28 Mayıs 2009 Perşembe
Fakıbaba Urfa
Urfa’nın özü Fakıbaba’dır arkadaşlar. AKP şemsiyesi altında 4 yıl bu kente hizmet edip, halkın gönlünü gönülden fetheden bu sevgili belediye başkanı 29 Mart 2009 yerel seçimi öncesinde AKP’li kötü düşmanları tarafından kuşatmaya alınmış. Bu düşmanlar gitmişler demişler ki AKP yönetimine, Başbakan Tayyip Erdoğan’a “Urfa’da Fakıbaba’nın yanına ceketimizi koysak seçim kazanır…” Bak bak, Erdoğan da dinlemiş bu fitnelerin seslerini, Fakıbaba’yı silmiş. Bu yüreği bol, gözleri parlak insan Dr. Ahmet Fakıbaba ise seçimlerde bağımsız aday olmuş, kazanmış ve belediye başkanlığı koltuğuna yeniden oturmuş. Koltuk değil, halk sevdası var gönlünde tabii….
Fakıbaba şimdi Saadet Partisi’ne geçmiş ama ‘halka hizmet’ diyor da, başka bir şey demiyor. Başbakan Erdoğan’a “O benim de başbakanım, kendisiyle çatışmam” mesajı veriyor. Koskoca AB büyükelçilerinin, diplomatlarının gözüne de öyle bir girdi ki, sormayın. “Atık suyu arıtma tesisi projeme AB’den finansal destek istiyorum” dedi, açık açık. Urfa’yı nasıl daha güzel bir turizm kentine dönüştüreceğini tane tane anlattı. Kentin temizliği, mimarisi için bütün projeleri saydı bir bir. Ya çok politikti bu Fakıbaba, ya da gerçekten hizmet adamıydı. İngiliz diplomat Giles Portman, kendisine “Neden AKP oy kaybediyor buralarda” sorusunu, belki de kafasındaki bu ikileme son vermek için sordu. Aldığı yanıt kayda değer: “Halk, kendisini insan yerine koyan yönetici istiyor.” …Peki Giles, nedir durum? Giles, “Bu adam sıkı bir politikacı, çok da akıllı” da karar kıldı.
Urfa halkı bırakmış AKP’yi bir yana anlayacağınız, Fakıbaba’ya dört kolla sarılmış. Fakıbaba, halkı nasıl sevdiğini öyle yağlı bağlı, ballandıra ballandıra değil de bir bakışıyla anlatıyor, yüreğinizi öyle titretiyor ki, insana “Allah bu sevgiyi herkese bağışlasın” dedirtiyor. Peki AB sevgisi, AB ilgisi ne durumda bu kentte. En doğru ve açık yanıt da yine Fakıbaba’dan geliyor. “Halk, AB’ye üye olacağımız konusunda ümitsiz. Ama AB standartlarına erişmek için canla başla çalışıyor. Önemli olan üyelik değil, AB demokrasisine kavuşmak. Urfa halkı bunu anladıysa, gerisi gelir tabii."....Ne diyeyim ben şimdi bu güzelim açıklamaya. Aferin Urfa...pardon...Fakıbaba Urfa..
27 Mayıs 2009 Çarşamba
Urfa'da YOK YOK
“Urfa’nın etrafıııı, dumanlı dağlarrr aman, aman..” Şehre ayak basılır basılmaz sıra gecesine gidildiği, sadece bölgede değil tüm Türkiye’de isim yapmış Abdullah Uyanık ve saz arkadaşlarının dinlenildiği nerede görülmüş. Nerede olacak, Urfa'da. Koskoca AB büyükelçileri Cevahir Konukevi’nde binbir gece masallarındaki padişah sofralarını kıskandıracak ölçüde zengin yemek masasına da kuruldular. Tabii biz de. Abdullah Uyanık ve saz arkadaşları bağrı yanık türkülerini çığırırken, büyükelçiler, gazeteciler, ticaret odası başkanları,,, ye babam ye. Sofraya tam yumulma pozisyonu. Ne eksik, ne eksik…Herkes birbirine fısıldıyor. Efendim, Urfa’da özellikle otellerde, büyük işletmelerde, dahası her yerde alkollü içki servisi yok. İsveç Büyükelçisi Christer Asp “Kırmızı şarap olsaydı, ne güzel olurdu” diye iç geçirirken, biz gazeteciler “Bu yasak çok ama çok yanlış” deyip, etrafa bön bön bakıyoruz. Yapacak bir şey yok. İçki yok.
Ateşler içinde çiğ köfte partisinin üstüne davulcunun oynak dansları serin yaz bahçesini sıkı şenlendirdi. Büyük usta çiğ köfteyi yuğururken, kendisiyle fotoğraf çektirmek için sıraya giren küçük büyük herkes, çiğ köfte şöleninde gerçekten çocuklar gibi şendi. AB Komisyonu’nun Türkiye Temsilcisi Marc Pierini, Türkiye’de bulunduğu yıllar boyunca sanırım ilk kez bu kadar halkla kaynaşıyor, kahkaha atma derecesine ulaşacak kadar yumuşuyor. Ey yurdum toprağı, sen nelere kadirsin. Valla, Pierini gülümsüyor. Poşum nasıl ama poşum! Bizi Urfa’da ağırlayan Gaziantep Ticaret Odası tüm büyükelçilere o güzelim yemeğin üstüne poşu da hediye ediyor. Rengarenk ve çok büyüleyiciler. İşte, yörenin kahvesi mırra da geldi ki, tamam. İçki yasağının yarattığı gerilim uçtu gitti derken, bizim otel Manici’de içkinin krallarını, kraliçelerini de bulduk. Burası Türkiye…Burası Urfa. Yani, yok yok…..
26 Mayıs 2009 Salı
Urfa'dayım, Urfa'dasın, Urfa'da...
"Sevgili Avrupa Birliği,
Hadi bakalım otur şimdi
Günlerin dökümünü yap
Senin benden aldıklarını
Benim senden almak için çırpındıklarımı not et.
Kazan-kazan koyduysan bu oyunun adını
Açık ol, dürüst ol, kazık atma bana"
Şimdi bu şiir de nerden çıktı? AB, rotayı Urfa'ya çevirince ve bana da Urfa yolu görününce, koydum elimi başıma kara kara düşündüm. Ben tam 13 yıldır gazetecilik yapıyorum ve neredeyse 13 yıldır AB için yollardayım. "Türkiye, AB'ye üye olur mu, olmaz mı" sorularını geçtim, "Bu dizi LOST'u da solladı, bir sonu olsun artık" durumuna geldim. Biliyorum, benim 13 yıllık AB maceram, Türkiye'nin 45 yıllık AB macerasının yanında devede kulak kalıyor. Düşünsenize bize üyelik için bir 'son-tarih' verilmiş ve o güne hazırlanıyoruz, ne güzel olurdu. Ama yok, bu 'uçu açık' durum, beni çok endişelendiriyor. AB Başmüzakerecisi Egemen Bağış'tan "AB yolunda havlu atmayız" motivasyonu aldıysam da, şeytan dürtüp duruyor, "Ya biri çıkıp, tüm reformları altüst ederse" diye vesveseleniyor kulağımın dibinde. Evet evet, kendimi üzmeyeceğim. Şeytana kulak vermeyeceğim. Üyelik bambaşka birşey olabilir belki ama ne kadar çok reform ayakta kalırsa, hayat standardımız ne kadar çok yükselirse o kadar iyi. Yani AB'den ne kadar kopardık o kadar fayda.
Bu benim kaçıncı gidişim onu bile hatırlamıyorum Urfa'ya. Gidişlerimin hepsinin ardında da AB yatıyor. Ne kadar proje yaptılar, Doğu halkı ne kadar AB'ye yakın, gözlemler, araştırmalar, röportajlar. Bana bak Urfa, bu sefer seni daha iyi görmek istiyorum. Senin uğruna AB'ye yukardaki şu şiiri bile çekinmeden yazdım. Urfa, seni AB'ye hazır görmek istiyorum. Endişelerini paylaşabilirim ama AB'den hayat standardı uğruna ne kadar çok şey koparmaya ne kadar çok meyilli olduğunu hissetmeliyim derinden. Tamam mı?
Evet, Urfa'ya gidiyorum. AB'yle hesaplaşacağım diye buraya esasen yazmayı planladığım Balıklıgöl hikayesini yazamadım. Hikayenin özü şudur: Kutsal topraklar bambaşkadır, Urfa bambaşka.
AB, Türkiye'nin AB'ye katılım süreci ile ilgili vatandaşları bilgilendirmek için 1996'da açmaya başladığı bilgi merkezlerinden birini bu kez de Şanlıurfa'da açacak. Gaziantep, Adana, Ankara, Antalya, Bursa, Denizli, Diyarbakır, Edirne, İstanbul, İzmir, Kayseri, Konya, Mersin, Samsun, Trabzon ve Van bu bilgi merkezleriyle bilgilenmiş, sıra Urfa'da. AB, günlerin dökümünü yapıyor anlayacağınız, bakalım sonuç ne olacak?
25 Mayıs 2009 Pazartesi
Başmüzakareci Bağış sizden mail bekliyor
Türkiye'nin bir gün AB üyesi olacağının hayalleriyle yaşayan, demokrasinin gücüne canı gönülden inanan ben, geçen hafta Türkiye'nin yeni Başmüzakerecisi Egemen Bağış'la röportaj yapma fırsatını da yakaladım. Meraklısı, 23 Mayıs 2009 Cumartesi tarihli Radikal gazetesini bulup röportajı okur...
AB yolunda ilerlerken zaman zaman iç siyasetimizde, bürokrasimizde, sosyal hayatımızda arızalar yaşadığımızı hepimiz biliyoruz. Biz, çoğu zaman "Kıbrıs'ı, Azerbaycan'ı satıyor musunuz" sorularına cevap yetiştirmeye çalışırken, bazen de birileri çıkıp "AB'ye üye olup da ne yapacaksınız" diye yumurtlamaya da cesaret ediyor. O basit yanıtı buraya da yazmaya fayda var tabii ki: "Daha demokratik, daha şeffaf, daha modern bir ülke olacağız. 'Kimin eli kimin cebinde', 'Gemisini yürüten kaptan', 'Altta kalanın canı çıksın' gibi insanı fıtık eden, insanlığından çıkaran deyimlerden kurtulacağız."
Bir de dışarıdan gazel okuyanlar var. Son dönemde sesleri iyice yükseldi. Alman Şansölye Bayan Merkel ile Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy'e bakın. Onlar da, buldukları her fırsatta Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıkıyor, "Türkiye'ye imtiyazlı ortaklık verilsin" diye yumurtluyorlar. Türkiye, tam üye değil de 'imtiyazlı üye' olursa, AB düzeninde söz sahibi olamayacağı gibi doğru-dürüst hak sahibi de olamayacak. Zaman zaman acırlarsa bize fon verecekler, "Şunu şöyle yap. Adımlarını düzgün at. Kadınları dövme, eve ekmek götür" gibi tembihlerin sonu gelmeyecek.
Böylesi bir durumda, Türkiye için hedef 'tam üyelik'ken yani, AB işine tüm kalbiyle sarılacak, toplumun tüm kesimini dört kolla kucaklayacak bir başmüzakereciye ihtiyacımız vardı. Ancak, işi-gücü sadece AB olacak bir başmüzakereci, AB treninde Türkiye'yi rahat ettirebilirdi. Ben, Egemen Bağış'ın böyle biri olduğuna kanaat getirdim. AB'nin içinden, dışından, kenarından giriyor, çıkıyor ve "ille de tam üyelik" için çırpınıyor. Bize de ona yardım etmek düşüyor. "Kapım ve mail adresim herkese açık" diyen Bağış, önerilerinizi, eleştirilerinizi bekliyor. AB yolunda sizin de mutlaka görüşleriniz vardır. Buyrun, Başmüzakereci Bağış'la paylaşın. İşte, onun adresleri:
egemen@egemenbagis.com, egemenbagis@yahoo.com
1 no'lu kapı, Ahmet Sever ve blogum
Geçen hafta, Çankaya Köşkü'nde yaşanan kapı problemini yazmıştım buraya. 5 no'lu kapıdan geçişlerin gazeteciler için 'izdiham ve işkence' kaynağı olduğunu, 1 no'lu kapının modern çalışma koşullarına çok daha yakın olduğunu. "Bizi 5 no'lu kapıdan, 1 no'lu kapıya yeniden alın" çağrısı yapmıştım yetkililere. Evet. İşte oldu. Sabah sabah Çankaya Köşkü'nden gelen müjdeli bir mesaj içimi rahatlattı. Gazetecilerin Çankaya Köşkü'ne girişleri 1 no'lu kapıya yeniden alındı. Çankaya Köşkü ve biz gazeteciler gerçekten çok şanslıyız ki, Ahmet Sever gibi bir basın danışmanı var köşkün. Kendisiyle bu konuyu konuşmamıştım ama o duymuş olacak ki, ilgilenmiş. Çok teşekkürü hakketti. "Köşkte çok da şey değişmedi" diyenler yanıldı. Ahmet Sever gibi iletişimin gücünü kavramış insanlara çok ihtiyacımız var çoooook. Tabii burda Sever kadar blogumun gücünü de görüyorsunuz arkadaşlar. Çankaya Köşkü de blogumu okudu ve kapı sorunu çözüldü...Okuyun bakalım, daha neler çözülecek.
21 Mayıs 2009 Perşembe
Müsteşar Apakan'la kahvaltı
"Mesai 9.00'da başlıyor" diye garip garip baktı yüzüme kapıdaki masum bayan güvenlik görevlisi. Halen uyku mahmurluğunda olduğumdan cevap yetiştiremedim kendisine. "İyi de, bizim işimiz 8.30'da. Onun için geldim" diyebildim, bir süre sonra, ondan daha masum. Açıklama yapmam gerekiyordu, yoksa beni içeri almazdı. "Müşteşar Ertuğrul Apakan'la kahvaltımız var" dedim, şüpheli şüpheli baktı yine. İç tarafa bir-iki telefon ettikten ve basın kartlarımı topyekün kontrol ettikten sonra kanaat getirdi, benim gazeteci olduğuma. Dışişleri Bakanlığı'na neredeyse her gün Eskişehir yolu kapısından giren ben, şimdi Balgat kapısının da güvenlik açısından ne denli sağlam olduğunu keşfettim. Göz yaşartıcı derecede...
4. kattaki kafeteryada u şeklinde hazırlanmış kahvaltı masasında neredeyse bir kuşsütü eksikti. Diplomasi Muhabirleri Derneği'nin süper başkanı Zeynep Gürcanlı, öyle güzel bir organizasyon yapmıştı ki, dillere destan. (Derneğin, cumartesi günü sabah saat 10'da genel kurul toplantısı var. Ey ahali, yani diplomasiciler, bu kahvaltıya geldiğiniz gibi oraya da gelin ki, herkes ne kadar etkin-yetkin bir grup olduğumuzu görsün. Zeynep'cim, umarım bu duyurumu beğenirsin.)
Tabii size Müsteşar Apakan'ın bize dünyadaki gelişmeler doğrultusunda Türk dış politikası üzerine yaptığı değerlendirmelerin ayrıntılarını sunamayacağım. Yasak. Kafkaslar'dan girip, Ortadoğu, Kıbrıs, AB, Amerika ve Afrika'ya kadar uzanan ufuk turunda diplomasi trafiğinin önümüzdeki dönemde de ne kadar yoğun olacağını bir bir bize anlatan Müsteşar Apakan'ın hakkını vermeden edemeyeceğim. "Ne hakkı" diye soracak olursanız, hem bizi o kadar aydınlattı hem de diplomatik işlemlerin perde arkasında olup bitenleri büyük bir titizlikle kendine sakladı. En az 30 muhabir vardı belki de, onunla sohbet eden. Kimse 'flaş, çok yeni, yepyeni' bir durum ortaya çıkaramadı. Ama Apakan, ilgili herkese miniminnacık ipuçları vermeyi başardı. Bu ipuçlarının arkasına düşüp, yaş kemale ermeden 'flaş' haberlere imza atmayı düşlüyorum. Hem ondan, önümüzdeki günlerde özel bir Kıbrıs brifingi sözü de almayı başardık. (Daha n'olsun!)
Yine hakkını veriyorum. Hiç yalana girmeden, manipülasyondan son derece uzak durarak, "Ben bu konuyu bilmiyorum. Ya da, bu soruyu geçelim. Gerçekten, hiç açmayın bu konuyu" diyerek, konuşmakta yaşadığı sıkıntıyı da açıkça sergiledi. Müşteşar Apakan, kahvaltı başlangıcında "Ben bu grubu özlemiştim. Sizlere olayların analizini yapmaya çalışacağım" diyerek nasıl gülümsettiyse bizi, sonunda da "Sürecin içindeyiz. Ben, 'bu olacak, şu olacak' diyemem. Bu bizim, memuriyet adabımıza da uymaz. Yani, buna şu an somut cevap verebilecek durumda değilim" cümlelerini üstüste kullanarak gülümsetti. Aklımda kalan bir cümlesini buraya yazmadan da edemeyeceğim: "Unutmayın çocuklar, bu bir gerçek: Şu coğrafyada milli gücü en yüksek ülke Türkiye. Bu gücün daha da artacağı konusunda ben iyimserim."
20 Mayıs 2009 Çarşamba
1 no'lu kapıyı istiyorum
Mustafa İsen genel sekreter, Ahmet Sever de basın danışmanı olunca Çankaya Köşkü'nde gazeteciler için yeni bir dönem de başlamıştı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Çankaya'yı vatandaşa açmaya uğraşıyor, İsen ve Sever de köşkte gazeteciler için daha rahat çalışma ortamı kuruyordu. Kimse 'olmaz-olmaz' demedi, sabırla bekledi ve sonunda yıllardır 5 no'lu kapı işkencesi yaşayan gazetecilerin köşke girişleri 1 no'lu kapıya alındı. Daha ferah, rahat, izdihama müsait olmayan bu kapıdan girmeye başlayan gazeteciler, kendileri için ayarlanan basın odasından da pek memnun, 'modern bir gazetecilik' denizi içinde yüzmeye başladılar.
Ama, o da ne? 1 no'lu kapıya gittiğimde bir gün "Girişler 5 no'lu kapıya alındı" uyarısıyla karşılaştım. Peki neden?
19 Mayıs günü, 81 ilin gençlik temsilcisi Cumhurbaşkanı Gül'le buluşmak için Çankaya'daydı. Onlarca genç 5 no'lu kapıdan giriş yapmış, kapının hemen bitişiğindeki bekleme odasını hınca hınç doldurmuştu. Gül'ün gençlerle buluşmasını izleyecek gazeteciler ise x-ray cihazı dahil gerekli kontrollerden geçtikten sonra yeniden kapı dışarı çıkmayı uygun görmüştü. Bekleme odasında gazeteciler hiç yer yoktu. Gazeteciler bahçe önünde, güneşli havanın tadını çıkarıyor gibi görünse de, çayıra-çimene serilmiş görüntü hiç de 'hoş' değildi. Sonra, onlarca gazeteciyi aynı otobüse hapsedip, kabul salonuna götüren köşk personeli de gerginlikten patlamak üzereydi ki, "Herkes niye aynı otobüse bindi" soruları üzerine patladı da patladı. Oysa ki, gazetecileri taşımak için bir sürü otobüsü vardı köşkün. Anlaşılan, gazeteciler için yine gelişigüzel bir "Çankaya'ya dalış" dönemi başlamıştı. Tüm konuklar, gazeteciler herkes ama herkes köşke 5 no'lu kapıdan girecekti.
"Niye 5 no'ludan giriyoruz?" sorusunu bu kez, yetkili bir ağıza sorduğumda aldığım yanıt, gerçekten çok ama çok komikti. Çankaya'ya yakışmıyordu. Sadece 5 no'lu kapıda x-ray cihazı vardı ve güvenlik gerekçesiyle tüm girişler bu kapıya alınmıştı. 1 no'lu kapıdan geçişler güvenlikli değildi. Peki, oraya neden bir başka x-ray cihazı konulamazdı. Öyle ya, köşkün bütçesi artırılmış, köşkte baştan sonra bir tadilat çalışması başlatılmıştı. Hem, genel sekreter İsen de, basın danışmanı Sever de gazetecilerin rahat çalışmasından yanaydı. Hem para hem irade varsa 1 no'lu kapının güvenliğini çözmek niye zor olsundu. Anlaşılır gibi değildi.
Çok uzun yazdım ve ben de sıkıldım. Çözülsün bu kapı problemi. 1 no'lu kapıyı yeniden istiyoruz, ey yetkililer..
19 Mayıs 2009 Salı
Dışişleri'nde yenilikler
"Davutoğlu geldi de, ne oldu" diye soranlar vardı. Onlar sabırsızlandıkça, ben "Bir durun, bekleyin azıcık" modunda ortamı yatıştırmaya çalışıyordum, çok bilmişçesine. Çok biliyorum ya herşeyi! Şimdi yazacaklarımı okuyun da, hem merakınızı giderin hem de benim ne çok bildiğime tanık olun.
İlk haberim; bir zamanlar Dışişleri Bakanlığı'nın 'etkin ve yetkin' dairelerinden gerektiğinde brifingler alıp, "Bakanlıkta neler oluyor" diye soranlara az buçuk birşeyler söylemeye alışmış ama Ertuğrul Apakan'ın müsteşarlığı, Ali Babacan'ın bakanlığı ile birlikte çok şey öğrense bile asla yazamayan diplomasi muhabiri arkadaşlarım için. Geri dönüyor. Efsane geri dönüyor! Müsteşar Apakan benim gibi diplomasi muhabirleriyle uzun soluklu bir kahvaltı yapıp, düzenli brifing döneminin kapılarını aralayacak. "Tamam, tamam. Perşembe sabahımı boş tutuyorum. Kahvaltıyı dört gözle bekliyorum" dedim, telefondaki diplomatik sese.
Sonra öğrendim ki, Davutoğlu yeni bir medya stratejisi başlatıyor. Bu stratejinin merkezinde de diplomasi muhabirleri var. Bu işe, alın terini canı gönülden akıtan diplomasi muhabirlerinin, Türk dış politikasında olup bitenleri kamuoyuna daha etkin aktaracağına gönülden inanan Bakan Davutoğlu'nun önüne önümüzdeki günlerde bir rapor daha konacak ki, o rapor da diplomasi muhabirlerinden yana. Raporda deniyor ki, "Türk halkı köşe yazarlarının çoğunun, gerçekleri çok çarpıttığını düşünüp okumuyor. En çok; haberler okunuyor, değerlendiriliyor. Okur, 'Bırakın da, ben bir karar vereyim' diyor. Avrupa ve Amerika da, Türkiye'yi yakından izlerken muhabirlerin sesine kulak veriyor." Raporun ayrıntılarını okumaya devam ediyorum. Beni okumaya devam ederseniz, öğrenirsiniz. (Bugün 19 Mayıs ya, 'gencim-diplomasi muhabiriyim-çok bilirim' diye daha çok şımarıyorum. Söz veriyorum, bu modum, bu günlük)
İkinci haberim; gazetecilerden saklandıkça mutlu olan, ortalıkta gezinmeyince kariyer basamaklarını hızla tırmanacağını sanan sevgili diplomatlarımız için. Çoktan talimat gönderildi tüm dairelere. Denildi ki, "Daha çok sosyal, daha çok ortalıkta olun. Size soru soranlara doğru yanıt vermekten çekinmeyin." Yani, suskun diplomat 'out', sosyal-konuşkan diplomat 'in'. Baksanıza, Müsteşarımız Apakan bile konuşmaya başlıyor. Diplomasi muhabiri arkadaşlarım için organize edeceği brifingler üzerinde uzun uzun çalışıyor bugünlerde.
Yani arkadaşlar, Bakan Davutoğlu Dışişleri Bakanlığı'nın başta medya ile olmak üzere tüm iletişim stratejisini değiştiriyor. Başka mı? Bekleyelim, görelim.
P.S. Aaaa tıpkı Obama gibi: Change has come true
18 Mayıs 2009 Pazartesi
Güzel Türkan Hocam
Siz ne güzel insandınız Türkan Hocam. Kocaman bir yüreğiniz, yıkılmaz bir inancınız, hayat dolu adımlarınız vardı. İnsanın sizi görünce kendine 'yürü, durma' diyesi gelirdi hep. İnsanın sizi dinleyince kendisine, ülkesine, ailesine, işine-gücüne daha çok sarılası gelirdi.
Eğitim muhabiri olduğum dönemde "Hilal, yazdığın her satır altın değerinde. Eğitim, geleceğimiz" diyen Türkan Hocam, nefesinin son dakikasına kadar hepimize hayat dersi verdi. Hayat güzeldi, zorluklarla doluylu ve başedilmesi gerekiyordu. Milyonlarca genç kızımıza yeni ufuklar açan, 'normallik ve eşitlik' için mücadele veren Türkan Hocam'ın da yakasına "Hocam, siz bir şöyle gelin, derin devletle bağınız var mı bir bakalım" diyen kötüler yapıştı ama tabii ki onun gücü bu kötüleri ezdi.
"Hoşçakal" demeyeceğim size güzel Türkan Hocam. Kansere yenik düşmüş olabilirsiniz ama sizin yenilmez gücünüz hep zihnimizde olacak. Güzel uyuyunuz.
16 Mayıs 2009 Cumartesi
DOMUZ GRİBİ soslu cumartesi
Bu sos hiç de iyi olmadı. Bu güzelim güneşli cumartesiye domuz gribi bulaştı. Sağlık Bakanı Recep Akdağ, İstanbul'a gelen bir uçaktaki Amerikan vatandaşının domuz gribi olduğunun anlaşıldığından Haseki Hastanesi'nde kontrol altına alındığını açıklıyor. Akdağ'ın tüm sağlık ekibiyle düzenlediği basın toplantısı uzadıkça uzuyor. "Hastanın geldiği uçakta 166 yolcu vardı, 96'sı İstanbul'da kaldı" diyor Bakan Akdağ, ama gazeteciler bu yolcuların nerelerde ne yaptığının, kiminle nasıl temasa gireceğinin takip edileceğini deştikçe, deşiyor. Deşmemek mümkün mü! Yandık, bu işin sonu gelmez...
Daha bir hafta önce İsveç'e uçarken, havaalanında bilet satış gişesindekilerin maske taktığını, onlara aramızdaki birkaç gazeteci arkadaşın da katıldığını görünce Bahot'la katıla katıla gülmüştük. "Yok daha neler" demiştik. Meksika'dan sonra pıt pıt Avrupa'nın her ülkesine yayılan domuz gribi, alın şimdi İstanbul'da. Öteki yolcuların nereye gittiğini de bilmiyoruz ayrıca...Üüüf, moralim bozuldu şimdi.
Tamam Sevgili Akdağ. Ellerimizi daha çok yıkayacağız. Öksürürken, hapşırırken mendil kullanmayı ihmal etmeyeceğiz. Toplu sağlık bilincinin gelişimine katkıda bulunmak için elimizden geleni yapacağız. Grip belirtisi hissedince dinleneceğiz. (En çok bu önlemi sevdim). Hepatit, SARS, kuş gribinden sonra bir de domuz gribi...Tamammmm, sıradaki???
Burayı dikkatle okuyun
Dünya genelinde sağlık yetkililerini alarma geçiren domuz gribi, bir solunum hastalığı. Virüs insanlara domuzlardan solunum yoluyla bulaşıyor. WHO'ya göre domuz yiyerek virüs kapma olasılığı bulunmuyor. Domuz gribi domuzdan insana ve insandan insana bulaşabiliyor. İnsandan insana, hapşırık, öksürük ve hatta ele bulaşması halinde tokalaşma yoluyla bulaşabilen domuz gribine karşı doğal bağışıklığımız bulunmuyor. Bilgisayar klavyesi gibi virüslü bir yerle temas ettikten sonra burna ve ağıza dokunulması da hastalığın yayılmasına neden olabiliyor.
Hastalığa A tipi H1N1 adlı virüsün daha önce hiç görülmemiş bir türü yol açıyor. Bu tür, insan, domuz ve kuş gribi virüslerinin karışımından oluşuyor. Domuz gribinin belirtileri bildiğimiz grip vakalarından pek farklı değil: Kuru öksürük, ani ateş, boğaz ağrısı, eklem ağırıları, üşüme, bitkinlik ve baş ağrısı. bunların dışında, aşırı kusmaya ve ishale neden olabiliyor. Yaygın grip tipleri, genelde yaşı ilerlemiş insanları hedef alırken domuz gribinde ölümcül seyreden vakalar ise daha çok 25-45 yaş arasındakilerde görülüyor.
Tedavisine gelince, ABD'li yetkililer kendi rastladıkları vakalarda Tamiflu ve Relenza adlı ilaçların etkili olduğunu duyurdu. Normal grip aşısıysa tedavide etkili olmuyor. Domuz gribine karşı bir ayrı bir aşı geliştirmeninse aylar alabileceğine dikkat çekiliyor. Yeni grip virüsleri ise insan vücudunun bağışık olmaması ve ilaç geliştirmenin süre alması nedeniyle çok çabuk yayılabiliyor. Domuz gribi, genetik açıdan bakıldığında, ilaçla karşı konulabilen H1N1 virüsünden farklılıklar içeriyor
13 Mayıs 2009 Çarşamba
Ankara'da neler oluyor, neler
İsveç'in ekolojik havasından çıkıp da, 'dannn' diye Ankara'ya düşünce, insan gerçekten bir tuhaf oluyor. Aylardan Mayıs. Baharın her yerden fışkırdığı, güneşin tatlı tatlı oynaştığı Ankara havasına kaynaşmak için günlerdir elimden ne geliyorsa yapıyorum ama nafile. Dağınığım ve yorgunluktan dökülüyorum. Ama o ne. "Su uyur, gazeteci uyumaz" misali, "Hilal, titre de kendine gel" dedim, kendi kendime. Kendimi önce Ankara'nın en süper iki DJ'inin düzenlediği "ELVIS" partisine attım. Sami ve Neşet..İkisi de, gerçekten melek gibi çalıyor, gönülden ve içten eğleniyor. Ekolojik havalar haltetmiş, bütün İsveç Sami ile Neşet'in sahne performansını bir izlese, kesin Ankara'ya göç eder. Nitekim, partiye benimle gitme şerefine erişmiş İsveç'li diplomat arkadaşım Urban, "Aaaaaah, aaaaaah" diye iç geçirdi durdu gece boyunca. Onu bir kez daha partiye götürdüm mü, işlem tamam olacak. Ankara'ya yerleşip kalacak...Neşet'in ve Sami'nin yukarıdaki fotoğrafına bakıp, ne kadar haklı olduğumu göreceksiniz.
Tam, yorgunluğumu atıyorum havasına girmiştim ki, uyuz bir uyku durumunun kurbanı olduğumu farkettim. Ankara, Renewa'da harıl harıl yaz hazırlığı yapıyordu ama ben bir saatlik Sculpture dersinin üstüne apar topar eve koşup bir güzel uyudum. Uyandım, bacaklarım ağrıyor. Bahot'la konuştum. O da pek bir yorgun. Hem de doğumgünü haftamız da, nedir bu ya? Allah'tan etkinlikler sürüyor da, yatakta yatıp kalmıyoruz. Kürt siyaseti üstüne zırnık yok Çankaya Köşkü'nde, Dışişleri Bakanlığı'nda. Telefondaki Türk diplomatik ses "Davutoğlu Amerika'daydı. Oradan da Azerbaycan'a geçiyor. Yeni bir durum yok" diyordu, miskin miskin. Gelme üstüme, ben kararlıyım bu miskinlikten kurtulmaya. Ooooh..Sayın Cumhurbaşkanımız Gül, Portekiz Cumhurbaşkanı Silvia ile düzenlediği ortak basın toplantısında "Merkel de, Sarkozy de vizyon eksikliği yaşıyorlar" dedi, bir güzel. Köşk muhabirleri, köşk danışmanları bir de Türk dostu gavurlardan aldı 100 puan. Ben de kendime 100 puan verip, doğumgünü etkinliklerime devam etmeye kararlıyım. Ekolojik havayı da, Ankara'nın bahar yorgunu havasını da es geçiyorum eeeees !
7 Mayıs 2009 Perşembe
İsveç şüphesi = Obama + Davutoğlu
ABD tarihinin ilk siyahi başkanı olarak görevindeki 100 günü geride bırakıp, dünya siyasetinde yeni ufuklar açan Başkan Barack Obama’yı, İsveç halkı da pür dikkat izliyor. Obama’yı anlatan, soyağacını çıkaran kitaplar Stockholm’deki kitapçılarda ‘en çok satanlar’ rafında boy gösteriyor. Kitapçıya İsveç halkının Obama’ya karşı özel bir ilgisi olup olmadığını sorduğumda aldığım yanıt, bu ‘sakin-düzen ve estetik fanatiği’ halkın şüphecilikte de sınır tanımadığını öğreniyorum. Obama konusunda öyle şüpheliler ki, bu kitaplar okunacak sonra diğer Amerikan başkanlarıyla karşılaştırılacak, sonra da Obama’nın ‘icraat karnesi’ tüm ayrıntılarıyla çıkarılacak. Kimse burada “I love Obama” deyip de, kitap almıyor. “Bakalım, bu adam neyin nesi, kimin fesi” dercesine Obama kitapları sayfa sayfa inceleniyor. İsveç Başbakanlığı’ndan da, Dışişleri Bakanlığı’ndan da “Aman da aman, biz Obama’dan çok umutluyuz” sesi çıkmıyor.
Dünya genelinde Obama fanatiklerinin sayısı gün geçtikçe artsa da, İsveç halkı ‘soğuk hava, soğuk bakış, temkinli hareket’ felsefesinden ödün vermiyor anlayacağınız. Çok şüpheci bunlar, çok şüpheci. Bu, keskin mavi bakışlı kitapçı “Obama’yı şüpheyle okuyun. Okuyun, dinleyin, izleyin, sonra karar verin” diye ders vermeyi de ihmal etmiyor bana.
İsveç halkının dış politikada şüpheyle baktığı bir diğer isim Türkiye’nin yeni Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu. 2002’den beri AKP hükümetinin dış politikadaki temel direği olan, Ortadoğu’daki barış görüşmelerinden tutun, Gürcistan-Rusya krizine, Ermenistan’la soykırım dalaşına varana kadar birçok uluslar arası sorunda ‘akılcı ve yapıcı’ çözümler üreten Davutoğlu’nun AB konusunda ‘kafasının hiç de temiz olmadığı’nı yazmış bir İsveç gazetesi. AB içinde Türkiye’nin en büyük dostlarından bilinen İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt’in yakın çalışma arkadaşları 1 Temmuz’da AB dönem başkanlığını alacak İsveç’in Türkiye’ye AB’ye üyelik müzakerelerinde yardımcı olmasının tek şartının ‘Türkiye’nin de onlara yardım etmesi’ olduğunu söylüyor. Şimdi bu söylenecek laf mı ! Türkiye daha nasıl yardımcı olsun ? ! Türkiye, Gümrük Birliği anlaşmasının Kıbrıs’ı da kapsayacak şekilde genişletilmesini öngören Ankara Ek Protokolü’nü onaylamazsa Kıbrıs sorunu çözülmezmiş. Annan Planı’nın nasıl sonuçlandığını üzgünüm ki, Carl Bildt camiası da unutmuş. Türkiye’nin ‘çözüm, çözüm’ diye yırtınırken, Rum halkının yan gelip yattığı tozlu raflara kaldırılmış. Demek ki, İsveç’e hatırlatmak gerekiyor. Obama kadar Davutoğlu da konuşuluyorsa bu ülkede, çoktan yol almışız bence…Ya, sizce ?
6 Mayıs 2009 Çarşamba
Ice Lab & Ice Bar
İsveç’te üşümenin, donmanın, buzlaşmanın da ayrı bir havası var. İklim değişikliğine kafayı takan 9 milyon İsveç’li “Ne yapsak, ne etsek de şu global ısınmanın hakkından gelsek” diye sabahlara kadar kara kara düşünmüyor. Çoktan harekete geçilmiş. Taa Antartika’ya gidilmiş. 800 bin yıllık buzlar bulunmuş ve Stockholm’e getirilmiş. İnanılır gibi değil ama oldu: ICE-LAB’deyiz. (Buz Laboratuvarı)
Stockholm Üniversitesi’nde ‘Buzul Çağı ve İklim’ üzerine doktorasını yapan Torbjörn Karlin’le eksi 30 dereceyi gören Ice-Lab’e girdik bile. Üşüyoruz ama tir tir titremiyoruz. Giydik, muhteşem koruyucu kıyafetlerimizi. Karlin, buzların içindeki hava kabarcıklarının Buzul Çağı’nda iklimin nasıl olduğuna dair keskin izler taşıdığını, bu izlerin günümüz araştırmacılarının iklim değişikliğiyle ilgili çalışmalarına doğrudan ışık tuttuğunu anlatıyor. Yüzbinlerce yıl öncesinin buz parçası, araştırmacılara günümüzde yaşanan iklim sorunlarının tamamının kaynağının insan olduğu uyarısı yapıyor. Daha temiz çevre için kolların acilen sıvanması gerektiğini söylüyor. Buzlardan mesajı alan İsveç de bunu yapıyor işte. Aralık’ta Kopenhag’da düzenlenecek ‘İklim’ konferansında tüm ülkelerin havaya, suya ve toprağa verdikleri zararın hesabı ortaya konulacak. Türkiye’nin Kyoto Protokolü’ne imza koyması bizi biraz kurtaracak ama musluklardan çamur gibi akan sular, kirli havamız, toprağa savurganca bıraktığımız her atık bize ceza olarak geri dönecek. Korkarım, çevre konusunda acil önlemler alınmazsa, tüm Türkler ölecek. İsveç’in kalkıp da model bir eko-kent kurulmasına kadar uzanan çabasını, size sonra anlatacağım.
Derin, ciddi ve akademik çalışmalara ilham olan BUZ, eğlenceye de bulaşmış durumda Stockholm’de. İnsanı huzursuz edecek derecede sakin olan İsveç’lilerin yaratıcılıkta Türkleri geride bıraktığını söylemek istemiyorum ama nedir bu Ice-Bar’a (Buz-Bar) olan ilgi. Yerli ve yabancı turistler akın akın Buz-Bar’a giriyor. 10 dakikayı bile aşmayan buzdan bir keyif yaşıyor. Bir yandan üşürken, bir yandan buz bardaklarda, buzdolabı kıvamında bir ortamda ABSOLUT içmek de eğlenmek için hiç fena fikir değil. Doğumgünümü İsveç’te kutlayacağım için ayrı bir heyecan yaşamıştım Stockholm’e gelmeden önce ama Buz-Bar’da ABSOLUT’la kutlamak, gerçekten farklı deneyim oldu. Yine SKOL, yine SWEDEN ve tabii ki ABSOLUT…
4 Mayıs 2009 Pazartesi
Swedish Love of Nature --Herşey DOĞA için
9 milyonluk İsveç, 1 Temmuz’da AB dönem başkanlığını alacak da ne yapacak? Hiç, öyle demeyin. Onların gündemleri çok daha hayati. İklim değişikliği ile ilgili çalışmalar, doğaya duyulan sevgi ve saygının İsveç ruhunun özünü oluşturduğu bu küçücük ülkenin aklını başından almış durumda. 5 bin öğrenci kapasiteli Stockholm Üniversitesi’ne uğramadan önce bize basın merkezinde İsveç’in AB dönem başkanlığına nasıl hazırlandığını anlatan Sofia Karlberg, iklim değişikliğinin İsveç’in temel gündem maddesi olduğunu söyledi. AB’nin, meşhur Kyoto protokolünün yenilenmesi sürecinde nasıl hareket etmesi gerektiğinin kendileri için çok önemli olduğunu söyleyen Hennug, doğaya ve çevreye sahip çıkmayan AB’nin ‘puf’ olup, uçabileceğini de hesapladıklarını açık açık anlattı. Stockholm Üniversitesi de, kafayı iklimdeki değişikliklerde insan etkisini ölçmeye takmış durumda. İnsanlar mı iklimi bozuyor, iklim mi insanları bozuyor? Kesin, bu sorunun cevabını yakında tüm dünyaya duyuracaklar. Bu konuda dudak uçuklatacak cinsten araştırmalar yapıyorlar ki, sormayın. Size sadece, burada bir ‘Buz Laboratuvarı’na gittiğimizi ve 2 yüzbin yıl öncesine ait, paha biçilmez bir buz parçasına dokunduğumuzu söyleyip, ayrıntıları sonra anlatmak istiyorum. Sevgili Türkler, duyun. Ne Obama, ne Kıbrıs. İklim değişikliği konusunda varsa bir iddianız, çalışmanız İsveç’in AB dönem başkanlığı sırasında para edecek. Kafkasya’da ya da Irak’ta, bilemediniz Afganistan’daki sorunlar İsveç’in önceliği değil. Tabii bu sorunlara da çözüm bulunmalı ama önce iklim. Yani, önce İNSAN.
İsveç’liler gibi ben de insanoğlu adına gururla yazmak istiyoum. İsveç’te hava 20 yıl öncesine nazaran daha temiz, su; daha saf ve ormanlar daha sağlıklı. Niye mi? Halkın ve yetkililerin gösterdiği duyarlılıkla nesli tükenmekte olan birçok bitki ve hayvan türü yeniden yaşama kazandırılmış bu ülkede. Başkent Stockholm’ün şehir merkezindeki sularda yüzülebiliyor, balık tutulabiliyor.
Gece olmuyor Stockholm’de. Mayıs sonu geliyor. Mayıs sonundan haziran sonlarına kadar ‘beyaz geceler’ yaşanacak. İşte biz de, bu geceler öncesinin doyumsuz doğasıyla başbaşayız. Tekrar yazıyorum: Şehir merkezindeki sularda yüzülebiliyor, balık tutulabiliyor.
2 Mayıs 2009 Cumartesi
Skol SWEDEN ---ABSOLUT İsveç
Beni en çok ‘çılgın ve duyarlı’ yanları çekmişti. Üstüne üstlük sıradan ama yetenekliler. Hem kendilerine güveniyorlar hem de utangaçlar. Böyle zıtlıkların birlikteliğine ne denir: SKOL…(ABSOLUT’umu kimseye vermem….)
En son 2006 Mayıs’ında gitmiştim İsveç’e. Kral Carl Gustaf ile Kraliçe Silvia’nın, Türkiye’ye yapacakları ‘tarihi’ ziyaretin öncesinde kraliyet sarayının konuğu olmuştuk birkaç gazeteci arkadaşla. Aaaah, aaaah her mayıs İsveç’e gitsem keşke.
300 yıllık bir aradan sonra İsveç Kraliyeti’nden Türkiye topraklarına ilk geziyi Kral Gustaf ile Kraliçe Silvia, 29 Mayıs-2 Haziran 2006 tarihlerinde yaptı. Gezi öncesi bizi sarayda ağırlayan bu ikili Atatürk’e hayranlıklarından uzun uzun sözetmiş, Türkiye’nin AB üyeliğine canla başla destek olduklarını dünya aleme duyurmuştu.
Aradan üç yıl geçti. Ben yine İsveç yolundayım. Türkiye yine AB yolunda. İsveç de bu yolda yine Türkiye’nin en büyük destekçilerinden biri. 1 Temmuz 2009’da da AB dönem başkanlığını 6 aylığına yürütmeye başlayacaklar. Türkiye için yeni, yepyeni planları var. Ankara’daki Büyükelçi Christer Asp, bize “Canınızı hiç sıkmayın. AB içinde Türkiye’siz asla mutlu olamayız” güvencesi bile verdi. Bakalım, Stockholm’de neler oluyor. Ankara’dan uzaklaşmanın ‘dayanılmaz hafifliği’ni yaşarken size İsveç’ten bol bol yazacağım. Mayıs’ta İsveç’te olmak ne güzel!
"Hayırlı olsun Hocam"
AKP hükümetleri döneminde milletvekili olmadığı halde kabineye giren ilk isim olan ve Dışişleri Bakanlığı görevini yürütecek Ahmet Davutoğlu, görevi Ali Babacan'dan teslim aldı. Babacan, görevini teslim ederken "Hayırlı olsun hocam" dedi. Bugüne kadar Davutoğlu'na 'hocam' demeye alışmış dilimiz, bundan böyle ona nasıl 'bakan' diyecek, bilmiyoruz. Biz gazeteciler dilimizi alıştırırken, Dışişleri Bakanlığı personeli başta olmak üzere dış politikaya ilgi duyanların Davutoğlu'nun çalışma prensiplerini gözden geçirmesinde fayda var. Davutoğlu söyledi, ben de not aldım, devir-teslim töreninde. İşte, Dışişleri'nde 'Davutoğlu ilkeleri':
* Dışişleri personelinin mesaisi 'ifaiye eri' gibi krizlerle sınırlı değildir. Sınır tanımadan çalışacağız. 7 gün 24 saat hizmet vereceğiz ama gerektiğinde 8. gün de yaratacağız.
* Edilgen değil etkin bir dış politika istiyoruz.
* Türkiye, iklim değişikliğinden ekonomi politikalarına kadar küresel her konuda sözsahibi ülke olacaktır.
* Özgürlük ve güvenin adresi olan Türkiye, dünya sıralamasında hakettiği yere gelecektir.
* Türkiye; krizleri olmadan farkeden, etrafında düzen kuran bir ülke olacaktır.
* Dış politikada 'kriz' odaklı değil, 'vizyon' odaklı yaklaşımımız pekişecektir.
1 Mayıs 2009 Cuma
Stratejik Derinlik
Ben 'ne okusam' diye düşünürken, bir diplomat arkadaşım "Al oku. Türk dış politikasında neler olduğunu daha iyi anlarsın" deyip, önermişti. Yazarı, bugün Dışişleri Bakanlığı görevine getirilen Ahmet Davutoğlu'ydu: "Stratejik Derinlik: Türkiye'nin Uluslararası Konumu"...
"Dışişleri'ndekiler bunu mu okuyor" diye sorduğumda, aldığım yanıt, "Herkes bunu okuyor. Davutoğlu, yakında bakan oluyor" şeklindeydi.
Herkes hazırlıklıydı. Davutoğlu'nu bekliyordu. Bakan Ali Babacan'ın, ekonomiye kaydırılacağından herkesin haberi vardı. Ama ben yine de Davutoğlu'na pek ihtimal vermiyordum. Çünkü, Davutoğlu hem Başbakan Erdoğan'a, hem Cumhurbaşkanı Gül'e dış politika danışmanlığı yapıyor, Dışişleri Bakanlığı'nı dışarıdan yönetiyor, her yerde mekik diplomasisi dokuyordu. Dışişleri Bakanlığı ona hafif kalır diyordum ki, Davutoğlu'nun "Artık dışarıdan değil de içeriden bakanlığı yönetmek istediği" bilgisine ulaştım. Ama o, içeriden değildi. 2003'te dönemin cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in de onayıyla 'fahri büyükelçi' olmuştu. Bütün ömrünü Dışişleri koridorlarında harcamamıştı. O, AKP döneminin 'dış politik' kahramanıydı. Bakalım, bundan böyle Dışişleri'ni 'içeriden' nasıl yönetecekti.
Telefonum çaldı. "Davutoğlu diyaloğa açık bir isim, iyi bir bakan olacak" diyen yabancı diplomatik ses, Ortadoğu'da barış umudunun daha da çok artacağından, Davutoğlu'nun ABD'nin Dışişleri Bakanı Hillary Clinton'la daha uyumlu çalışacağından sözetti. Ben de ona "Stratejik Derinlik"i önerdim. Sonra bir başkasına, sonra da bir başkasına. Bu kitap yakında 'çok best seller' olacak, ona göre.
Soğuk savaş öncesi ve sonrası dünyadaki uluslararası sistemi analiz eden kitap, bu sistemde Türkiye'nin konumunu tartışıyor. NATO, AB, İKÖ, D-8 gibi uluslararası örgütlere dair analizler, Türkiye'nin buralardaki rollerini de ele alan kitapta, Türkiye'nin 'çevresiyle nasıl barışık' olduğu vurgusu dikkat çekiyor: "Türkiye hem kendisiyle barışık, hem de komşularıyla..." Hadi bakalım, hayırlı olsun: Stratejik Derinlik.
1 Mayıs gazetecinin bayramı değil
Taksim'deki 1 Mayıs gösterilerinin, çatışmaların yerini bu kez Ankara Sıhhıye Meydanı'ndaki çatışmalar aldı. Televizyon kameraları Ankara'ya dönmüş durumda. Günün bilançosu açıklanıyor: 103 gözaltı.
"1 Mayıs işçinin, emekçinin bayramı" diye coşmak istiyorum ama her bayram gününde olduğu gibi üzgün, süzgünüm. Günlerdir, "1 Mayıs, Taksim'de kutlanır mı, kutlanmaz mı" diye tartışan, bugün de "İşte 32 yıl sonra işçiler Taksim'de" diyen medya, kendi işçilerini kafadan 'kayıp' sayıyor bir kere. Ofisteyim ve fiziken çalışıyor görünüyorum. Aaaah, kafamı da bir yerlere gönderemiyorum. Ruhum da hapsolmuş hissinde. 1 Mayıs, gazetecinin bayramı değil, o kesin. Mutlu olmak için iyi bir nedenimiz var yine de: "Üzerlerine tazyikli su sıkılsa da, polis saldırısına mağdur kalsalarda işçiler meydanlarda."
Yine Tolga geldi yanıma. "Ne yapıyorsun sen" dercesine, elini ve kafasını sallıyor bana. Yine, "boş işlerle" uğraştığımı düşünüyor o da kesin. Benim, Türkiye'den bihaber yabancı diplomat arkadaşlarım da aramaya başladı tek tek: "Aaa Hilal, çalışıyor musun. Hiç normal değil..." Kızmayacaktım ama kızıyorum: "Bizim ülkede normal tanımı farklı. Biraz okuyun, çizin. Sonra konuşalım."
"1 Mayıs işçinin, emekçinin bayramı" diye coşmak istiyorum ama her bayram gününde olduğu gibi üzgün, süzgünüm. Günlerdir, "1 Mayıs, Taksim'de kutlanır mı, kutlanmaz mı" diye tartışan, bugün de "İşte 32 yıl sonra işçiler Taksim'de" diyen medya, kendi işçilerini kafadan 'kayıp' sayıyor bir kere. Ofisteyim ve fiziken çalışıyor görünüyorum. Aaaah, kafamı da bir yerlere gönderemiyorum. Ruhum da hapsolmuş hissinde. 1 Mayıs, gazetecinin bayramı değil, o kesin. Mutlu olmak için iyi bir nedenimiz var yine de: "Üzerlerine tazyikli su sıkılsa da, polis saldırısına mağdur kalsalarda işçiler meydanlarda."
Yine Tolga geldi yanıma. "Ne yapıyorsun sen" dercesine, elini ve kafasını sallıyor bana. Yine, "boş işlerle" uğraştığımı düşünüyor o da kesin. Benim, Türkiye'den bihaber yabancı diplomat arkadaşlarım da aramaya başladı tek tek: "Aaa Hilal, çalışıyor musun. Hiç normal değil..." Kızmayacaktım ama kızıyorum: "Bizim ülkede normal tanımı farklı. Biraz okuyun, çizin. Sonra konuşalım."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Öne Çıkan Yayın
Aradığınız sakinliğin adresini veriyorum : Göynük
Kaçıp, gitme dürtüsünün içimizi günde milyon kez yokladığı, dahası içimizi zonklattığı dönemler bunlar. Hep bir mayhoşluk, hep bir serse...
-
Kız çocukları babalarından bahsederken sanki bir film kahramanından sözederler. O kahraman hırçın, korkunç, garip olabilir çoğu zama...
-
Türkiye’nin zencileri ve beyazları olmadı hiç. Kimse kimseye “senin rengin siyah” diye öfke beslemedi. Tüm çocuklar kardeşçe futbol oynadı s...
-
Simitçiye de sordum: Sen hangi sesi duyunca mutlu oluyorsun? “Her türlü günaydın bana hayat veriyor” dedi, kocaman gülümsedim. Onun sokağı...