27 Ocak 2010 Çarşamba

Aşık Hollandalı... Ik hou van jou

Zamanın birinde, hani belki de çok gerilerde değil Katoliklerle Protestanların birbirini neredeyse 'kan düşmanı, can düşmanı' gördüğü dönemlerde, güzel genç bir Hollandalı kız, aşık oluyor. Kime? Protestan bir delikanlıya. Tabii ki aşkına bir türlü kavuşamıyor. Çünkü kızımızın ailesi Katolik. "Haaaaşa" diyor aile büyükleri. Bir protestanla bir katolik asla evlenemez. Kızımız ne yazık ki, kendisi gibi bir katolikle evleniyor sonunda. O güzelim aşk, Katolik-Protestan çatışmasının kurbanı oluyor. Kızımızın torunlarından biri, büyüyor, kocaman adam oluyor, diplomat oluyor, sonra da politikacı. Bugün de bakan. Adı Frans Timmermans. Hollanda'nın Avrupa'dan Sorumlu Devlet Bakanı. Yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz 'aşık-aşık' bakışlı adam. Tam ortadaki yani.

Sabahın köründe uyanıp, Bakan Timmermans'la kahvaltı için Hollanda'nın Ankara Büyükelçisi Jan-Paul Dirkse'nin rezidansına koştum. Hiç kişisel hikayelere girmek istemese de, okuduğunuz üzere büyükannesinin 'buruk' aşk hikayesinden ayrıntılar koparmayı başardım. "Çok mu önemli, bu mu haber?" diye burun kıvırırsanız, fena çuvallarsınız. Dinleyin bakalım... Hani arada Avrupa'da İslamofobia (İslam korkusu) tavan yapıyor ya, siz de gazeteleri açıp "Vay anasını, adamlara bak, müslümanlara takmışlar kafayı. Her müslüman da terörist olmaz ki canım. Sıyrık bunlar" diyorsunuz ya, bu kimyasında 'kırık bir aşkın' küllerini barındıran Bakan Timmermans da, İslamofobia'nın neden durup durup, Avrupa'da tavan yaptığına sürekli kafa yormuş bir adam. Araştırmalar yapmış, makaleler yazmış.

İçli içli "Büyükannem, protestan aşkıyla evlenemedi" diyor ve sonra ekliyor: "Avrupa'da din çatışması çok insanı canından bezdirdi, din olgusunu tabulardan kurtarmamız çok zaman aldı." Ahan da, tabular. Ahan da körolasıca Ortaçağ karanlığı. Zaman zaman sokakta türbana dolanmış, sadece gözlerini seçebildikleri bir tip görünce Hollandalılar, birdenbire geçmişteki korkularını hatırlıyorlar. "Bu öcü müdür, kaçalım buradan" diye birbirlerine fısıldıyorlar. Ama belki o türbanlının öcülükle falan hiç ilgisi yok. Kendi halinde bir öcü. Zararsız öcü. Ama ülkede 372 bin müslüman Türk, diğer göçmenler; yani Surinamlar, Faslılar, Endonezyalılar var ya. Ve hepsi müslüman ya. 1 öcü gördün mü, bütün müslümanlar öcü oluyor. Hem sen o türbanlıyı niye öcü görüyorsun? "Hollandalılar, bazen konuşamadıkları kişilerden korkuyor" diyen Timmermans, bu birdenbire kendini gösteren korkunun kaynağının da geçmişteki korkular olduğunu söylüyor. Katolik-Protestan çatışmasından korkmuşlar ya bunlar, genlerine nüfuz etmiş bu korku. Arada sapıtıyorlar. Farklılıkları algılamakta zorlanıyorlar. "Biz sokakta bir öcü gördüğümüzde, hemen onu yargılıyor muyuz" di mi ama... Yoook, hiç yargılar mıyız biz... Daha beterini yaparız... Kendini çok demokrat zanneden, aklınca Kemalist olduğunu düşünen bir tip çıkar, utanmadan "Asın bunları, asın" bile der... Yani, Hollandalı sapıtıklardan Türkiye'de daha çok bulursunuz. İsterseniz, giyinin bi öcü gibi başınıza neler gelecek görün.

Kafanız karıştıysa ortalığı bir kontrol edin isterseniz. "Kim Kemalist, kim değil" testi yapacağınıza, "Kim anlayışlı, kim empati yapabiliyor, kimin farka toleransı var" testi yapın. Timmermans yapmış bu testi: Geçmişin acılarını yeniden yaşamanın gereği yok. İnsanları kamplara ayırmanın cahilliğine düşmememiz lazım. Öcü sandığınızı önce bir anlamaya çalışın bakalım. Belki dost çıkacak size. Belki onu, çok farklı olduğu için seveceksiniz. Kimse kimseye zarar vermediği sürece, her farklı bireyin birarada yaşama lüksü var. BEĞENMEYEN BEĞENMESİN KARDEŞİM. Neyse; yobazlıkta, kabalıkta yalnız değil demek ki Türkiye'nin 'züppeleri'... Onlardan Avrupa'da da var. Hem de çok var...

24 Ocak 2010 Pazar

Unutmadık, seni unutmayacağız UĞUR MUMCU

Uğur Mumcu öldürüleli o zaman daha 2 yıl olmuştu. Şimdi olmuş 17 yıl. 1995’te ben ve benim gibi bir grup gazeteci adayı, ‘demokrasi, hak ve hukuk’ sisteminin Türkiye’ye yerleşmesi için Uğur Mumcu’nun yolundan gitmeye karar vermiştik. Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı’nın öğrencisi olduk kararlıca. Ülkemize, bizi yönetenlere ne kadar kırgın ve kızgınsak, bir o kadar idealisttik, heyecanlıydık. Özgürlük ve demokrasi yolunda yeni açmaya başlamış karanfillerdik. (Ne oldu, kalmadı mı heyecan, idealizm?) diye yazının daha ilk başında atlayanlar olabilir diye hemen söyleyeyim. Bu ülkeye demokrasinin yerleşeceği umudunu biz yitirmedik. Kırıldık, tökezledik, ağladık, uykusuz kaldık ama ümidimizi yitirmedik. Yitirdiğimiz gün öleceğimizi biliyoruz. Uğur Mumcu’nun “UNUTMA BİZİ” diye seslenişi çok daha anlamlı, çok daha kanlıdır bizim yüreğimizde, bu yüzden. Bugün geride kaldıysa da 17 yıl, Uğur Mumcu bizim için çok daha yakındır. Kimisi gazetecidir, kimisi bankacı. Kimisi sigorta yapar, kimisi doğacı. Ama hepsi özünde İNSAN’dır. Gerçek insan. Hepsi özünde, bir karanfil koymuştur Mumcu’nun kalbine, bir mum yakmıştır aydınlığa.

Uğur Mumcu’nun Sokağı’nda sayıların önemi var mıydı peki bugün? Kaç kişi toplanmıştık. Kaç mum yanıyordu aydınlığa. “Unutmadık, unutturmayacağız” diye haykıran kaç kişiydik. Yabancı birçok arkadaşımın “Ankara’nın gettosu” diye tanımladığı Gaziosmanpaşa’nın yarısı bile yoktu belki sokakta. Katiller mutlu muydu bu tablodan. Sokak, cinayetin üzerinden yıllar geçtikçe biraz daha boşalıyordu. Katiller mi nam salıyordu bu ülkede. Uğur Mumcu’nun “Vurulduk ey halkım, unutma bizi” sesi dalga dalga yayıldıkça hoparlörden, katillerin bu ülkede belki her geçen yıl daha fazla cirit attığını hatırlatan görüntüler gözümün önünden saniye saniye geçiyordu. Yalnız mıydım yani, bu yalnız sokakta. Ben bir başına mıydım. 10 tane miydim, 10 bin tane mi. 100 bin tane miydim, 100 milyon tane mi? Bu ülkede sayıların önemi var mıydı? Nitekim, gün geldi bir demokrasi kahramanı milyon tanemize bedel oldu. Nitekim, öyle bir kahramandı ki, öyle bir gazeteciydi ki, öyle bir demokrasi aşığıydı ki, Uğur Mumcu 24 Ocak 1993’te, tam da evinin önünde bombalı suikaste kurban gitti. Öldürüldü, vuruldu. Koskoca devlet, koskoca Türkiye Cumhuriyeti onun katillerini bulamadı. 17 yıldır bulamadı. Öyleyse sayıların canı cehenneme. “3 müsün, 5 misin” değil… “İnsan mısın, demokrasi aşığı mısın, hak ve hukuktan yana mısın” bunun adı.

Belki bundan konuşmadı Güldal Hanım. Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı’nın ilk öğrencileri olduğumuzda, bizi Uğur Mumcu’nun çalışma odasında ağırlayıp “Sizin demokrasi için yakacağınız bir mum ışığına bile ihtiyacımız var” diyen Güldal Mumcu. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bugünkü başkan vekillerinden Güldal Mumcu. Bu meclisin ana muhalefet partisi CHP’nin İzmir milletvekillerinden Güldal Mumcu. CHP’nin sanki ölmez başkanıymış gibi sessizce sokağa girip, Uğur Mumcu’nun evinde Güldal Hanım’a başsağlığı dileğinde bulunan, sonra da sessizce sokaktan çıkan Deniz Baykal da konuşmadı. “Katiller nerede” sorusu, suikastin üzerinden geçen 17 yıldan sonra anlamını yitirmişti belki. Herkes biliyordu ki, katiller sokaklarda cirit atıyordu. Çok mu küçük, çok mu sessiz, çok mu anlamsız bir anma töreniydi bu yoksa. Yoksa ben demi aradan geçen 17 yılın kurbanı oluyordum. Kalbimdeki ağrıyla yaşamayı öğrenmiş miydim bu ülkede? Demokrasi yalanı, demokrasi açığı, demokrasi acısı alışkanlıklarımız arasına mı girmişti. Yalan yanlış demokrasi, bize normal mi gelmeye başlamıştı. Kanıksamış mıydık? Ne yani, böyle, katillerle dizdize yaşayıp gidecek miydik, gün gelip asılacak mıydık. Bu kadar mıydı bu ülke?

Beni allak bullak eden bir 24 Ocak günü, katillerin yine kutlu günüydü. Sonra gözlerimi, kan kırmızısı karanfillere, ısrarla yanan mumlara çevirdim. En yakın arkadaşım, kardeşim Ayşe halen fotoğraf çekiyordu. Mumlar yandıkça, gözyaşlarımın kuruduğunu hissettim. “Bir keskin kalem, bir kırık gözlük”tüm ben, yüreğim pır pır etti. Ayşe’nin fotoğraf makinesinde bir 24 Ocak albümümüz vardı işte. Unutmamak için yeterli cephanemiz vardı yani. Katiller, umudumuzu öldüremeyecekti, öldüremeyecekti…

19 Ocak 2010 Salı

Hrant için, ADALET İÇİN....


“Ama ben gidemem ki. Burası benim ülkem, canım ciğerim. Benim de İstanbul’um” diyen telefondaki Hrant sesini, Dink ve dingin duruşunu tıpkı 3 yıl önce olduğu gibi bugün de kana kana içime çektim. “Sakın üzülme, ağlama. Yaz, konuş, sorgula, unutma. Unutma ki, sesimiz geleceğe taşınsın” tembihi, benim Türkiye’de demokrasi arayışıma can oldu çoğu zaman. Son 3 yıldır ne zaman tökezlesem aklıma geldi o. Bir başka geldi. 17 yıl önce yine demokrasi katillerinin kan kustuğu, Uğur Mumcu’yu susturduğu zamandan sonra yaşadığım ‘gel-git’lerin ardından Hrant Dink, bambaşka geldi. Türkiye; ne 17 yıl öncesinin ülkesiydi, ne demokrasi katillerinin amip gibi çoğaldığı bir gezegendi. Öyle sanıyordum ki, demokrasi için tartışıyoruz. Reform istiyoruz diyordum ki, 19 Ocak 2007’de Hrant Dink öldürüldü. Kendi İstanbul’unda, kendi ülkesinde, kendi gazetesi Agos’un önünde, başının arkasına ateş edilerek öldürüldü.

Belleğini sağlam tut ki, sen de unutmanın ya da unutulmanın halen marifet sayıldığı bu ülkede demokrasi katillerinin ekmeğine yağ sürme Hilal: Dink’in ölümüyle sonuçlanan olaylar Agos’ta Sabiha Gökçen’in binlerce Ermeni yetimden biri olabileceğine ilişkin haberle başladı. Haberden sonra İstanbul Valiliği’ne çağrılan Dink’in, valilikteki görüşmesinden sonra verilen bir şikayet dilekçesi üzerine Şişli Cumhuriyet Savcılığı tarafından bir yazısı için ‘Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla, Türkiye’nin başına örmedik çorap bırakmayan Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesinden dava açıldı. “Türklüğü aşağıladığı” sayıldığı için Dink, sürekli ama sürekli tehditler aldı, protesto edildi, ‘bölücülük’ suçlamalarının hedefi oldu. 2004’te başlayan bu olaylar, 2007’ye kadar sürdü. 19 Ocak 2007’ye. Ve Dink, o gün gazetesinden çıkışında başına ve boynuna isabet eden üç kurşunla hayatını kaybetti. Bir isim bulundu. Genç bir isim. Ogün Samast. Beyaz beresi moda bile oldu, ‘ülkücü’ diye adlandırılıp da aslında demokrasi katillerinin oyuncağı olan gençler arasında.

Türkiye’nin o günlerde reform treninde ‘hızla’ yol aldığını iddia eden devlet görevlileri halen görevlerinde. Evet, biz de umutluyduk reformlar yolunda. Hrant’ın arkadaşları olarak cinayetler aydınlansın istedik bu ülkede. Umudumuzu o yüzden yitirmedik. O yüzden ‘reform treni'nden hiç inmek istemedik, inmeyeceğimize inandık. Kırıldık, yorulduk ama inancımızı yitirmedik. Arkadaşımız Hrant için, Türklüğün ‘ırkçılık’la yoğrulmadığına inanan gerçek Türkler için, kardeşlik içinde yaşarken ‘Sen Ermenisin’ diye kimseyi dışlamayı aklının ucundan bile geçirmeyenler için, kardeşliğimizi geleceğe taşımaya and içenler için, inancımızı hiç yitirmedik… Hiç yitirmedik… Öyleyse katili bulun… Hrant için, adalet için bulun. Cinayete yol açan veya göz yumanlar, katilleri yetiştiren, onlara resmi görevler verenler, katili bayrağın önüne koyup kahramanlık görüntüleri çekip ve dağıtanlar, Hrant için adaleti çok görenler… Katili bulun. Ogün Samast’ı kullanan demokrasi katillerini…. Demokrasi katillerini bulun. Soruşturma dosyalarını tozlu raflara gönderenleri bulun…

Ben de Hrant’ın arkadaşıyım. Ben de adaletin, kardeşliğin hüküm sürdüğü onurlu bir hayat istiyorum. 19 Ocak’ta “Hrant için, adalet için” bugün yalnızca Agos Gazetesi’nin önünde olmayacak Hrant’ın arkadaşları. Dink cinayetinin arkasındaki ‘devlet eli’ yargı önüne çıkarılmadıkça rahat uyuyamayacak onlarca arkadaş, onlarca dost, onlarca kardeş, onlarca Türk, onlarca Ermeni bugün, 19 Ocak’ta hep birlikte. Demokrasi katillerinin hoşuna gitmese de, çünkü “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz”

13 Ocak 2010 Çarşamba

Danny Ayalon,,,,, Ayoooooool !!! Israel, lets drink milk !

Ayalon,,,,,,, Ayoooool ... ! Neyse ki, saatler gecenin 12'sini vurmadan, kapıdaki arabam balkabağına dönüşmeden, Dışişleri Bakanlığı'ndaki sevgili arkadaşlarım 'lahmacun mesaisi'ne geçmeden "özür" diledin de, hem kendini hem de bizi biraz olsun rahatlattın. Ama tam 2 günümü karın ağrısına çevirmene, telefonumun şarjını yalayıp-yutmana, diplomat arkadaşlarım nezdinde 'püsküllü bela' sıfatıma cila çekmene karşılık intikamım fena olacak, fena. Bak, gazetedeki haberlerime noktayı koyar koymaz, asıldım klavyeye. Sonunu hak getire ... !

"N'oluyo kardeşim, n'oluyo" diye sorarlar adama. Boyun mu uzadı, kariyerin mi parladı, alnın mı açıldı. Derkeeen, al sana ilk gol. Bana "Ms. Hilal, don't worry. Gazetenizin deadline'ı dolmadan Ayalon'dan özür mektubu gelecek, emin ol" diyen, bir İsrailli oldu. N'oldu Ayalon, n'oldu? Al sana ikinci gol. Gecenin bir köründe mesaj kusan internet kutumdan bir İsrailli arkadaşım seslendi: Ayalon'u gerçek İsrail sanma. Tükürdüğünü yalayıp-yutması yetmeyecek, gün gelecek burada sokak ortasında taşlanacak.

Yine de benim, 'vatansever' damarıma fazla kan pompalamamam gerekiyor. Yoksa, onca kahveden sonra uyku cidden haram olabilir, sabahın körü için planladığım pilates seansım suya düşebilir. Aaaa... Ben ne kadar temiz kalpli bir gazeteciyim yaaa... "Kahve" dedim, "Uyku" dedim, 'Uykudan önce kahvesi' için yine bir İsrailli arkadaşımdan davet aldım. Ayalon,,,, Ayol..... ! Farkındaysan, senin önce kendini İsrailliler'e sevdirmen gerekiyor. Bir daha böylesi atraksiyonlara kalkışmadan önce bir düşünürsün, kaşınırsın umarım. Yoksa devreye Cumhurbaşkanı Gül girer, bir diken batırır sana, kanarsın... Acı, acı kanarsın... !

Şimdi Ayalon krizini özet geçiyorum sevgili okurlarım. İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı oluyor kendisi. Danny Ayalon. Çağırdı, İsrail parlamentosundaki odasına Türkiye'nin Tel-Aviv Büyükelçisi Oğuz Çelikkol'u, kendisininkinden 25 cm 'alçak koltuğa' oturttu. Hem de kameraların gözü önünde. "Biz yüksekte oturuyoruz" diye kin kustu. Hem de İbranice. Çelikkol, 'teneke kol' gibi eğilip, büküldü, hatta yamuldu. İbranice de bilmiyor ya, kameralara boş boş baktı, durdu. Tüm dünya bu görüntüyü, "Türk büyükelçisi aşağılandı" haberleriyle gördü. Ardından Türkiye'den 'kınama' yedi İsrail. Kendisinden özür bekleyen Ankara'ya doğru düzgün yanıt vermeyince de, Cumhurbaşkanı Gül devreye girdi. "Heeeeyt" çekti Gül önce, sonra Ayalon'a yapıştırdı: Ne yaptığını bilmez adam. Gül, bir daha kükredi: Özür gelmezse, büyükelçiyi geri çekeriz. Sonraaaa, saatler kuş oldu uçtu, uçtu....kuşlar oldu, uçtular, uçtulaaaaar.... Ve Gül'ün bu restine karşılık Ayalon oturdu yazdı, özür mektubunu. Çelikkol'a "Sevgili Türk Büyükelçisi" diye seslendi adeta: Sizi küçük düşürmek gibi bir niyetim hiçbir şekilde yoktu. Girişimimin yapılış biçimi ve algılanışı nedeniyle özür dilerim. Lütfen bunu büyük saygı duyduğumuz Türk halkına iletiniz.

Daraldım. Daraldımmmm, daaaa.... Ben niye 'uykudan önce kahvesi' içiyorum ki....'Uykudan önce sütü' içmem gerekiyor. Pardon, gelemeyeceğim. Size de şiddetle Atatürk Orman Çiftliği sütü tavsiye ediyorum. Hem gerginliklerin uykunuzu tırmalamasını engelliyor hem de pilates öncesi iyi gidiyor. Kahve  sonra... Çok sonra. (Tabiii, bir de madalyonun Erdoğan yüzü var... O da sonra ... ! )

12 Ocak 2010 Salı

Mehtaplı gecelerde hep seni andım Mardin ,,,,,,,,,,,,,,,, I've always remembered you on moonlit nights


Başımı gökyüzüne umutla bir daha kaldırdım. Ama o da ne? Gökten bardaktan boşanırcasına inen yıldız yağmuru dinmiş. Bir daha kaldırdım, yine yoklar. “Bir tanesi kalsaydı hiç olmazsa” diye iç geçirdim, yok ! O bir tane bile almış başını gitmiş. Sonra, Ankara’da olduğumu fark ettim. Ankara’nın yıldızsız gökyüzüne başımı kaldırdığımı düşünüp, yüzümü buruşturdum. Mardin arkamda kalmıştı. İçim parçalandı. Mardin’e her gece yıldız yağıyordu ama Ankara’ya yağmıyordu. Mardin’de yıldızlar şarkı söylüyordu: Mehtaplı gecelerde hep seni andım….

Mezopotamya’nın kollarında, sarımtrak taşlı duvarların arasındaki dar sokaklarda hep yokuş yukarı çıkıyorsunuz Mardin’de. Sonra bir tahta kapı açılıyor, içeride gökyüzünü delercesine uzanmış bir cami minaresi, sonra taşlar arasından süzülüp gelep çeşmeler, sonra takunya sesleri, bir ara kilise çanı çalıyor, tıkır tıkır eşek adımları basamaklarda… Hep ama hep yokuş yukarı sokaklarda. Birden avludan avluya geçiyorsunuz, adı Ömer ya da Ahmet olan çocuklarla karşılaşıyorsunuz, bir de ismi Elizabeth olanlar var, Christina olanlar… Kimisi çay taşıyor dar sokaklarda, kimisi burnunu silip sek-sek oynamaya devam ediyor. Kürt, Türk, Süryani, Arap, Hristiyan ve daha onlarcası… 7 dil, 7 din, 7 renk… !

Hiç yanlış duymadınız. Yokuş yukarı çıkmayı, dar sokaklardan sonra yükseklere uzanmayı, geceleri gökyüzünde yıldız saymayı ve de Mezopotamya’dan güneşin doğuşunu seyretmeyi sevenlerdenseniz yolunuz bir gün mutlaka Mardin’e düşecek. Suriye’yi sırtınıza alıp, gözlerinizi hangi tarihten kaldığını hiç umursamayıp zamanın derinliklerinde canlı canlı duran cumbalı evlere, çay bahçelerine, kubbelere, manastırların tepelerinde uçan kuş sürülerine çevirdiğinizde siz de Birleşmiş Milletler’e destek atıp, “Evet, evet bu Mardin’in koruma altında olması çok iyi. Onu daha çok koruyalım” diyeceksiniz. Burnunuza buram buran bitki sabunu, içli köfte, acılı ezme, soğuk yoğurt çorbası kokuları gelecek. Sokaklar insan kokacak, insan. Avlularla, tünellerle birbirine bağlanmış insan. Süryani, Arap, Kürt, Türk ne farkeder, sokaklar kardeşlik kokacak, kardeşlik… Süryani şarabından bulup içmek, Mevlana’nın ‘aşk şarabı’ dediği şey gibi olacak. Ömrünüzün kısa, hayatın geçici ve yaşadığınız her saniyenin paha biçilemez olduğunu hissedeceksiniz…Mehtaplı gecelerde, yıldızların oynaştığı gecelerde hep şarkılar söylemek isteyeceksiniz.

Tarihi İpek Yolu’nun üzerinde yer alan, kuruluşu M.Ö 4500’e kadar uzandığı tahmin edilen Mardin’in üzerinden geçmeyen kültür kalmamış: Huri, Mitanni, Sümer, Babil, Pers, Asur, Hitit, Sami, Arap, Selçuklu… Kentteki hanlar, kervansaraylar, camiler, türbeler, kiliseler, manastırlar neredeyse tüm saf haliyle olur olmadık yerlerde karşınıza çıkıyor. Özellikle yokuşları çıkarken, durakladığınız zamanlarda. Ama bir de ne yazık ki, tarihi Mardin kentinin dışında sonradan olma gecekondular ve anlamsız yükselen apartman blokları var. Var oğlu, varlar. Gereksizce varlar. Biri lütfen durdursun onları…Lütfen ama lütfen..!

Benim kaldığım 800 yıllık Artuklu Kervansaray Oteli gibi nicelerini bulacaksınız Mardin’de. Kubbeli odalara, tahta kapıları kocaman anahtarlarla açarak gireceksiniz. Demirli küçük pencereleriniz olacak. Küçük bir çay molası için  kendinizi Mezopotamya’nın uçsuz bucaksız görüntüsüyle, yıldızlarla kucaklaşmış balkonlara atacaksınız. Tıpkı Murathan Mungan gibi “Mehtaplı gecelerde hep seni andım” diye mırıldanmaya başlayacaksınız. Mungan’ın bir Mardin öyküsü olan “Paranın Cinleri” adlı kitabında çok özel bir bölümün de başlığı olan “Mehtaplı gecelerde seni andım” şarkısını dünya mırıldanıyor arkadaşlar, siz mi mırıldanmayacaksınız. Kitap çevrilmiş İngilizce’ye. O bölüm için denilmiş ki, “I’ve always remembered you moonlit nights”…..

11 Ocak 2010 Pazartesi

Mardin'de diplomasi (1)


Haftasonunu, hava sıcaklığının 17 dereceyi vurduğu, güneşin ışıl ışıl yandığı, Mezopotamya’nın kollarını açtıkça güzelleştiği Mardin’de geçirdim. Geceleri yıldız kopartmakla, gündüzleri de bir yandan cami, türbe, kilise ve manastır gezip, bir yandan Mardin’in milattan öncesinin, öncesine uzanan sokaklarını arşınlamakla meşgul olduğumdan, içimdeki yoğun duygu silsilesini satırlara dökmem mümkün olmadı. Tabii bir de düşünün, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, onlarca Türk büyükelçisi ve diplomasi muhabiri arkadaşlarımla birlikteydim.

Düşünsenize; kentin sokaklarında kalabalık bir büyükelçi grubuyla dolaşıyoruz, hep beraber büfeden pide alıp yiyoruz, çocukları öpüp kokluyoruz, vatandaşlarla çay içiyoruz, Mardin’in her biri kartpostal tadındaki mekanlarında birlikte objektiflere gülümseyip, fotoğraf çektiriyoruz. Kuruluşu M.Ö 4500’e kadar uzanan Mardin’de ‘zaman’ dediğimiz, hani hep ‘yaraları iyileştirdiği’ni düşündüğümüz ama bir o kadar da ‘yanıltıcı’ olan kavramın tadını çıkarıyoruz.

Bakan Davutoğlu kafayı taktı bir kere, bugüne kadar ‘halktan kopuk olmakla’ sürekli eleştiri yağmuruna tutulan, hatta bu yüzden ‘monşer’ yaftası yiyen büyükelçileri, halkla kaynaştıracak. Ve bunun için iyi bir başlangıç yapıp, Mardin’i seçiyor ve kamu diplomasisi yolunda ilk adımını atıyor. Başarıyor da. “Ayyy, üstüm toz olacak. Pantolonuma her an sümük bulaşabilir. Ahıra giremem, üstüm kokar” türünden esprilere konu olan monşerlerden, bugün neredeyse hiç kalmadığını halkın da anlaması lazım ya, anlıyorlar işte. Galiba onlar artık, Dışişleri’nin hiç kimsenin uğramadığı odalarında çürümekle meşgul. Ya da çoktan çürüdüler gittiler. Çürümeyenlerin icabına da Davutoğlu sıkı bakacak gibi görünüyor.

Mardin öyle bir kent ki, çoğumuzun içine işleyen satırların yazarı Murathan Mungan’ın kenti bir kere. Mezopotomya topraklarından çıkmış da, bugün yazıları, şiirleri neredeyse tüm Avrupa ve Doğu dillerine çevrilen bir yazar. Onu önümüzdeki günlerde Davutoğlu’ndan da sık sık duyacaksınız, çünkü o da Murathan Mungan’ın Mardin’i Mardin yapan unsurlardan biri olduğuna inanıyor. Hatta bakın Davutoğlu’nun aktif-dinamik basın müşaviri arkadaşımız Osman Sert’ten “Hilal, Bakan Bey seni bir Mungan seansına çağırırsa hiç şaşırma” esprisi geldiyse, bu iş olmuş demektir.

Ya duygular, ya duygular..Ya Mardin. Bana ömrümün teel yerlerini yeniden hissettiren, her gidişimde, Murathan Mungan’ın neden “Çarşafını değiştir denizin, sevgilim” dediğini bütün doğasıyla hissettiren Mardin. Size iki satırı da yazıp, ben neden Mardin’de ‘ben kendim’ olduğumu, sizin de ‘siz kendiniz’ olacağınızı yeniden yazacağım galiba. “Çarşafını değiştiştir denizin, sevgilim – Alışmak çürütür gövdenin derinliğini.”

7 Ocak 2010 Perşembe

Hey gidi Alamanya heeeey... !!! Wie geht's ?


Benim dedem; babamın babası olan dedem 1960’larda kalkmış Almanya’ya gitmiş. Almış valizini çıkmış evden. Karısı, çoluk çombalak Ankara’da kalmış. Şöyle bir göz atıp gelmekmiş maksatı. Ama nerdeee. Ev ahalisine yazdığı mektuplarda “Domuz bunlar ya, adamın iliğini sömürürler” diye küfürler savursa da, gurbet ellerde Evropa havasını içine doya doya çekmiş, her türlü gevur icadını Ankara’yla paylaşmış. Almanya macerasını, hastalığı yüzünden istediği kadar uzatamamış amaaaa...Bu Avrupa havası aileye hızlı bir giriş yapmış ya, dedemin ardından amcam düşmüş yollara. 20’sinde bile değilmiş adam. Mercedes tutkusunun kurbanı o, yazık. Orada Mercedes’lerle daha çok haşır-neşir olacak ya. Ne Mercedes’i kardeşim, haşır-neşir olmadığı Alman kalmamış beyefendinin. 40 yılı devirdi galiba Almanya’da. Beyefendi, işadamı. Türkçe’yi unutmuş, Almanya’yı ana dili zannediyor. Türkiye’ye dönmek aklının ucundan bile geçmiyor. Sonra ötekiler, sonra ötekiler… Sülalenin yarısı Avrupa’nın öteki ülkelerindeyse, bir öteki yarısı Almanya’da.

Evet, 1961’de Türkiye’yle “İş Gücü Alımı Anlaşması” imzaladıktan sonra ‘ekmek parası’ için yollara düşen binlerce Türk’ün ikinci evi olan Almanya’da bugün 3 milyonun üzerinde Türk yaşıyor. Çoğu zaman “Alamancılar” olarak adlandırılıp da “kro, görgüsüz, zavallı” diye aşağılanan bu Türklerin yeni,yepyeni bir topluma, Alman havasına entegrasyonu elbette sancılı olmuş. Zaten Almanya’da Türkler’in çoğunlukta yaşadığı kentler, semtler uzaktan fark edilebiliyor. Diğer Avrupa ülkelerinde de öyle. Ama, İtalyanlar’ın da çoğunlukta yaşadığı kentler uzaktan fark edilebiliyor mesela. Bu; göçün doğasında var. Tamam, Türkler’in gerçekten filmlere konu olacak ölçüde hikayeleri var. Bizim yakınlara sormuştum da ben bir gün, bir dönem gerçekten balkonda kurban kesmeye bile kalkışanlar, olmadı bu işi küvette halletmek isteyenler çıkmış. Yazık ama yaa, ‘kro’ demeyelim onlara. Hem zaten zamanla gelişmeye, değişmeye, öğrenmeye de başlamışlar. Bugün Almanya’da “Alamancı” tiplerin yanısıra politikada, hukukta, gazetecilikte, iş dünyasında boy gösteren Türk sayısı da arttıkça artıyor.

Bu Almanya meselesini yaz-yaz bitmez kardeşim. Türklerin Almanya seferi üzerine master, doktora tezleri yazılıyor, filmler çekiliyor, oyunlar oynanıyor. Yani iki ülke birbiriyle sürekli iletişim halinde olan canlı iki organizma gibi. Kavga, gürültü, parırtı, küslük, aşk-meşk, ne ararsan var. Ama Almanya, 3 milyondan fazla Türk nüfusunun hakkını veriyor mu, vermiyor mu? 3 bin saat konuşulur bunun üstüne de. Benim burada dürteceğim kişi; Sevgili Şansölye Angela Merkel. Bu arkadaş, Hristiyan Demokrat arkadaş, AB’ye girmek için canla-başla çalışan Türkiye’nin ayağına çelme takmak için kalktı bir gün “Türkiye tam üye olamaz. Onları ayrıcalıklı ortak” yapalım dedi. Hiçbir AB kağıdında bahsi bile geçmeyen ‘ayrıcalıklı ortaklık’ lafını diline sakız edip, Türkiye’nin AB yolunda baş düşmanı oldu. Galip gelmek için, Fransa’nın uyanık cumhurbaşkanı Sarkozy’le her çeşit dansı da yapıyor biliyorsunuz. “Almanlar, bizi istemiyor. Bizi hiçbir Avrupa ülkesi istemiyor” diyen kompleksli Türklerin de ekmeğine yağ çalıyor arkadaş.

Yaaa, böyle düdük bir durum. Derken, Almanya’da yapılan son seçimlerde oluşan koalisyon hükümetinde Türkiye’nin AB üyeliğini istemeyen Hristiyan Demokratlar’ın ortağı liberaller oldu. Dışişleri Bakanlığı’na ciddi anlamda liberal Guido Westerwelle oturdu. Dışişleri Bakanı olarak bugün Ankara’da bulunduğunu “Beni kısa pantolonlu turist sanmayın. Federal Alman hükümeti adına konuşuyorum” çıkışıyla dile getiren Westerwelle, Türkiye’nin AB üyelik sürecinin arkasında olduğunu dile getirdi. Hop hop, altın top ! Merkel teyze Hristiyan Demokratlar’ın da lideri ya, ama Alman hükümetinde işte kendine aykırı bir ses var. Hop hop, altın top ! Hop hop, altın top! Valla aynen böyle söyledi Westerwelle: “Türkiye’nin üyelik süreciyle ilgili tartışmalar olabilir ama siz kağıt üstünde yazılanlara bakın.” Yani, Merkel’e ne bakıyoruz demeye getirdi. Hop hop, altın top ! Adam, bugün alacak başını, beraberindeki bir sürü işadamıyla birlikte İstanbul’a gidecek. Eee, her yıl 4 milyon Alman turist geliyormuş Türkiye’ye. Türkiye’yle daha çok iş bağlama peşinde.

Yaniii….Hop hop, altın top ! Demek ki, karşımızda 1 Almanya yok. Karşımızda 1 Merkel yok. Türkiye gibi Almanya da ‘siyasi oyunlar’ içinde. Merkel’i ayrı konuşuyor, Dışişleri Bakanı Westerwelle ayrı konuşuyor. Önemli olan bizim ne yaptığımız…Hop hop, altın top ! Vay Merkel vay !

5 Ocak 2010 Salı

Burak Özügergin is on-line. Let's chat.. !! Dışişleri Sözcüsü'yle sanal sohbet..


Bugünkü ‘kısa’ ama ‘tarihi’ notumun içinde Dışişleri Bakanlığı’nın yetiştirdiği Milenyum diplomatlarının arasında karnesi en çok ‘pekiyi’ ile dolu olan Burak Özügergin’e üstüste iltifatlar yağdırabilirim. Bunu isteyen istediği kadar ‘yalakalık’ olarak algılayabilir, isteyen de madalyonun gerçek yüzüne bakmayı tercih eder. Nasılsa şeffaflık ve demokrasinin memleketimize daha çok hakim olmasını topyekün istediğimiz bir dönemden geçiyoruz. Geçenler geçiyor, geçemeyenler arkada bakışıp kalıyor. Geçemeyenler oturup da, başkalarına laf çakacağına, toplum adına bir toplu iğne ucu kadar olsun hayrı dokunmuş mu onu düşünsün. Düşünmüyorsa da, üzülürüz o kadar. Bizim işimiz, gücümüz, umutlarımız, ideallerimiz var. Çağı yakalama telaşında, doğru ve gerçek bilgiyi en hızlı şekilde kavrayıp, uygulamaya koyup bir de paylaşma peşindeyiz.

İşte g-mail hesabım soruyor: “Dışişleri Bakanlığı Enformasyon Dairesi sizinle sohbet etmek istiyor. İzin verilsin mi?” Evet, evet, evet… 100 kere, bin kere evet. Dışişleri Bakanlığı Sözcülük görevini üstlendiğinde “Ben aslında hiç konuşkan değilimdir. Nasıl sözcü olacağım, ilginç” diyerek mütevaziliğini bir çırpıda serileyen, en sevgili yabancı diplomat arkadaşlarımın tanımlamasıyla “Yakışıklı, beyefendi ve çok akıllı” Türk diplomatı Burak Özügergin, ‘on-line’ efendim. Bugün açtı en teknolojik bilgisayarını, gazetecileri sanal bir ortamda biraraya getirdi ve dünyanın 4 bir yanına dağılmış ama ciddi bir ‘beyin fırtınası’ için Ankara’da toplanmış 200’den fazla büyükelçinin neler tartıştığını tek tek anlattı. Arada bir teknolojik sorun yaşandığında “Burak Bey, orda mısınız” diye kendisini on-line olarak dürten gazetecilere “Buradayım ama 1 saniye” deme cesaretini de gösterdi. Burak Özügergin; Türk Dışişleri’ne, Türk gazetecilerine günahıyla-sevabıyla tarihi bir gün yaşattı. İlk kez, evet ilk kez sanal ortamda gazetecilerle hem de ‘on the record’ (yazılmak kaydıyla) sohbet etti. Kötü haberler kadar iyi haberler de çabuk yayılıyor ki, beni taaa Amerika’dan arayan Amerikalı bir diplomat arkadaşım, “Hilalciiiim… Bravo Türklere, bravo Özügergin’e” dedi.

Öyle ya “Milletin uzaya uydu göndermesi” misali, Amerikan Dışişleri Bakanlığı İran’dan, Hindistan’a, Çin’den Afrika’ya kadar dünyanın dört bir yanına binlerce diplomat saldığı kadar, internet üzerinden kendi dış politikasını dünyaya anlatmaya başlayalı aylar yıllar olmuştu. İnternette bugün kullanıcı sayısı 300 milyonu bulan en popüler paylaşım sitesi olan facebook üzerinde 130 resmi sayfa açmış, “Hadi bizi eleştirin, alkışlayın, dövün, bağırın, çağırın” mesajı vererek, tüm dünyanın neleri konuşup, neleri tartıştığını en yakından izler olmuştu. Benim bir blog sayfam olduğunu duyup da, “Ah Hilal Hanım, gelin siz şöyle bir bakalım. Konuşacaklarımız var sizinle” diye bana özel davetiye gönderen Amerika’nın Ankara Büyükelçisi James Jeffrey, “Teknolojiye ayak uyduramayan sınıfta kalır” demiş, tüm dünyadaki Amerikan diplomatlarının internet üzerinden eğitim aldığını, iş bağlantılarını kuvvetlendirdiğini, çevreden-eğitime, kültürden-sağlığa, enerjiden-endüstriye kadar uzanan geniş bir yelpazede kendilerini nasıl uzmanlaştırdıklarını tek tek anlatmıştı.

İşte bunun adı ‘kamu diplomasi’siydi ve Türk Dışişleri Bakanlığı’nın da böylesi bir açılıma ihtiyacı vardı. Bu diplomasinin teknolojik olarak işlemesi için aylarca bakanlıkta teknik çalışma yapıldı. Ankara’ya Tel-Aviv’den müsteşar yardımcısı olarak ışınlanan Namık Tan, bu çalışmaların patronu, sorumlusu ilan edildi. Ama o da ne? Bir de baktık ki Namık Bey, Washington Büyükelçiliği koltuğunu ‘tembelliği’ yüzünden kaybettiği dedikodularının malzemesi olan Nabi Şensoy beyefendinin koltuğuna ışınlandı. Ah Azizim, Ah Namık Bey hani siz şu ‘lobicilik’ten, şu ‘network diplomasisi’nden çok anlardınız da, ‘kamu diplomasisi’nin yeni patronu olmuştunuz. Ne vardı sanki canım, “Yok ben Washington’ı istemiyorum. Bu kamu diplomasisini adamakıllı hayata geçireceğim” deseydiniz. “Hilal, komik olma. Washington çok parlak bir koltuk. Hangi diplomat reddeder” dediğinizi duyar gibiyim. Hatta, duyduk...Şimdi duyduk...!!!

Sonra ben yine öğrendim ki, bu ‘kamu diplomasisi’nin Türk Dışişleri için ne kadar gerekli olduğu üzerinde durup, uykuları kaçan gerçek kişi Müsteşar Feridun Sinirlioğlu’ydu. Namık Bey Washington’a gidiyordu ama onun içi rahattı. Namık Tan’ın yerini Dışişleri sınıfının ay yıldızlı, pekiyi’li, hatta takdirlik öğrencisi gencecik Selim Yenel dolduracaktı. Uygulamada da, bana “Ne kadar eksantrik bir tipsin” derken bile çok samimi olduğuna inandığım Burak Özügergin devreye girecekti. İşte devrede…İşte o, on-line. Tam 1 saat boyunca, Ankara’da toplanan büyükelçilerin neler tartıştıklarını “Valla çok hararetli tartışmalar yapıyorlar” gibi samimi cümlelerle paylaşan, sanal ortamda bile ayrıntı vermekten kaçınmayıp “Demokratik açılıma tüm dünyadan destek arayışı” var gibi açıkça konuşan Burak Özügergin’di. Burak Özügergin’le ‘kamu diplomasisi’ne doğru adım atan, ‘dijital diplomasi’yi başlatan Türk Dışişleri Bakanlığı, bu kez gerçekten yol almıştı… Haydi bakalım, 2. sanal sohbette buluşmak üzere…

4 Ocak 2010 Pazartesi

Konnichiwa Türkiye...Arigato, Sermet Atacanlı...


Dünyanın dört bir yanına dağılmış 200’den fazla Türk büyükelçi ve diplomatik misyon şefi Ankara’da toplandı. Anlayacağınız ‘beyin fırtınası’ var. Türkiye’nin en okumuş, yazmış, mürekkepleri yalayıp yutmuş sınıfına giren büyükelçiler, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Hoca’nın önderliğinde, Türkiye’nin geleceğine yön verecek taktik diplomatik stratejiler belirleyecekler. Öyle böyle değil, Türkiye’yi dünyanın yıldızı parlak ülkeleri arasına sokmak için kimi zaman bilgisayar başında, kimi zaman gurbet sokaklarında, kimi zaman yabancı insanlar arasında ürettikleri fikirleri birbirleriyle paylaşacaklar. Kimisi kalkmış Brezilya’dan gelmiş, kimisi Singapur’dan, kimisi Bağdat’tan. Bu beyin fırtınası hafta boyunca sürecek olduğundan daha fazla ayrıntıya girmeyip, sadece büyükelçilerin toplanması şerefine konuştukça açılan, açıldıkça konuşan Bakan Davutoğlu’nun “Diplomaside söylemimiz evrensel dilde de doğruluk göstermeli” sözünü buraya not ediyorum. Hadi bakalım, hangi babayiğit büyükelçi çıkıp da “Sayın Başbakan’a birisi şu 1 minute’in diplomaside yerinin olmadığını anlatsın. Ya da, Türkiye’yle ilgili eksen tartışmalarına aslında yıllar öncesinden noktayı Atatürk koymuştu, o da ‘muassır Batı medeniyeti’ demişti. Siz daha neyi tartışıyorsunuz. Bu tartışmalara girmeyin. Ya da zaman zaman Türkiye’den yükselen ‘Bu AB’de ne oluyor. Ne karışıyor’ içişlerimize seslerinin tonunu düşürmekte fayda var” diyecek. Hadi bakalım, bir hafta sonrasında göreceğiz. Dışişleri’nde gerçek beyin fırtınası oluyor mu, yoksa bu beyin fırtınaları, sırf fırtına olsun diye mi yapılıyor anlayacağız.

Ama onca büyükelçinin içinden çok özel bir ismi çekip çıkaracağım buraya. O da, Türkiye’nin Japonya Büyükelçisi Sermet Atacanlı. Beyefendiliği ve sessiz-sakin kimliği ile bilinen Sermet Bey, Türkiye ile Japonya’nın yakınlaşması adına Ankara’da bu kez. Öyle ki, Japonya Dışişleri Bakanı Katsuya Okada’nın da katılımıyla “2010: Türkiye’de Japonya Yılı” etkinliklerinin açılışı yapıldı. Ve Sermet Bey, bu etkinliklerin Türkiye adına yaraşır bir şekilde tamamlanması için ‘arııı, vız-vız-vız” misali çalışan minik Japonlarla, sıkı bir işbirliği yürütüyor. Demek ki, Türkiye’nin sözden çok icraata ihtiyacı var. Sermet Bey de, bunun en güzel örneklerinden biri. Yukarıda fotoğrafta Sermet Bey kadar çok Türk-Japon dostluğu için çalışan bir başka ismi, Japonya'nın Türkiye Büyükelçisi Nabuaki Tanaka'yı görüyorsunuz. Sermet Bey'in biraz işi var, o sonra fotoğrafa girecek. Dostluk adına, fotoğraf önceliğinin Tanaka'da olmasına dikkatinizi çekerim...

Yaaa, Evet. !!! Türkiye’de Japonya Yılı. Yıl, 2010 ! Bu yıl hızlı başladı. İzmir, Mersin, Safranbolu, Kaman, Ankara, İstanbul..! Japonya’yla kaynaşmaya hazır mısınız. Japonya’nın ünlü tiyatro oyunculaından Ayumi Takano ile sesi, göbeği ve güzelliği ile göz dolduran, adından “Tam, Turkish delight” diye sözettiren Hadise de, bu yılın yıldızlarından. Konserler ve çeşitli oyunlarla Türk-Japon dostluğu için çalışacaklar. Yıl boyunca sürecek etkinliklere yerinden kıpırdaması için neredeyse dünyanın yıkılması gereken Japon imparatoru da katılırsa hiç şaşırmayın. Çünkü bu Japonlar, kafayı Türklerle yakınlaşmaya takmış durumdalar. Ben 2003’te “Japonya’da Türkiye yılı” onuruna Japonya’ya gittiğimde de, Türkiye diyor da başka bir şey demiyorlardı.

“Türkiye’de Japonya yılı etkinlikleri olacak da, bize ne hayrı dokunacak” diye sorabilirsiniz. Sorun ben de yanıtlayayım. Şu olacak efendim: İstanbul’dan uçağa atlayıp, Tokyo’ya uçmak 16 saate yakın sürüyor. Bi dolu yol. Burasından bakınca çok zor görünüyor, dünya kültürüne adını yaldızlı harflerle yazdırmış Japon mucizesi ile yakından tanışmak. Gelenekle, değişimin, mucizeyle, azmin birleşip de nasıl özel bir kültür yarattığına tanıklık eden, mutlaka o kültürle yakınlığını hep koruyor. Yani Japon kültürüyle yakınlaşmak bir ayrıcalık. Hani arada bir gidip de Karaoke barlarda dağıtıyorsunuz ya bir güzel, ya da gidip fellik fellik en güzel Sushi restoranı arıyorsunuz. “Aaaah geyşalar” diye iç geçiriyorsunuz. “Bu nasıl bir teknolojik manyaklık, bu kadar da olmaz ki canım. Bu Japonlar kafayı yemiş” şaşkınlıkları yaşıyorsunuz. Sonra, “Saygılar efendimmm” deyip, saygı duyduğunuz karşısında Japonca eğiliyorsunuz. Bunlar nasıl ayrıntılar, bu Japonlar nasıl insanlar, işte tüm bu ayrıntıları “2010: Türkiye’de Japonya Yılı” etkinlikleriyle göreceksiniz. Kaman’da Kalehöyük Arkeoloji Müzesi’nin açılışına bekleriz. Etrafınızdaki tiyatro salonlarında gösterime giren Japon oyunlarına biraz vakit ayırın. Her yerde kimono gösterileri olacak, gözünüzü biraz açın. Siz de çok seversiniz bu lafı…. Hadi, Konnichi wa (Merhaba)…..Tamam bir de Ohayo gozaimasu, bir de Arigato var… Ben izninizle, büyükelçi Sermet Atacanlı’ya bu etkinlikler için gösterdiği çabalardan ötürü Arigato diyorum.. Çok Arigato Sermet Bey, Çok teşekkürler…

Öne Çıkan Yayın

Aradığınız sakinliğin adresini veriyorum : Göynük

Kaçıp, gitme dürtüsünün içimizi günde milyon kez yokladığı, dahası içimizi zonklattığı dönemler bunlar. Hep bir mayhoşluk, hep bir serse...