26 Kasım 2012 Pazartesi

Sizin hiç babanız öldü mü ?.. Gazze'yi hiç duydunuz mu? Hiç ağladınız mı ?


Bir anda gelişti, bir anda oldu: Gazze'ye gidiyoruz.
Ne ürkünç bir cümleymiş ki bu, duyandan “Ah, vah, aman dikkat, n'apacaksınız orda ya, olur mu ya” inlemeleri, sızlamaları yükseldi. Orda insanlar ölsün, sen burdan uzaktan uzağa inle, sızla. Bu mu adalet? Tabii herkes gidemeyebilir ama giden gider, ağlayan ağlar, ölen ölür kardeşim. Hayat ne kadar gerçekse, Gazze de o kadar gerçek işte.

Ben heyecanlandım. Bombalar yağarken girmemiştim hiç o şehre daha önce. Aldım çantamı çıktım. “Ne yapacaktım ki o insanlar için. Görecektim o kadar. Ne yapacaktım ki o insanlar için. Ağlayacaktım o kadar...” Empati yoksunu, kolaycı insanlar böyle konuşsun dursun değil mi, hep konuşurlar zaten. 'Ne yapacağımı', var mı? Görüp, ortak olacaktım. Paylaşacaktım...
Sahi, “Sizin hiç babanız öldü mü”... Okudunuz mu bu şiiri, bir anlam yüklemeye çalıştınız mı?

Kahire Havalimanı'na indikten hemen sonra ilk bakışta insanda Hawai sempatisi uyandıran otobüslerimize bindik. Sonra markete gittik. Ne bulduysak doldurduk poşetlere. O dünya iyisi insan, büyükelçilik görevlisi diye hatırlıyorum, “Gazze'de yemek bulamayacaksınız. Bu marketten alabileceğinizi alın” dedikçe, doldurduk çantaları. 

Korkunç olacaktı biliyordum. Havadan ölüm yağan bir şehre doğru ilerliyorduk. Ama benim tek düşündüğüm; telefonların ve 3G mucizesinin çalışıp çalışmayacağıydı. Gazze'den yayın yapmak için ölüyordum.



 






























Otobüs saatlerce salladı bizi. Onlarca kontrol noktasından geçtik. Yol hiç bitmedi. 8 saate yakın sürdü otobüs içindeki sallanmamız. Korku tünelinde ilerledikçe özgürleştiğimizi düşündüm oysa ki ben. Bütün dünya, yalan dünya geride kalıyordu. Güneşin uzaktan bütün güzelliğiyle doğuşuna tanıklık ettiğim anda “Ölelim, n'olmuş” bile diyebildim. İnsanlığa giden bir yolsa Gazze yolculuğu, bu yolculukta ölüm küçücük bir adım olurdu ancak.

Ve o kutsal kapı : Refah Kapısı. Keşmekeşin filmlere taş çıkartan tablosu... Bizi kapıdan içeri sokan kutsal bayrak: Türk bayrağı.

“Türk bayrağına sarılı otobüslerle ilerleyeceğiz ki şehirde, bombalara hedef olmayacağız” dedi genç adam. Otobüs sarılıp, sarmalandı. Ve öfkeli tercüman konuşmaya başladı...

Gazze'deyiz...Şehri boydan boya kesen Selahaddin caddesinde ilerliyoruz”




















 Gazze bomboş. Şehir terkedilmiş. Hayır. İnsanlar, evlerinden çıkamıyor. Ve biz de o ölüm sireni gibi gelen heronların sesini duymaya başlıyoruz. İç sızlatan füze sesleri...Havada vızıldıyor ve pat düşüyor. Öldün. Bu kadar kolay, bu kadar yalın, bu kadar anlamsız işte. Ölümün insanlara dokunuşunu hissediyor ve yaşıyorsun. Sen de öleceksin. Hepimiz öleceğiz.

İsrail'den gelen insansız hava araçlarının şehre verdiği hasarı sadece izlemek istiyorum o an. Bu anlamsızlığın fotoğrafı olmamalı hayatımızda. Saçma sapan fotoğraflar çektiğimin farkındayım.

Bulut Sütunu bu operasyonun adı. Ölü sayısı 120'yi aştı. 900'den fazla yaralı var. İsrail'le Hamas arasında ateşkes olur mu, olmaz mı? Canı cehenneme ateşkesin. Siz bunu tartışırken insanlar ölüyor. İsrail, bunu niye yapıyor? İsrail, Gazze'yi niye bombalıyor? Hiç analize gerek yok. Büyükler, kendilerince analiz ettiklerini zannediyor. Gerçek şu: İsrail saçmalıyor. Niye saçmalıyor?
Yapay bir devlet olmanın acizliği mi bu? Böyle söylemek istemiyorum. Onlarca İsrailli arkadaş, dost edindik. Onlar da hep mutsuz olduklarını anlattılar içten içe her zaman. Politikacılardan dert yandılar. Büyük balık, küçük balığı yutsun. Büyüklüğünü göstersin. Ortalık karışsın. Egon şişsin.

Amerika'dan nefret ediyorum yine derin derin. Gazze'nin ortasındaki Şifa Hastanesi'nin bahçesinde ambulans sesleri, füze seslerine karışıyor. Ama Amerikalı da çok arkadaşım var benim. Hiçbirinin ölmesine tahammül edemem. Öldürülmesine izin vermem. Ama Amerikan devleti, 'devlet edası'nda, İsrail'e arka çıkıyor. İnsanlar ölüyor ve politikacılar bunu kendi hanelerine olumlu puan diye yazıyor.

Ambulans sesleri uzayıp gittikçe, bahçenin ortasında küçüldükçe küçüldüğünü duyuyorum. Büyük balık diye birşey yok. Süper güç de yok...Yalanlarla örülmüş gerçeklere karşı aslında tek bir gerçek var: Gözyaşı...

Şifa Hastanesi'nde her yer acıya, kana bulanmışken, ölüm herkese ama herkese yetişecek kadar güçlenmişken umutla çalışan doktorlarla tanışıyorum. Halen pırıldıyor gözleri. Benimkiler de pırıldar mı diye  gözlerinin tam içine bakıyorum. 'Yardım' diyoruz, bahçenin tam kenarına bir füze düşüyor... Hayat patlıyor, sessizce ağlıyoruz. 




















O hastaneyi asla ama asla unutmayacağımı biliyorum. İçeri dalıp, hayattan kopuk şekilde hayat aradığım dakikalar hep aklımda olacak. “Hastane iyi” demek istiyorum. “İçerden yaşam fışkırıyor” demek... Düzenli, konforlu yataklar değil elbet yaşam belirtisi her zaman. Burda da savaş koşulları var. Kargaşa bulutu genişledikçe genişliyor. Keşke bir sebep bulabilsem buna, bulamıyorum...Bahçeye yeniden döndüğümde hiçkimsenin gözüne bakmadan ağlıyorum...

Ben Şifa Hastanesi'nin bahçesinde ağlarken, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da hastanenin içinde acılı bir babaya sarılırken ağlıyordu... Gözyaşlarımızla dalga geçenlere, eğlenenlere hiç kızmıyorum. Belki günün birinde okurlar, belki günün birinde anlarlar... Onların da günün birinde “Sizin hiç babanız öldü mü...” mısralarıyla karşılaşıp, duymalarını, anlamalarını umut ediyorum... Sahi... Sizin hiç babanız öldü mü?

15 Ağustos 2012 Çarşamba

Moskova'da, Erbil'de... Her yerde : Suriye

Önüm, arkam, sağım, solum Suriye. Yetti mi? Yetmedi. Her yer, her zaman Suriye. Koş, koş Moskova'ya koş. Orda ne var? Suriye var. Moskova'nın sihirli metrosu, özgürlüğe uzanmış sokakları, bembeyaz geceleri dönüyor da dönüyor. Tutamazsın, yakalayamazsın. Sen, geç-git o ışıl-ışıl Moskova hayatının içinden Kremlin'e gir. Giremezsin, bekle önce: “Tüm gücünle bekle / Kimseler beklemezken bekle/ Saçma da olsa bekleyişin bekle” Simonov, benim için mi yazmış bu güzelim şiiri yoksa... 

Evet, saatlerce bekledim masal dünyasını andıran Kızıl Meydan'da. Bu nasıl bir Suriye'dir ? Suriye için bekledim. Ama işte içerdeyim. Birazdan Başbakan Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Putin gelecek “Suriye'yi çözdük” açıklaması yapacak. Rüyalardan vazgeç Hiloş. Saatlerce aranmanın, taranmanın, Ankara-Moskova anlaşması nasıl olacak diye kıvranmanın sonucu kocaman bir boşluk. Sonuç yine Matrix: Gerçekle, düş karıştı. Suriye halen bir muamma. Putin, Esad'a destekten vazgeçmiyor. Başbakan Erdoğan “yapma” dese de, dinlemiyor. Basın toplantısı sırasında yanıma oturan Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov “Sen üzülme diyor” bana. Niye üzülmeyeyim? “Biz halledeceğiz. Suriye yüzünden birbirimize girmeyiz. Suriye yansın, dursun. Ortalık karışsın. Şimdi yangın zamanı. Hepsi biter, hepsi geçer” yanıtı alıyorum. 

Sonra yine bombalar, yine bombalar. Suriye'de yangın büyüyor. Kimin umurunda? Türkiye kadar nerdeyse kimse endişeli değil, kendini perişan etmiyor diyorum. Sonra kendime, herkese kızıyorum. Ve terör. Ve Kuzey Irak. Ve Barzani. Suriye'de Kürtler ayaklanmış, Barzani de onlara destek veriyormuş. Of demeyelim, yine yollara düşelim. Moskova valizinde küçük rötuşlar...Haydi sen Erbil'e git...Heyyyt, çekilin. Bölgesel Kürt Yönetimi'nin Başkanı Mesut Barzani'nin partisi KDP. Kürdistan Demokrat Partisi'nin Dış İlişkiler Sorumlusu Hemen Hewrami, röportaj teklifimizi kabul etti. İşte o röportajdan aklıma kazıdıklarım. Siz de bir yerlere not edin. Hemen Hewrami konuşuyoooor:
 * Suriye'de 2 milyon, Kuzey Irak'ta 5 milyon Kürt yaşıyor. Kürtlerin özgürlük arayışını her yerde destekleriz. Esad, yıllardır Kürtlere vatandaşlık bile vermedi.
* Ama biz Suriye'ye karışmayız. Şunu şöyle yapın, böyle yapmayın demeyiz. Kimse de demesin. Kimse Suriye'ye birşeyler empoze etmesin. Gelecekte ne olacağına onlar karar verecek.
* Suriye halkı güçlü bir değişimi hakediyor. Ve o değişim başladı. Kimse bunu durduramayacak. Esad, çok yakında gidecek. Suriye bölünür mü? Buna da Suriye halkı karar verecek. En ideali; Kürtlerin, Sünnilerin, Şiilerin hepsinin birlikte yaşaması.
* Kuzey Irak'taki Bölgesel Kürt Yönetimi, terörü destekleyecek hiçbir şey yapmıyor. Terörle mücadelede Türkiye'nin arkasındayız. Türkiye'nin endişelerini haklı buluyoruz ancak silahlı mücadelenin sonuç vermeyeceğini de söylememiz gerekiyor.

Bu notlar yeter mi, yeter. Bir Sezen Aksu şarkısı dinleyelim mi, dinleyelim... “Eller günahkar, diller günahkar...../ bütün dünya günahkar. Masum değiliz, hiçbirimiz... “

Hilal Erbil'de, orda-burda Suriye için daha neler yaptı, yapacak?... Bu yazının ikinci bölümünde görüşelim mi ? Görüşelim.... Evet, çok da uzatmayalım... !

24 Mayıs 2012 Perşembe

Her an Kürtçe kursuna gidebilirim. Ne dersin Kake ?






Aslında benim çok uzaklara gidesim vardı. Ne zamandır “Çölde Çay”, “İngiliz Hasta”, “Matrix”, “Pulp Fiction” gibi film ortamlarının kokusu geliyordu burnuma. Uzun ama amaçlı bir yolculuk yapmak istiyordum. İçimde ya da dışımda yeni bir keşif zamanı diye düşünüp duruyordum.... Ama birden kendimi Kuzey Irak'ta, Erbil'de buldum. (Victoria burda 'niçin olmaz' diye bağırabilir, ben de ona 'Evet canım, evet' diyebilirim. Tabii Kuzey Irak niçin olmaz da, o filmlerdeki uzaklığın içinde belki de yakında olurum, kimbilir...)



Burnumuzun dibi Kuzey Irak. Erbil, Türk dolu. Türk-Kürt karışmış işte birbirine. Ahenkle biraraya gelmiş renkler. Ulan ekmek parası, neler yaptırıyorsun sen insana. Boşverelim değil mi Kürtlüğü, Türklüğü değil mi... Yani boşvermeyelim de, bir arka plana atalım. Yok atmayalım. Olmaz, buralar Kürt topraklar. Vay arkadaş, bu Kürtler de, Türkler kadar inatçı. Yok yok, milliyetçilik sözkonusu olduğunda herkes birbiriyle yarışıyor işte. Ben girmem bu sidik yarışına. Bu topraklara bizim de katkımız büyük. Heyt beeee, coş Hilal coş. Bana gaz veremezsin tamam mı, ben bir dünya vatandaşıyım. Kimine sempatim olur, kimine olmaz ama Kürtlere ciddi bir sempatim var. Kırmızı çizgilerimi de ayrıcana bildireceğim sizlere...

Arabaya atlayıp, gidiyoruz. Bir daha gidiyoruz. Etrafta buram buram çöl havası. Sıcaklık basıyor, insan yanıyor ama temiz terliyor. Kokmuyor bu ter. Şehir insanının pis teri yok işte burda. Sonra bir farkettim ki, jipten başka araba yok bu memlekette. Var, var: BMW X5'ler, öteki büyükler falan filan. Markaların anlamsız dünyasında bu büyük arabaların anlamlı seçimini görüyorum. Çöldesin Hilal, çöldesin. Başımı öylesine bir çevirdim, baktım: Arabanın arkasında var bir şapka. Algım birdenbire değişti bak. Oldu bu, oldu : Çölde Çay.

Bak Kake; oturup salak salak Türkler mi Kürtleri öldürüyor yoksa Kürtler mi Türkleri öldürüyor diye konuşmayalım. PKK'nın terör örgütü olduğu konusunda hemfikir miyiz, o kadar. Düşmana fırsat vermeyelim. Evet, tabii ki senin de yapacakların var. Barzani Amca'dan daha somut tavır bekliyoruz. Kapına koyma PKK'yı, koyma. Ben tabii ki inanıyorum PKK'nın, Bölgesel Kürt Yönetimi'nin başkenti Erbil için de baş belası olduğuna.
E öyleyse, terörden niye halen çekiyoruz. Demek ki yapacağımız çok şey var. Sadece Kürt Bölgesi'nin değil, tüm Türkiye'nin de efsane gazetecisi Çetiner Çetin, elimden, kolumdan tuttu tartışmalar uzadı da, uzadı. Taaaa Barzani'ye kadar gitti. Ama bana hak verdiler. “Öyleyse niye insanlar ölüyor?” sorusuna onlar da anlamsızca takıldılar. Bana Kürtlerin ne kadar tatlı, şeker olduklarını anlatma, bana düşmana karşı birlikte miyiz onu söyle. Evet, öyleyse bitsin ölüm, bitsin.



Toz bulutu kaplıyor etrafı zaman zaman. Bambaşka bir evrene geçiyoruz hep birlikte. Oldu bu, oldu: Matrix. Yapabildiğimi, yapıyorum. Çölde ilerleyen HaberTürk ekibine gösterdiği incelik yüzünden ona hayran kalıyorum. Seviyorum lan, seviyorum. Mustafa Barzani'yi seviyorum. Çok sevdiğim birinden daha sözedeceğim. 22 yaşında şirinlik abidesi, zehir gibi genç bir işadamı: Neçirvan Kapkiç. Senin ismini yesinler.. İnternetin varlık gösteremediği, tüm elektronik sistemlerin çöküş yaşadığı bu topraklara hayat vermeye çalışıyor. İşte karşınızda Eda Telekom. Arkadaşın ofisinde internet cayır, cayır. Çıkarım çatıya, yayın yaparım. Helooo Erbil... Nefis yayındı, nefis. Her ay basarsan bin doları, senin de internetin olur. Türkiye'deki internet fiyatlarından şikayet etmeyin olur mu, civcivler. Burda hayatın karşlığı dolar. Dolar hayat burda, hayat !



Erbil muhteşem. Tarih yazıyor sokaklar. Ben yükseklerden uçarım, evet uçarım. Çıktım işte Erbil kalesine. Tanrıların aşk kalesindeyim. Uzaklara bir bakıyorsun, kendini uzaklarda buluyorsun. Benim ciddi bir önerim var. Bırakalım şu terör belasını, PKK işlerini de keyfimize bakalım. Aşka bakalım. Ne diyorsun Kake, olur mu?

Not: Hani Kürtçe'de Kak, abi anlamına geliyordu ya,,, Kake de, kardeş demek. Kürtçe'ye sempatim artıyor. Niye artmasın Kake, niye....

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Urfa-Adıyaman.... Bir dahakine daha temiz !


 İnsanın resmen göğsü kabarıyor, gözleri yaşarıyor. Toprak ne kadar kutsalsa, insan emeği de o kadar kutsal. "Bizim barajımız var" dedirtiyor işte. Ben bu barajı düşünenleri de, planlayanları da, yapanları da, şimdi yönetip, çalışıp milyonlarca umudu yeşertenleri de öperim, o kadar: ATATÜRK BARAJI.

Çok tartıştık, çok; dünyanın kaçıncı büyük barajı diye? Ben ısrarlıyım, 8. büyük barajı diyorum. Türkiye'nin en büyük. Rakamların ne önemi var? Çok önemi var. Tüm Doğu, Güneydoğu, yok yok tüm Türkiye'yi besliyor bu baraj. Coştum, coşuyorum : ATAM, SEN ÇOK YAŞA.

Urfa'da çok tur attı ama onu da en çok Atatürk Barajı etkiledi. Gözlerinin içi gülüyordu. Tutku, saygı vardı bakışlarında. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Urfa-Adıyaman sınırındaki Atatürk Barajı'nda daha bir candan oldu, daha bir içten, daha bir sıcak. "Hadi gelin çocuklar, sizinle de çektirelim" dedi. Atladık hemen. İnsan böylesi anlarda sağındaki, solundaki, önündeki, arkasındaki herkese sarılmak istiyor. Sarılamadık Gül'le ama sarılmış kadar olduk. Bir daha ki sefere artık...



Bakın, iştahınız kabarsın hayata karşı. Güller bu kadar saf sarı olsun. Burda bir de lale ekilseymiş neler olurmuş acaba? Hayata aşkım depreşir, Atatürk Barajı'ndan çıkamazdım herhalde. Sağa sola ekilen çiçeklerden sadece sarı gülleri paylaşıyorum sizinle. Sadece sarı, sadece gül, sadece içten...

Sonra, Adıyaman yolunda karşınıza çıkan bu yeşil tarla. Atatürk Barajı'nın yarattığı kücük cennet bahçelerinden bir bölüm. Balıklar yıllarca suda. Balıklı Göl, hep gizemli. Hava yine sıcak. Urfa, yine sakin. Sokaklar, binalar, insanlar, zaman... Hepsi aynı yerde duruyor sanki. Ama dönüş yolunda yine aynı soru? Daha temiz olamaz mıydı buralar. Daha pırıl pırıl. Herşeyi doğadan beklemek haksızlık değil miydi? Bir daha gidişimde daha temiz bir Urfa bekliyorum, o kadar. Daha temiz....


                                       


22 Nisan 2012 Pazar

Abiniz Barzani konuşuyor


“Ben PKK'nın lideri değilim ki, onlara 'silah bırakın' diyeyim. Bırakmaları gerekir elbet. Zaten, savaşla hiçbir işin çözülemeyeceğini herkes anladı. Herkesin barışçıl politika izlemesi gerekir. Ama diyelim PKK, savaşı tercih etti; onları Kuzey Irak'ta yaşatmam...”

Bakın şu konuşana....
Irak'taki Bölgesel Kürt Yönetimi'nin Başkanı Mesut Barzani. Nam-ı diğer; Kak Mesut. Abi Mesut yani.... (Burdaki Kak, Kürtçe abi anlamına geliyor)

Çok yakınındayım. Tamam Ankara'ya gelmiş, yakın olmayıp da ne yapacağım ama inanamıyorum. Bana hiç inandırıcı gelmiyor. Beni bu kadar güvensiz yapan nedir? Bu arkadaşın PKK'yla olan bağı mı, olmayan bağı mı ? Yıllardır dökülen kan, gözyaşı mı? Bu üst perdeden konuşmaların hepsi hikaye mi? Eğer gerçek bir irade olursa çözülüp, gider mi terör sorunu? Gerçek irade dediğiniz, abi Mesut'ta mı var?

Neden olmasın? Haydi iyimser olalım. Baksana neler değişti, değişiyor. Hepimiz barışçıl politikaların arkasındayız. Ama ne zaman barış adına bir adım atılsa, birileri suyu bulandırıyor. “Yine aynı düşman” hayalkırıklıklarını yaşıyoruz. Milletçe kan ağlıyoruz. Tüm umutlarımız kesiliyor. Yaşama yeniden sarılmak için bir yerlerden mutluluk buluyoruz, yolumuza devam ediyoruz. Sonra yine hep o salak kısırdöngü. Yalan, yalan, yalan.. Hayat, yalan...

İyi de düşman kim? Barzani mi ? Aslında onun da çok ezik, üzgün, kırgın olduğunu gözlerinden okumak mümkün. Bildiğin bıkkınlık var adamda. Ağzından çıkanı o da anlamakta zorlanıyor çoğu zaman. Düzgün çevir şunu sayın bay çevirmen...

Abi Barzani Başbakan Tayyip Erdoğan'la, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'le konuştu yetmedi demek ki, bir de benim gibi olayın özünü, sözünü çözmeye çalışan zavallı gazetecilerle biraraya geldi. Biraraya geldik de ne oldu? Anladık mı olayın özünü, sözünü. Bu arkadaşın PKK'yla bağının olmadığına inansak, sorunlar bitecek mi? İşte böyle saçma bir kısırdöngü bu terör işi. Enerjimizi sömürüyor, beynimizi kemiriyor. Belli ki bu işin içinde sadece Türkiye, Irak yok. O da var, bu da var ama başka başka abiler var. Ve işte o abiler, terörün ekmeğini yiyor. Zehir zıkkım olsun, diyeceğim ama beddua kime yarar.

Barzani kendi hedefinin peşinde: Bağımsız Kürdistan. Bu konuda Şii Başbakan Maliki'yle anlaşamamış da, Türkiye'den destek bekliyormuş. Yok, daha neler? Diyelim oldu böyle bişey... yok daha neler, yok daha neler? Bölük, pörçük coğrafya kime mutluluk getirir ki üstadım... Benim burda hayal gücüm tükeniyor dostlar....

İyi de Barzani geldi, ne oldu? 9 yıllık Amerikan işgalinden kurtulan Irak'ın yine allak bullak olduğunu görüyoruz değil mi? Şii Başbakan Maliki, sünnilerin tepesinde. Kürtler, sünnilere destek çıkıyor ama ittifak kurmanın ülkedeki bölücülüğü artıracağını biliyor. Sonra Maliki, Türkiye'ye “içişlerimize karışmayın” diye esip, kükrüyor. Al sana bir “1 minute” vakası daha. Tayyip Erdoğan konuşuyor: “Biz, en zor zamanlarında Irak'ın yanındayız. Kem söz sahibine aittir”... Valla döveriz seni Maliki...

Bu yazdıklarımın “iyi de Barzani geldi, ne oldu?”sorusuna yanıt olmadığının hepimiz farkındayız değil mi arkadaşlar. Bişey olmadıysa, ne yapabilirim ki... Gelen gelsin, giden gitsin.. Bişey olmadı abi ya,,,, hiçbirşey olmadı.....

4 Mart 2012 Pazar

KAR, Hüsran ve INSTAGRAM...


Kar, deli yağdı. Günlerce yağdı. Herkesi bir kenera itti. Şehrin hakimi oldu. Kafasına eseni yaptı. Dalga geçti, alay etti. Sevindirdi, kızdırdı. İstediğini yaptı. Bu kış, çok kar yağdı. Bütün güzelliğiyle, bütün hüznüyle, bütün gücüyle yağdı. 

(Blogu bıraksam, şiir mi yazsam şimdi acaba? Ya da Simonov okusam, delice okusam: Bekle beni geleceğim – bütün gücünle bekle- kimseler beklemezken bekle – karlar tozarken bekle – yalnız sen olsan da bekleyen beni- bekle beni geleceğim)


Benim sevgili okurlarım bilirler. Böyle konudan konuya geçiyormuş gibi görünsem de, aslında bu bir çeşit konsantrasyon tekniğidir. Kar; şehrimizi, ruhumuzu, sinirlerimizi, kalbimizi alıp götürürken, daha neler neler getirmiştir. Gittiğimiz yerler neresidir, uyuduğumuz uyku kimindir, hangi zamana uyanmışızdır, hangi yaralarımız iyileşmiş, hangileri derinleşmiştir. Kar, bana ne yapmıştır? Kar, bize ne yapmıştır?

 Prag Mezarlığı’nın son yaprağını kapattığım anda, kendimi karla kaplı bir mezarlıkta, gözyaşlarıyla bulmam bir tesadüf müdür? Kontrol edemediğim gözyaşlarım, kontrolsüz gülüşlerim kadar hüzünlü müdür? Kışın ortasındayız ama her yerden ‘sarı lale’ fışkırması neyin nesidir? Ben yanlış mı düşünüyorum;  sadece mevsimlerde değil, ruh iklimlerimizde demi  gel-git’ler olmaktadır? Sorular, sorular, sorular.... (Halen sorulara bayılıyorum,,,, bilmiyorum nereye kadar? Haydi sen de sor. Hep sor.)

 
Bu kadar işin gücün arasında seyre dal, kara bat, içine kapan. Eve de kapanabilirsin. Hüsran olsun cümlelerin sonu. Islansın gözlerin. Ama bana bir kahve yap. Sade olsun... (Benim sevgili okurlarım, burda saçmalamaktan çok, yoğun hüzün baskısı altında kendime bir çıkış yolu aradığımın farkındasınız, değil mi... ) Bir yol buldum sanki şimdi: Uykulu gözlerle döndüm rüyamdan, sana sarı laleler aldım çiçek pazarından... (Şarkılar iyi geliyor hep, biraz daha acıyor yaralar ama olsun,,,oluyor işte...)

Mevzu derinleşti. Kar da hep derin oldu ama. Eeeee, sonuç ? :  Instagram’ımdaki ‘yalnız’ fotoğraflar... Yukarda yazdıklarımı silsem de acaba şimdi sadece “ İnstagram’ı seviyorum “ mu desem... Evet, seviyorum...


1 Ocak 2012 Pazar

Gitti 2011, geldi 2012..... Beni izlemeye devam edin.... !


Üstünden atlayıp, geçemem. Sıradandı, öylesineydi hiç diyemem. 2011'i kayıtlara geçirmem şart... 2011'le birlikte televizyonculuğa başladım ben. Ben bir televizyon yıldızı oldum n'aber.... !!!

Şaka bir yana, televizyondan hep uzak durmuştum. Yazmak, çizmekti benim hayatım, mutluluk kaynağım, enerji depom. Hiloş bir de televizyonda olsan ne iyi olur diyenlere resmen burun kıvırırdım. Yazının, gazetenin büyülü havasında hiç dolaşmadıklarını düşünür, içten içe onlar adına üzülürdüm. Ben sözcüklerin prensesi, gazete haberlerinin büyücüsü, kaleminin üstadı bir gazeteciydim... Bu kadar da beğenirim kendimi işte ! Zaten beni çok yakından tanıyan bilir, siz de bilin. İnsan kendini beğenip, kendini sevmezse hiçkimseyi sevemez, hiçbir katkıda bulunamaz şu fani aleme....

Ama o da ne; 2010'un sonlarında 14 yıl çalıştığım gazetemle aramızdaki aşk; sorunlar yaşadı. Ayrılmak zorunda kaldık. Hep özleyeceğim bir aşktı geride kalan ama hep de yaşatacağım bir sevgi. Tra la laaaaa..... Merhaba HaberTürk-TV....

Artık televizyondasın... Daha güzelsin, daha kıvraksın, zekisin. Koş Hiloş, koş... Nereyeeee? Yapmadığım hata kalmadı. En safiyene hatalar... Uykusuz geceler geçirdim, bu iş nasıl olacak diye yedim, bitirdim kendimi... Ama inanılır gibi değildi, yepyeni arkadaşlarım oldu. Benim gibi bir canavarı, habere gözü doymaz, hırslı, aç bir gazeteciyi bağırlarına bastılar. Sayelerinde, nefis bir yıl geçirdim. HaberTürk TV'ye şimdi gerçekten, kocaman ayrı bir teşekkür etmek istiyorum. Beni izlemeye devam edin, canlarım....

Gerçek gazeteci, gerçeklere aitti. Gerçeklerden beslenirdi. Onun besin kaynağı; sormakla, sorgulamakla ortaya çıkardı. Gazetecilik için yaptığım ilk çeviri metin, 1900'lü yılların başında Missouri Üniversitesi Gazetecilik Okulu Dekanlığı yapmış Walter Williams'a aitti. Williams, “gerçek gazeteciye her zaman çok ihtiyacımız var. Çünkü o bizim can damarımız” demişti... Bunu niye yazdım? Bilerek yazdım. Gerçeklerden ayrılmayalım, 2012'de de gerçeğin peşinde olalım diye yazdım. Bir de; sizi gerçeklerden uzaklaştırmaya çalışanları da, gerçeklerin içine çekelim diye yazdım... Öfke yok, kırgınlık yok. Sevgi, aşk ve şevk olsun diye yazdım... Hepimizle ama hepimizle çok güzel bir yıl daha paylaşalım, gerçekleri konuşalım diye yazdım.... Hoşgeldin 2012...

Öne Çıkan Yayın

Aradığınız sakinliğin adresini veriyorum : Göynük

Kaçıp, gitme dürtüsünün içimizi günde milyon kez yokladığı, dahası içimizi zonklattığı dönemler bunlar. Hep bir mayhoşluk, hep bir serse...