29 Şubat 2016 Pazartesi

Kemancı...başımın tacı

Simitçiye de sordum: Sen hangi sesi duyunca mutlu oluyorsun? “Her türlü günaydın bana hayat veriyor” dedi, kocaman gülümsedim. Onun sokağı çınlatan ‘simitçiiiiiiii’ sesiyle ne zaman irkilsem, bu irkilişin çok farklı bir tadı oluyor kimyamda. Tuhaf tuhaf mutlu oluyorum. Sanki Bach çalıyor. “Yok artık” diye garipseyenlerle “Sen hangi sesi duyunca mutlu oluyorsun” oyunu oynarken, simitçinin sokağa üflediği hayat iksirinin Bach’tan farksız olduğunu keşfettim. “Duyunca hem bir köşeye çekiliyorum hem bir kalabalığa karışıyorum” diyenler oldu Bach için. “Ne alaka, ne alaka… Kel alaka” diyenlere biraz hislerine kulak vermeleri için Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nı adres gösteriyorum. Bak, bak,,, güzel bir adres için yanyana gelen kelimelere bak… Cumhurbaşkanlığı,,, Senfoni,,, Orkestra…. Tabii benim içime en çok işleyen Bach olduğu için ‘sevdiğimiz sese’ örnek olarak Bach’ı verdim. Siz de oraya bambaşka müzisyenler, bambaşka besteciler koyabilirsiniz…
Şehrin seslerine kafa yormamla, dört ay önce kulaklarımla duyup da kulaklarımı kaybettiğimi zannettiğim o sesin her şeyi mahvetmesi aynı ana denk geldi… Hiç ayrıntıya girmek istemiyorum. Dört ay önce canlı bombayla patlayan Ankara, bir kez daha patladı. Onlarca acı çığlık, onlarca isyan, onlarca mutsuz ses içimize, beynimize üşüştü.

“Oysa biz bu şehri sevmeye çalışıyoruz. Oysa biz bu şehrin güzel seslerle çınlamasını istiyoruz” dedi başka bir sabah, başka bir simitçi. Ben hiç yorum yapmadım. Ne simitçiye ne de kendi kendime. Bütün kötü sesleri bastırmaya, bütün kötü sesleri unutmaya adadım kendimi. Sonra bu terapiyi onlarca insanın yapmaya çalıştığını öğrendim. Kötü sesler nasıl unutulur ki? Sorarken, sorarken böyle Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nda dinlediğim pırıl pırıl iki genç arkadaşım geldi aklıma. Bütün benliğimi yeniden ele geçirdi güzelim notalar. Onları dinledikten iki gün sonra beni tam da sokakta yakalayan patlama sesine teslim olmamalıydım. Kulaklarımda Bach çalmalıydı. Bir kemancı, bir piyanist esintisiyle dolmalıydı içim. Bir şehir, koskoca bir şehir, patlama sesleriyle anılmamalıydı. Çok ama çok uğraştım. Güzel fotoğraflar, güzel anılar, güzel sesler yerleştirmek hafızaya ne kadar da yaşamsaldı. Ne kadar da, ne kadar da anlamlıydı. Şimdi hayat bize anılarımızı kategorize edip, belki de içinden en iyileri, en öncelikli olanları öne çıkarma şansı sunuyordu. İyimserliğimi biraz zorluyorum ama yaşamak için zorlamamız, yaşamak için kötü seslerin önüne geçmemiz şarttı.

Şimdi buraya tıpkı hafızama yaptığım gibi güzel bir fotoğraf koyacağım. Taylan Ergül o güzel kemanıyla, Cem Babacan güzel piyanosuyla beni hayallere sürükleyecek, bir kentteki en güzel seslerin anlamı olacak. Hafızamızın buna çok ama çok ihtiyacı olduğu bir dönemden geçiyoruz. Sesleri filtreleme şansımız var mı? Bunu da uzman bir doktora sordum. “Hayır” dedi elbette ki. Kafamı karıştırmamasını istedim ve bülbül gibi öttü: “Sesler de birbirine karışır ancak en uyumlu olan kazanır. Seslerin uyumuna katkıda bulunmak için bir kenara çekilmek değil, bir kenarda karınca gibi çalışmak gerekiyor.” Yani; müziğin ve uyumun kazanmasına katkıda bulunmamız şart. Daha çok konser, daha çok sanatçı, daha çok müzik istemeliyiz. Ruhumuzun bu istek doğrultusundaki hareketlere olan ihtiyacına yanıt vermeliyiz. Bu soru üstünde tekrar tekrar durmakta fayda var: Siz hangi sesi duyunca mutlu oluyorsunuz? 

7 Şubat 2016 Pazar

Sarılalım mı? -3

Kalp kolay kolay açılır mı? Filozof yolunda kendi kendine gülümseyerek yürüğünde insan; sanki bir anda kuşların dilini anlamaya başlıyor. Kedilerle konuşmak kolaylaşıyor. Yapraklar sıcak bakışlarla canlanıyor. Kalbin çoktan açılmış bile. Bu masalsı yürüyüş seni nereye götürüyor bil bakalım. Dünya; aslında güzel bir orman. Ağaçlar çılgınca gökyüzüne yükseliyor. Yükseliş hiç bitmiyor. Kimbilir, belki de büyük bir yanılgı bu. Kocaman yeşil yapraklar küçük balerinler gibi dansediyor.

Yeryüzü de cennetin bir kopyası; bunu biliyoruz artık. Ama Kyoto; kocaman bir kopya sanki. Filozof yolunda gerçekle rüyanın karıştığı yetmiyormuş gibi bir de çılgın bir ormana dalınca dönsün dünya dönebildiği kadar: İstediği kadar. Dünyanın altını üstüne getirdim. Ben böyle güzel bir orman görmedim: Bambu ormanı. Sanki yer-gök birbirine karışıyor, sanki yer-gök birbirinden ayrılıyor. Bütün mesafeler; bütün uzaklıklar, bütün yakınlıklar birbirinin yerine geçiyor. Ruhunuzdaki tüm yanılgılar yepyeni bir gerçekliğin emrine girmeye hazırlanıyor. Güneş süzülsün, tavandan sarkan bir lamba olsun. Bambular uzansın; gökyüzü, ruh evimizin çatısı olsun. Japonya’dan döndüm geldim; mevsim değişti, insanlar değişti ama bambuların hışırtısını hissediyorum halen kalbimde. Geceleri bir ormana dalıp, uyuyorum. Rüyalarımız; yeryüzünde bir yerlere ait. Bu rüya; bu bambu ormanı gerçek. Hayal edebildiğiniz kadar uzun bambular, hissettiğiniz kadar kuvvetli güneş ışığı, duyduğunuz kadar güzel ormanın sesi.

Ağaçlara sarılma derneği kurmuştuk Ankara’da. Ben değil tabii ki. Arkadaş sözcüğüne hakkını veren Rene kurmuştu. Delice sarılırdık sevdiğimiz ağaçlara. İşte şimdi 5 yıl sonra yeniden buluştuk. Bu buluşmanın özel anlarından birini de ağaçlara sarılma seansları oluşturmalıydı. Bambu ormanı gezintimizi de bilerek almıştı Kyoto’yu ziyaret programımıza Rene. Biz; bambuların arasından kıvrılan patika yolda öylesine gezinen ruhlar değildik. Her adımda bunu hissediyordum ya; hayat istediği kadar serseri, istediği kadar anlamsız, istediği kadar zalim ama bir o kadar da güzel olabilirdi. Hayat; istediğini yapabilirdi. Uzun uzun, derin derin süzüldü bakışlarımız bambuların arasına. Gökyüzünde kaybolduk kollarımızla. İstediğimiz kadar yukarıya çıktık. Kyoto’da her ağaç daha bir kutsaldı diyeceğim ama bu herhangi bir ağaca haksızlık olur. Ağaçlar; dünyanın her yerinde kutsallar.


Sonra bir durakta durduk. Durmak istemiyor insan; uçmak istiyor. Bir dragon gökyüzüne iniyor. Trenler çizgi filmlerdeki kadar uçucu ve sonsuz. Kalbin bir zili var; çalıyor ve çalıyor. Ve hep çalıyor. Arashiyama… Sen nasıl bir yersin. İnsanın içindeki üstün güçleri ortaya çıkıyor. Gülümsemek hiç bu kadar zevkli olmamıştı. Hiç bitmeyecek bir rüyanın içinde yürüyüp, gidiyor insan. Evet, Rene,,, sarılabildiğimiz kadar çok ağaca sarılalım. Ve düş kuralım; yeni ağaçlar, yeni kucaklaşmalar olsun dünyamızda. Olsun, olsun, çok olsun...diyorsun ve oluyor. Kyoto, dopdolu. Birbirinden altın, birbirinden değerli tapınaklarda binlerce yıldır edilen dualar çoktan kabul olmuş zaten. Ağaçları gözü gibi koruyor insanlar, bahçeler uçsuz bucaksız. Uzaklarda sakin ve mutlu bir nehir akıyor. Hayat, tıkır tıkır işliyor. Japonya'nın sorunu, sıkıntısı, bunalımı, tasası yok mu diye çıkışası geliyor insanın. Evet, çıkışıyorum. Var tabii ama... Ama, ama ne ? Bu insanlar modern, bizim gibi geri kalmış toplumun anlamsız sıkıntılarını yaşamıyorlar. Bu kez konuşan Jason. Nasıl ben bir Türksem, o da bir Güney Afrikalı. Düzen arayışının hiç bitmediği bir coğrafyanın insanı benim gibi. Onun ülkesinde de insanlar sokaktaki gelişigüzel bir çukura düşüp ölebiliyor. Kimsenin çöpleri ayrıştırma; kağıtları, camları ayrı toplama gibi bir derdi yok. Ama Japonlar... Yok, onların sıkıntıları bambaşka ! 

Öne Çıkan Yayın

Aradığınız sakinliğin adresini veriyorum : Göynük

Kaçıp, gitme dürtüsünün içimizi günde milyon kez yokladığı, dahası içimizi zonklattığı dönemler bunlar. Hep bir mayhoşluk, hep bir serse...