteyenlere yanıt veriyor. "Ben de büyük patron Marc Pierini gibi olmak istiyorum. 90 gün tatil hakkım olsun".... Pieri'nin biraz fazla tatilci olduğunu not düşüp, en güzel tatilleri Sümbül'ün yapmasından yana oyumu kullanıyorum... Ya siz,, ya siz....

7 Ağustos 2010 Cumartesi

Sibel evlendi... Siboş's wedding ceremony....

"Ben bal arısı gibiydim, senden önce...Bak pervanelere döndüm, seni görünce...." Gelinle damadın ilk dansı,bu kutsal aşk şarkısıyla başladığında, hepimiz tatlı bir mutluluk sarhoşluğuna dirençsiz kaptırmıştık kendimizi. Kopsun tüm zincirleri kalbin bu akşam, bütün duygular gelinle damat gibi dans etsin ortada...Mutluluğun resmini işte şimdi çekiyorum Abidin !

Dünyanın en güzel, en dost şahiti Meltem olduğuna göre diplomasi muhabirlerinin tatlı Siboş'u, "Ömer Özgür Ceylan'ı kocalığa kabul ediyor musunuz?" sorusuna, gönül rahatlığıyla "Evet" diyebilir. Ama kızımız öyle aşık, öyle kendinden, öyle bütünleşmiş ki Ömer'iyle, kibarca "Ediyorum" diyor. İşte o an... Valla Siboş, artık evli bir kadın... Şahitlerin huzurunda resmi bir evcilik oyununa tüm ruhu ve bedeniyle 'varım' demiş bulunuyor. Bu nasıl bir duygudur, nasıl.... ? Aslında bu soru üzerinde zaman zaman kafa yormuyor değilim. Galiba bu konuda da en çok 'dünyanın en güzel evlilik şahiti' Meltem'le konuşuyorum. Evli barklı Meltem'den bile net yanıtlar gelmiyor evlilik konusunda. Yani olay; aşık olup, kopup gitmek, bal arısıyken pervanelere dönmek midir....!

Derken bizim Siboş, ince ince yazmış "Fly me to the moon" adlı blog sayfasında neden evlilik yolunda ilerlediğini. Benden gizleyeceğini sanmış ama yakaladım işte. Evliliğe hazırlıkla ilgili bir yazısında aynen "Ömer benim şu dünyada başıma gelen en iyi şey" diyor. Ve bu cümle beni benden alıyor. Bir kadının dünyada başına gelen en iyi şey, günün birinde tanıştığı erkek oluyor ve tutup elinden hayatın içine sürükleniyor. Ve o erkek, açıkça bunun farkında.... Benim bu evlilik felsefesi işini uzatmayıp, genç çifte bir ömür boyu mutluluk dilemem gerekiyor. Haydi bakalım, eğlence zamanı....yaniiiii düğün dedikodusu....

Bir altın takma yarışı gözlerimizin önünde yaşandı. Düğün mekanından çıkıp, geceye akmak için yollara düştüğümüzde altınını evde unutan Zeynep Tuğrul arkadaşımızın, önce eve gitmesi, altınını alıp da, kapıp gelmesi göz yaşartıcı değil midir arkadaşlar... Ben zaten leylayım. Son dakkada Meltoş'un uyarısı olmasaydı altın almayı bile unutacaktım. Amaaaaa,,, Meltem'im var benim.. Sonra bir baktım, Dışişleri Bakanlığı'nın yeni sözcüsü Selçuk Ünal da bir altın takıyor. Altın torbası dolan Siboş'un, altınları bizsiz yiyeceğini sanmıyorum...Geceye Meltem kadar olmasa da renk katan iki isim varsa; onlar da Mahmut'la, Servet'tir... Döktürmedikleri oyun kalmadı...Oyunlarıyla düğüne renk katan herkese Siboş'un ayrıca teşekkür etmesi şarttır... Bu Siboş öyle tatlı ki, balayı dönüşü benimle ayrıca ilgilineceğini gözümün içine bakarak da söyledi ya,,,, bir daha bitirdi beni.... !!! Sabah omzumdaki ağrının kaynağı Eminoy, Dido, tatlı Puket, Sevilla, Pınar ve Gülsen ve Zeyno'lar olsa gerek... Çok mu döktürdük kızlar... !

Aklıma yine o ilk parça geldi... Ne güzel yaaaa... "Yana yana kül olsam her an, yine de senden ayrılamammm...." Siboşşşşş,,,,,, mutluluklarrrrr..... 

6 Ağustos 2010 Cuma

Croquet in British garden... Topa vuruyorum, vurdum...

Sağımda yakışıklı Alex, solumda sweet David Reddeway. Ortadaysa croquet ( krokee diye okuyoruz, t'yi yutuyoruz) şampiyonu olmak üzereyken, sıcaklardan bay gelmiş Ankara'yı bir anda çarpan yağmurla birlikte şampiyonluğu bir başka oyuna erteleyen Hilal duruyor. Ama bak, ben gönüllerin şampiyonuymuşum. Bunu bizzat sweet Reddeway'den duymak da, hani zaman zaman etrafımda hafif 'ukala, egoist, narsist' diye adlandırılan ruhuma pek iyi geliyor.

Elimizde tatile çıkacak bir büyükelçi var. Daha geçenlerde artist başbakan David Cameron'un Ankara ziyaretinden gönül ferahlığıyla çıkmış bir büyükelçi. Yüzünde güller açan bu büyükelçi, yani sweet Reddeway İngiltere'nin Ankara Büyükelçisi David Reddeway. Gençlerle toplanmış, kriket ve golf karışımı diye bilinen croquet oynamaya çalışıyor. Bak bak, bu krokee diye okuduğumuz oyun, asil İngiliz milletinin aslında 'üst sınıf' insanına mahsus bir açık hava oyunuymuş. Benim 'hiç anlamam' diye tutturmamın çaresi yok. Sweet Reddeway, herkese ama herkese oyunun kurallarını tek tek anlatıyor: Bacaklarını aç bakalım, yere paralel. Eğil aşağıya, topa konsantre ol, sopayı salla ve önce karşıdaki topu hedef al, sonra yere saplanmış küçücük demir kaleye kilitlen.Yemyeşil büyükelçilik bahçesi  uzansın, gitsin önünde. Oluyor valla. Bizim iyi oyuncular olduğumuz tabii ki tartışılır ama Reddeway'in sıkı bir öğretmen olduğu apaçık. Tatil öncesi de, bizimle form tuttuğu kesin.

Anlı şanlı Britanya'nın Başbakanı Cameron daha geçen hafta Ankara'dayken, Avrupa Birliği'nin geleceğe en büyük yatırımının Türkiye'nin birlik üyeliğine açık destek vermek gerektiğini "Tabii ki Türkiye" diye bağıra, bağıra dile getirmişti hatırlayın. Türklerle kaynaşırken, Avrupa'daki anti Türk tiplere, yani Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy'e, Alman Şansölye Merkel'e "Türkiye'yle uğraşmaktan vazgeçin" notası vermişti. Sanki, karizma Tony Blair, top model Miliband'in izinden gitmişti. Gitmemiş miydi? Şimdi ben de, bu krokee'nin arasına siyaset sıkıştırmazsam, olmayacak. Ama sweet Reddeway, benimle hem top oynamaktan, hem de diplomatik analiz yapmaktan çok mutlu. Bu sefer farklı bir boyutu var İngiltere'nin Türkiye aşkının. Ekonomik kriz içindeki Avrupa, Türkiye'yle işbirliğine büyük umut bağlıyor. Aşkımız çok duygusal yani, dercesine bakıyorum büyükelçi Reddeway'e. Sonra da diyorum ki, "Belki çözersiniz Kıbrıs sorununu bu kez"... İşte o anda top, o küçücük kaleden geçiyor sanki.... "Çözüm geliyor. Yakında, çok yakında..."

Bu krokee'yi yine oynamak lazım. Eeeee,,,, oyuncular güzel, bahçe yemyeşil, Reddeway'ler harika... Tamam Alex, bir cin-tonik daha....

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Yeni HAYAT,,,,,

Bu kez sadece yepyeni bir hafta değil, yepyeni bir hayat başladı benim için.

Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı'ndan mezun olup da, gazetecilik üzerine "doğruluktan hiç şaşmayacağım" sözü verdikten hemen sonraydı Radikal'le buluşmam. Radikal yeni doğuyordu, ben de üniversite yıllarım boyunca biriktirdiğim küçük gazetecilik provalarımı ilk kez profesyonel hayata geçiriyordum.

Sonra ışık hızıyla geçen yıllar. Radikal'e 'hoşçakal' diyenler, demek zorunda kalanlar, hayatını kaybedenler bir bir geçiyordu sahneden. Türk gazetecilik tarihinin 'en kurt' ve 'en iyi kalpli' gece şefi Taygan Abi'mizi kaybettiğimde de Radikal'deydim, gazetecilikte başlı başına bir okul olan 'Adnan Abi'mizin kimilerini çılgına, deliye çeviren önlenemez yükselişinde de ordaydım. Muhteşem gidişinde de orda. Adnan Abi'miz, gazeteciliğin patron onaylı sertifikayla yapılan bir meslek olmadığını, aksine patrona, büyüğe, küçüğe vizyon katarak hayata geçirildiğinin en güzel örneği oldu hepimiz için.

Şimdi genel yayın yönetmenliğini bıraktı. İsmet Berkan. O,,,, (bak şimdi bir Teoman parçası geldi aklıma.. : O, uzaktan bakardı bir yabancı gibi..) ama hep içimizdeydi. Kimin gazetecilik aşkıyla tutuşup, tutuşmadığını çok iyi anlardı. Ama bu meslekte hep sevgi, hep sevgi derdi. Herkes de biliyor ki, o da genel yayın yönetmenliğini 'sevgi içinde' bıraktı.

Adını hep hatırlayacaklarım, hep anacaklarım oldu. Radikal'de tam 14 yıl geride kaldı. "Bu nasıl bir Radikal aşkı" diye çoğu zaman benden çok isyan edenlere aldırış etmeden geçti yıllar. "Ben size haber yazmanın ne olduğunu göstereceğim. Ben herşeyi sizden daha çok bilirim" diye yumruğunu öfkeyle masaya vuranlara aldırış etmeden geçti yıllar. Yıllar, o yumrukları masalarda bıraktı. Yıllar; gazetecilik aşkıyla dolup taşanları, öğrenmeye aç güzel gazetecileri "Sana son bir şans daha tanıyorum" tehditleriyle yıldırmaya çalışanlara aldırış etmedi. Yıllar, kendinde gidenlere 'hoşçakal' deme cesareti bulamayanları, hep cesaretsizliğe hapsetti.

Dün, ofisimdeki duvarımdan indirdiğim Uğur Mumcu ile yeniden gözgöze geldim.Aynen şöyle yazıyordu tabloda. Hemen her gün okuduğum tabloda : Kimi ölüler bize ne kadar da yakın / yaşayanların bir çoğu ne kadar da ölü... Çok değil, toplasan bir-iki yaşayan ölü vardı çevremizde. Radikal'i kendi içine kapatmaya çalışan bir-iki ölü. Radikal'i yeniden canlandırmaya çalışan capcanlı bir isim kalkmış gelmiş ama şimdi : Eyüp Can. Yaşayan ölüler belki bu kez anlayacaklar Radikal'in kötülükler imparatorluğu olmadığını, belki bu kez anlayacaklar...

Hepinize yepyeni bir hafta ve yepyeni bir hayat diliyorum. Ve tabii ki yepyeni bir Radikal....

Öne Çıkan Yayın

Aradığınız sakinliğin adresini veriyorum : Göynük

Kaçıp, gitme dürtüsünün içimizi günde milyon kez yokladığı, dahası içimizi zonklattığı dönemler bunlar. Hep bir mayhoşluk, hep bir serse...