30 Temmuz 2009 Perşembe

Davutoğlu'yla kaynaşma

"Bunları yazmayın" dediği için, yazılamayacak bölümleri yazmayacağım. Bu bölümler için, "yazın" demiş olsaydı bile merak etmeyin içinde kayda değer birşey yok. Karşılıklı bir dertleşme deyin, sohbet, muhabbet deyin. İşte o kadar. Sevgili Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu, bakanlığa geçti de ne oldu? Vay be...Zaman hızlı akıyor. Davutoğlu'nun bakanlığında da üç ay geride kalmak üzere nerdeyse. "Hiiiişt, Davutoğlu'yla aranız nasıl" diye beni köşe bucak sıkıştıranlar da, bu yazıyla biraz olsun rahatlamış olacak.

Sevgili hocamız (kendisi profesör ya), yok yok, dahası var. Başbakan Erdoğan'ın danışmanlığını yaptığı günlerde 'hocam hocam' diye peşi sıra bizi deliler gibi koşturan Davutoğlu, gene yaptı yapacağını. Gazetecilerin gözünde Babacan'a ilk golü attı. Dün Sırp Dışişleri Bakanı Sven Alkalaj'la basın toplantısı düzenledikten sonra bir işaret çakıp "Gelin bakalım çocuklar. Şöyle bir muhabbet edelim" şirinliğiyle bizimle kaynaştı. Yaa, 'an itibariyle' Davutoğlu'yla kaynaşmanın ayrıcalığını yaşayan bir gazeteciyim. (Artık, sırtım yere gelmez)

Sevgili hocamız geçenlerde gazetelerin Ankara temsilcileri ile bir kahvaltıda buluşup, medyadan beklediklerini-beklemediklerini anlattı ya onlara, bizi de dışlamayıp "Gelin sizinle de kaynaşalım" demekten geri durmadı. (Kendini dışlanmış hissedenlere lafım. Çünkü bendeniz devlet büyükleriyle kahvaltı ve yemeklerin ne kadar sıkıcı olduğunu çooktan keşfettim. Zorunlu olmadıkça,,,hayır!)

Yine de, haydi hep beraber Davutoğlu'na 'bravo' diyelim. Bakanlığı döneminde bizimle karşılıklı gülümsemekten öteye geçmeyen Babacan'a kıyasla Davutoğlu, medyayla 'iletişim'den yana. Ne kadar da yardımsever. "Sizin için ne yapabiliriz. Oturup, hep beraber konuşalım" diyor. (Bakanım bana haber ver. Bakanım bana haber veeeer ! diye konuştu durdu iç sesim burada)
Dışişleri mensuplarıyla da sık sık, bakanlık kafetaryasında, uçakta, havada, karada sohbetten uzak durmayan sevgili hocamız (pardon bakanımız) Davutoğlu'nun, diplomasi muhabirlerini ne kadar çok sevdiğini de, temsilcilere "Bakın onlar çok koşturuyor. Onların emeğinin kıymetini bilin" telkininden anlamış bulunuyoruz. (Halen haber yook...Bu iç sesim haber manyağı mıdır, nedir? Kendi kendine de soruyor. Kürt açılımından haber var mı? 150 kişilik PKK'lı listesi noldu?)

İsteklerimizi ve sıkıntılarımızı dinlerken, bizi anladığını başını makul ve mantıklı bir şekilde salladığından anladığımız Davutoğlu'nun "Diplomasi muhabiri ayrıdır. Diplomasi muhabirlerini dünya okur. Onların yazdıkları en küçük haber devlet politikalarının, diplomatik gerilimlerin seyrini belirler" sözleriyle yaptığı 'iltifatlar' ayrı bir yazı konusu. Tabii, bunları yapan diplomasi muhabirinin 'yurttaşlık bilinci' en yüksek seviyede hareket etmesi de gerekiyor. Yani Davutoğlu'nun bir bakan olarak bizden "Yurttaşlık bilincini asla yitirmemek" gibi bir beklentisi var.

Ben dünden beri yine aynı sorunun baskısı altındaydım. "Önce Türk sonra gazeteci miyim, ya da önce gazeteci, sonra Türk müyüm?" Aynı soru 2006'da tamamlayıp verdiğim master tezimin de temel duraklarından biriydi. 'Medya Etiği' ana başlıklı tezim için okumadık, taramadık, analiz etmedik kaynak kalmadığı gibi, onlarca yerli-yabancı uzmanın başını ağrıtmıştım. Ve tüm yollar, tüm kutsal yollar gazeteciliğe çıkmıştı. Aklı başında, etik kuralları hazmetmiş bir gazeteci için böylesi bir soru gerçek bir 'ıvır-zıvır'dı. Çünkü gerçek gazeteci, gazeteciydi o kadar. (aaaah ne oluyorsa zaten, gazetecilikten sapıp da, saçma sapan işlere giren gazeteciler yüzünden oluyor. haber kaynakları da senin güzelim kutsal mesleğine doğal olarak şüpheyle yaklaşıyor) Neyse ki, Davutoğlu anladı da açıklamalarımızı, kafasındaki şüpheleri giderebildik. (mi? derseniz, test edip yazarım ben....hiç merak etmeyin)

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Sami'yle müzik


Ankara'nın en muhteşem iki DJ'inin kimler olduğunu, Hilal'in Notları'nı okuyanlar zaten biliyor. Yeni okurlar için tekrarlayalım: Sami ve Neşet. Bizi kavurucu yaz sıcağı ve içimizdeki müzikle başbaşa bırakıp, hayat coşkusunun doruğa ulaştığı partilerine kısa bir ara veren yeryüzünün bu özel iki insanının yokluğunda yaşadığımız "Ne dinlesek" derdine çareyi buldum. Çare yine onlarda. Bakın, muhteşem Sami "Hilal'in Notları" okurlarına özel bir sürpiz yaptı ve yakışıklı parmaklarıyla nefis bir yazı yazdı. Haftanın her gününe müzikle hayat verdi, renk kattı. Bu hafta çok şanslıyız, her gün Sami'nin belirlediği şarkıları dinleyip, mutlu olacağız. Müsaadenizle bu dünya iyisi DJ'e kocaman bir teşekkür edip, onun bana gönderdiği enfes 'müzikli yazı'yı beğenize sunuyorum.

Müzikli yazı
Pazartesi : Her Pazartesi düşünmez miyiz, “Keşke bugün de tatil olsaydı”? Tatilin en kötüsü bile çalışma gününden iyidir düşüncesiyle, hani öğlenlere kadar uyusaydık, ya da tabiata atsaydık kendimizi, ardından sosyal ortamlarda iki kadeh bir şey içseydik, sonra belki bir film, belki bir konser olsaydı programımızda dediğimiz gündür bu gün. Ama hayırrrrrrrrr. İşte bu gündür herşeyin başlangıcı, unutmayın Eski Ahit’e göre Tanrı’nın enerjisi bugün girmeye başladı eşsiz dünyamızın ruhuna.
O zaman gri Pazartesi için; “Natalie Merchant”dan “Carnival” dinliyoruz. New York’lu romantiğin şarkısında, o güzel sesin yanısıra şarkı arka planındaki Tanrısal enerjiyi hissedeceğiz.
Salı : İkinci gün... Yine sabah erken kalkma, yine o yenilmez işe koşma, masanın başına oturma motivasyonu... Pazartesi akşamı şarap, fazla kaçtıysa, biraz mide ağrısı ve susuzluk hissiyle sert ekspressodan alınan ilk acı yudum....Çalışmak lazım, çalışmak!
O zaman sarı Salı için; “Placebo”dan “English Summer Rain”i dinleye dinleye yola devam edeceğiz ve sözlere pek ehemmiyet vermeyeceğiz. “Always stays the same / Nothing ever changes / English summer rain seems to last for ages”...Sonuçta Salı’lar gider, Salı’lar gelir….
Çarşamba:
Güzel gündür. Anglosaksonlar 'Hump Day' derler bizim Çarşamba'mıza. Yani kambur gün. Yani Çarşamba bittiğinde kambur aşılmış olur. Eee sonuçta herkes haftasonunu çekmiyor mu artık, eline geçirdiyse ipi, urganı, halatı?
O zaman turuncu Çarşamba için; günün öğleden sonrasına yakışan “Sade”den “Kiss Of Life”dır. Akşamına biraz sert gidecek olsa da, birkaç doz “Reamonn”dan “Starting To Live” ya da yine aynı gruptan “Starship” sizi kendinize getirecek, haftanın kamburunu aşmak üzere olduğunuza sizi inandıracaktır.
Perşembe: İşte, arada kalmış, hafiften itilmiş, değerini bulamamış bir gün. Cuma'nın arifesi, Çarşamba’nın mirasyedisi. Hump Day aldatmacasına kanıp kalenizin dışında biraz dolaştıysanız, biraz da şarap eşlik ettiyse size, buyrun Fars usulü bol şekerli çaya benzeyen Perşembe'ye. Hani bol şekerden çayın tadını alamadığınız, çay olmasa bu kadar şekeri bünyenize nasıl ekleyecebileceğinizi defalarca tarttığınız şekliyle, yerine uymayan Perşembe’ye hoşgeldiniz.
O zaman mor Perşembe için; Her bulunduğu ortama son derece yakışan uçarı İsveçli “Jay-Jay Johanson”dan “Anywhere Anytime” dinleyin bütün gün. Amaa, gece kapanışı “Parov Stellar”dan “Powder” ile yapmadan önce... Ne de olsa bugün mor; hani uçarı, umarsız ya da ne bileyim, dikkatsiz falan…
Cuma: İşteeeeeeeee, haftanın çalışma haftası ya da tatil haftası olduğu fark edilmeden neşe ve istekli yaşanan yegane gün. Hatta “kutsal” Cumartesi’den bile iyidir Cuma. En karakterli gündür, asla yarı yolda bırakmaz insanı, bilirsiniz güvenilir gündür. Akşamı bir başkadır, hele bir de yaz mevsimindeyse…
O zaman turkuaz Cuma için; öğleden hemen sonra karizmatik delikanlı “Bon Jovi”den “Have a Nice Day” ile bir giriş yapın. Gün batımında bir İtalyan harikası olan “Eros Ramazzotti”den “La Aurora” dinleyin bence. İtalyanca'nın yürek yakan vurguları ile söylenmiş güzel aşk şarkısı bu saatin en iyi gideni olabilir. Kırmızı İtalyan şarabı yanında güzel gidecektir. Kapanış şarkısı dinlemeyin, hatta kapanışı yapmayın bile...
Cumartesi : Ve evet, evet, evet, dünyanın her yerinde kutsal gün… Bakın Tanrı bile işini bugün itibariyle bitirmiş. Siz de öyle yapın. İşle güçle ilgilenmeyin, gurmelik yapın, degüstatörlük yapın, DJ’lik yapın, ne biliyim iş olmasın da ne olursa olsun, tekrarını yapın. Akşamında gönlünüzden ne geçiyorsa onu yapın, sosyal kelebek olun, aşık olun, evde bizim çocuklarla biralı - patatesli bilgisayar oyun partileri yapın, ya da sevdiğinizle birlikte patlamış mısırlı - kolalı bir romantik komedi gecesi yapın...Ama her ne yaparsanız yapın, bu günü asla müziksiz geçirmeyin, asla… Çünkü müziğe en çok yakışan gün cumartesidir.
O zaman kırmızı Cumartesi için: Sabahında “Blues Traveller”dan “Hook” parçasını alın bence listeye, biraz Peter Pan ya da Tinkerbell gibi hissetmemek için hiçbir neden yok. Öğlene biraz ciddileşin ve eski, çok eski “Blondie”den “Call Me”yi alın gündeme. Hani bu akşam için arayacak mutlaka ama mutlaka biri vardır. Gece çıkmadan önce asla ve asla blues dinlemeyin, en güzel gömleğinizin bile kusurlu görünme ihtimali artar. O nedenle dışarı çıkmadan hemen önce “Jamiroquai” CD’sini koyun ve “Love Foolosophy” deyin, geceye en iyi bu hazırlar sizi. Eeee artık gittiginiz yerde Latin, Rock, Electronica, Dance, Pop ne dinlerseniz onu zaten siz kontrol edemeyeceksiniz, hayatımızda bir çok şeyi kontrol edemediğimiz gibi. Ama eve döndüğünüzde, yatmadan önce Portishead’in müthiş güzel vokali, güzel kadın “Beth Gibbons”dan bir yudum “Lonely Carousel” sizi uykuya daha rahat götürecektir.
Pazar: Hmmmmm... Bazıları için uyku kokan, bazıları için uçurtma ya da trekking lideri peşinde oksijen zehirlenmesine yol açan, bazıları içinse brunch ve sinemaya gidilen gün olan o kutsal gün. Bugün de iş yok, ne olsa ertesi gün fazlası ile var. Bence uyuşmalı, hatta siestalar sokmalı araya. Akşamı en çabuk gelen gündür Pazar, nedendir bilinmez….
O zaman yeşil Pazar için : Benim yetiştiğim evde klasik müzik çalardı Pazar sabahları, güzel olurdu, huzur hissederdim. Chopin ya da Tchaikovsky iyi gidecektir. Cumartesi gecesi abartılı, orantısız geçtiyse başağrısına da yardımcı olabilir bu seçim. Ama arkasından modern zamanlara dönülmeli ve kahvaltıya mutlaka bir “Dean Martin”den “Sway” ile girilmeli. Hatta sevdiğinizle birlikte pijamalar içinde sway de deneyebilirsiniz. Yalnızsanız, boşverin gitsin, sadece dinleyin. Akşamında sakin bir şeyler dinlemekte fayda var. Bence “Leonard Cohen”i abartmayın çünkü Pazartesi’ye intibakta güçlük çekebilirsiniz.

Aslında her günün bir rengi var bende. Sizde de vardır mutlaka, o güne ait aklınıza ilk gelen rengi düşünün o gün boyunca. Göreceksiniz günler renkli, anlamlı. Yeter ki siyah günler en az olsun hayatımızda. Ve giden günler gelmiyor geriye, yaşanmalı doya doya. Yaşanmalı müzikle, müzikle ve müzikle...

22 Temmuz 2009 Çarşamba

Ofis ve organizasyon işleri

Ankara'nın keyfi sessizliğinde mi gizlidir nedir? Bugün Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de, Başbakan Erdoğan da, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da Ankara'yı terkediyor. Öyle koşturmaca falan yok. Ofiste sessiz sessiz çalışacağız. Günün anlam ve önemine atfen evde unuttuğum cep telefonumu bile eve gidip alma ihtiyacı duymuyorum. Ofisten ulaşın bana, ofisten...

Ofiste oturmayı özleyeceğimi de hiç düşünmezdim. Ama bak, neler oluyor üç gündür. Tolga, tatilden döndü ve esprileriyle beni yine baymaya başladı. (Tolgaaaaa, iyi ki geldinnnnn) Sürekli acıkma krizine girip ya yaş pasta yiyoruz kızlarla ya da lahmacun. Lahmacunları genelde tek başına yiyorum ama yenilmeyecek gibi de değiller. O kadar sporu boşuna yapmıyorum elbet. Yemekten çekinmeyeceğim, yiyeceğim. Ölmeyecek miyim. İyi ki Kebap 44 var, iyi ki kendimi zorlaya zorlaya spor salonuna atıyorum. Tatilden dönen bir başka insan; can dostum Ayşe olduğu için ayrı bir mutluyum. Onunla da akşam üzeri bira keyfi yapıp, yeni keyifler için planlar kurmak müthiş oldu. Tropikal iklime bürünüp, aklına estiği anda yağmurları pat pat indiren Ankara havasında hep 'daha yaz gelecek' hissine kapıldığımdan; aklımda kitaplarım, filmlerim, arkadaşlarım, havuzum, ucunu gösterip gösterip geri çekilen tatil organizasyonlarım var. Ofiste oturmaya fırsat bulunca bir yandan özel işler planları, bir yandan da haber işleri daha düzenli yapılabiliyor. Gazeteci; yeni haberlere, yeni fikirlere daha rahat konsantre olabiliyor. Bak bak; 6 Ağustos'ta Rusya Başbakanı Vladimir Putin geliyor, Eylül'de sıkı bir konuğu daha var Ankara'nın ama buraya yazamam (önce haberini yaparım belki), sonrasında Irak açılımları. Organize olmak gerek, organize.

Tabii bir-iki günlüğüne kapıldığım sevinç her an kararabilir. Bir günlüğüne gittiği Suriye'den bomba dosyalarla dönebilir Başbakan Erdoğan. Zaten, kendisine eşlik eden Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Suriye'den neredeyse Ankara'ya dönmeden Sırbistan'a, vızzt Karadağ'a gidiyor. Cumhurbaşkanı Gül; Bayburt, Erzurum ve İstanbul seyahatleriyle haftayı kapatma planında. Sahi, bu adamlar ne zaman tatil yapacaklar. Tatiliniz gelmedi mi sizin diye soracağım olmuyor. "Devlette işler durmaaaaaaz...." Ama ben, biraz sakinlik istiyorum. Yatışmak istiyorum. Ankara'da bu da mümkün demek istiyorum. Gül ve Davutoğlu neyse de, sanırım korkuyorum Erdoğan'dan. Korkuma yenik düşmemeye kararlıyım ama. Ofis keyfime, yani iç dünyama dönüp, gerektiğinde kafamı kabuğumdan çıkartırım düşüncesiyle şimdi kendime bir kahve yapıyorum.

17 Temmuz 2009 Cuma

Gül'ü seven dikenine katlanır


"Hiç de bilem, ben en çok karanfil severim, hem de kan kırmızısından" diyebilirim ama bu gül, bambaşka bir gül: Cumhurbaşkanı Abdullah Gül. Güllerin içinden değil de, isimlerinden hiç anlamadığım ama Çankaya Köşkü'nü rengarenk coşturan çiçeklerin arasından koşarak gittim 864 rakımlı tepeye. Sıkıysa koş! (Dikkatli okurlara not: Çankaya Köşkü'nün gerçek rakımı 864 değil)

Geç kaldım ama kapıda kalmadım. 11.20'de başlayacak Filistin Özerk Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas-Cumhurbaşkanı Gül görüşmesine yetişme derdime basın bürosundan Nihan çare oldu. Bana özel (tabii ki yalan, herkese yapar bunu) kapıya araba yolladı, gittim E kapısına, çiçekleri koklaya koklaya. Ama E kapısındaki güvenlikçi kız, hiç sevmedi beni "Zaten bir sürü basın mensubu varmış içerde, bana ne gerekmiş". Açtı telefonu, komiseriyle konuştu. Komiseri de beklenmedik saatte gelen misafirlere hiç alışık olmadığından gelip karşıma ters ters baktı bir güzel. "Noldu bu basın toplantısı" sersemliğindeki ben güvenlikçi kızın da, komiserin de beni sinirlendirmesine ramak kala kendimi basın toplantısı salonunda buldum.

Bana "Niye geç kalıyosun Sayın Radikal" diye takılan basın bürosu görevlisiyle şekerce takışmamızı 'özel hayata müdahale olur' gerekçesiyle geçiyorum. 11.20'de başlaması gereken basın toplantısının 12.15'te başladığını, Çankaya Köşkü'ndeki bu basın toplantısı rötarlarının adeta bir gelenek haline geldiğini yazmak zorundayım. (Adeta gelenek, adeta soykırım...Vayst! Başbakan Erdoğan'ın adeta sözcüğüne verdiği yeni imajın etkisine de bak.)

Ben ne yapsam Cumhurbaşkanı Gül, sorumu yanıtlamayacaktı. Karar çoktan verilmişti. Bir yabancı, bir de Türk gazeteci soru soracaktı. İşte bir Köşk geleneği daha. Basın toplantısından önce belirlenen isimden başka gazeteci soru soramazdı. İsim belirleme işlemleri demokratik bir ortamda yapıldığından itirazım yok. Ama bazen kaçırıyorum bu işlemleri, üzülüyorum. "Ah o soruyu ben soracaktım ki..." diye hırsımdan eriyorum. Ama dikkat ettim, yabancı tarafta bizden biri, yani El-Cezire'den Yusuf El-Şerif olduğunda, mutlaka Abdulah Gül ona söz hakkı veriyor. Yusuf'un yarı Arapça, yarı Türkçe konuşmalarını Gül hayranlıkla dinliyor. Zaman olsa eminim bana da soru sorma hakkı verecek. Çünkü Gül, gerçekten kendisine soru sorulmasından hoşlanıyor. Bir de gazetecilerin meraklı bakışlarının etkisinde kalıyor. Noluyo bana ya, konuyu çarpıtıyorum. Basın toplantılarında rötar olmasın, daha çok gazeteciye soru hakkı tanınsın mesajı vermekti asıl derdim. Ben de konuyla pek bir ilgisini göremedim ama yine konuyu böyle kapatalım: Gül'ü seven dikenine katlanır.

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Dostum, dostsun, dostuz


Gece saat 02.10'da aldığım telefon mesajıyla konuyu kapatmalıydım belki. Duygusallığımın en derin yerindeyken daldığım uykudan hiç uyanmamalıydım. Sorular sormamalıydım. "Mutluluk dostlarla katlanır" mesajını, bağrıma basıp yola devam etmeliydim. Oysa şimdi, o güzelim uykudan sonra yaptığıma bak. Yazıyorum, hem de dostluk üstüne. Fransa'nın Ankara Büyükelçisi Bernard Emie ve Türkiye'nin AB Başmüzakerecisi Egemen Bağış bir çift okkalı laf etmiş de dostluk üstüne, ben etmeyecek miyim. Yook, onlarla 'sidik yarıştırdığım' için değil, konunun onlarla doğrudan bağlantısı olduğu, benim derin kuyulara girme senaryomda yer aldıkları için lafı onlara da getirdim. Çok basitmiş gibi görünüyor ama karışabilir de yazacaklarım. Aklımı toparlamalıyım. Evet; konu DOSTLUK.

Herşey bu Emie ile Bağış'ın, Fransa'nın 14 Temmuz bağımsızlık günü kutlamasında yaptıkları konuşmalarda üstüne basa basa 'dostluk' kavramı üzerinde durmalarıyla başladı. Kolay değildi bunu yapmak. Özellikle de Emie için. Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, bulduğu her fırsatta Türkiye'nin AB üyeliğine taş koyuyor, zaman zaman da Türk insanının sigortalarını attırırcasına Türkiye'yle dalga geçmekten de geri durmuyordu. Sarkozy, sadece Türkleri değil, Fransızları da çileden çıkartıyordu. Ama ne yaptı Büyükelçi Emie? Aldı eline mikrofonu, sonra da Türkiye'yi en yakın dostlarından biri ilan etti. Dahası, "Dostluk elimi uzatıyorum Türklere. Yaşasın Türk-Fransız dostluğu" dedi. Emie'ye 'bravo'lar çeken bahçedeki kalabalık, Egemen Bağış'ın "Kanuni Sultan Süleyman ile 1. Fransuva'nın temellerini attığı dostluğu, biz de yaşatmalıyız. Dostluk, sadece tarafların birbirine doğru bildiğini söylemesi değil, tarafların her zaman koşulsuz destekle birbirlerine sahip çıkmasıdır" sözleriyle iyiden iyiye coştu. Kadehler, dostluğun şerefine kaldırıldı.

Dostluk gecesiydi bu ya, şaşırmamam gerekirdi. Fransa Büyükelçiliği'nin sevimli basın ateşesi Bertrand Buchwalter, benim gibi zaman zaman kendisine sorun çıkaran gazetecilere bile büyük bir nezaket içinde yardım etti. Daha ben istemeden bana, Fransa'da Türk mevsimini tanıtan nazar boncuklu tanıtım kitapçığından vakit geçirmeksizin verdi. Büyükelçinin konuşma metnini büyük bir hızla gazetecilere dağıttı. "Aaa, hem de Waterloo olayından sonra Bertrand bana iyi davranıyor" şaşkınlığı içindeydim ki, diplomatik resmiyetin yerini diplomatik partiye, çılgın eğlenceye bıraktığı saatlerde bu şaşkınlığımın ne kadar da 'safça' olduğunu hissetmenin acısına boğuldum. Bertrand, çoktan yanıma gelmiş bir taraftan 'barış yapalım' mesajları gönderiyor, bir taraftan da beni kimlere şikayet ettiği konusunda "Kutu kutu Waterloo" başlıklı yazımla dalga geçiyordu. Sayesinde, o yazım çok okundu. Reytingime katkısı oldu ama sigortalarım çoktan atmıştı: "Ulan nerdeydi bu dostluk?" Sadece resmi demeçlerde, resmi çıkar ilişkilerindeydi belki. Ben böylesine acı sorgumalar içindeyken, Bertrand'ın dans teklifine evet diyemezdim. Bertrand'a sadece "Bye-bye" dedim. Zaten Washington'a gidiyor. Belki zamanla, biraz da Amerikalılarla çalışınca dostluğun ne demek olduğunu daha iyi anlayacak. Bertrand, beni kırdıysa bunu hissetmeliydi. Dostluk, işte tam da böyle birşeydi. Gerçekten hissettirmek.

Karanlığa boğulmuş dans pistinin ortasında kafamı çevirdiğim o anda da, dostlukta ne kadar katı olduğumu hissettim. Böyle olmasa olmazdı. Dostlar çok katı olmalıydı çok. Susmuşsa, sonsuza dek susmalıydı. Konuşacaksa, dostuyla beraberken de konuşmalıydı. Dostluk ya kopuk, ya da bütünleşik olmalıydı. İşte dansın tam zamanıydı. Faruk, Öznur, Altan, Zeynep, Helena ve Urban dansetmeliydi, dans. Hem de dostluk adına.

14 Temmuz 2009 Salı

İçimizi kararttın be Hristofyas


Ortadoğu ve Hazar doğalgazını Avrupa'ya taşıyacak Nabucco Projesi'nde dün hükümetlerarası anlaşmayı imzalayan Başbakan Tayyip Erdoğan, bugün KKTC lideri Mehmet Ali Talat'la görüşüyor. Nabucco'yla gazlanan Erdoğan'ın, kördüğüme dönüşen Kıbrıs sorununda Türkiye'yi nereye taşıyacağı gerçekten merak konusu.

Dün ben Nabucco'yla uğraşırken, Talat Çankaya Köşkü'nde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'le beraberdi. Sonra da Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'yla gece mesaisi yaptı. 3Eylül 2008'de, Rum lider Dimitris Hristofyas'la başladığı kapsamlı çözüm müzakerelerinde gelinen aşamayı bir bir anlattı Gül ile Davutoğlu'na Talat. Kıbrıs'ta tüm klişeleri yıkarak başbakanlık yaptığı dönemde sadece benim değil tüm Avrupa'nın, tüm çözüm yanlılarının, 'yes be annem'cilerin gönlünü fetheden Talat'ın, Hristofyas'la sürdürdüğü müzakerelerin ardından moralinin nasıl olduğunu merak etsem de, onunla konuşmayı değil konuştukları kişilerle temas kurmayı tercih ettim. Kafamdaki 'parlak, zeki ve devrimci Talat' imajını kırmamaya kararlıyım. Her ne olursa olsun, Talat hep 'özgürlüğün, çözümün, demokrasinin, anlayışın, diyaloğun ve de aşkın' sembolü olacak. Avrupalı bir diplomat arkadaşımla bir gün Kıbrıs sorununu tartışırken konu Talat'a gelmiş, benden bir "I love Talat" sesi çıktığında, o da "Noooo, he's my Talat" diyerek hislerime ortak olmuştu. Neyse, yeryüzünde Talat'a karşı duyulan sevgi ayrı bir yazı konusu. Evet, bir gün de Talat'ı neden sevdiğimi yazmalıyım. (yaşasınnn)

Müzakerelerde sürekli ipe un seren, "yok ben takvim istemiyorum", "eşit siyasi haklara sahip, yeni bir ortaklıktan ne kastediyorsunuz" diye sürekli, çözüm parametlerini sallayan Hristofyas'ın sadece Talat'ın değil, Kıbrıs sorununa canla-başla asıldığını söyleyen AKP'nin de canını fena halde sıktığının farkındayım. Artık, iş çığrından çıkmış durumda. "Çözüm olsun, lütfeeeen" diye bağıran çaresiz iç sesimi, yatıştıran hırslı bir Türk diplomat sesi oldu. Telefonda "Bu Hristofyas'a sıkı bir kırmızı kart göstermenin zamanı geldi. Üzülme sen" diyordu.

Peki, nasıl kırmızı kart gösterilecek. Bu Kıbrıs işinde pirinci kim ayıklayacak. Müzakarelerden yorulan ve sıkılan Türkiye ile KKTC, bu yıl sonunda bir referandum yapılıp, bu pirincin ayıklanmasında karar kılmışlar. Yılsonu bu iş ya biter, ya biter. Ya da bitmez. Kıbrıslı Türkler, adada izolasyon altında, Rumların gölgesinde, Türklerin kalbinde yaşamayı sürdürür. Ne acı değil mi? Avrupa da çaresiz, ABD de çaresiz, Türkiye de çaresiz, KKTC de. Ve AB, Rumların temsiliyetiyle Kıbrıs'ı bağrında taşıdığını zanneder.

Sabah sabah içimi kararttın ya Hristofyas, tanrı senin de içini karartsın. Sen de AB'nin koynunda üvey evlat ol. Ne olursan ol, yine gelme KKTC'ye. Yine gelme Türkiye'ye.

13 Temmuz 2009 Pazartesi

Yok mu Nabucco'ya gaz veren


İşte o büyük gün. Asya kıtasından Avrupa’ya doğalgaz taşıyacak 8 milyar dolarlık Nabucco Projesi’nde hükümetlerarası anlaşma resmen imzalandı. Başbakan Tayyip Erdoğan, Nabucco’nun Türkiye dışındaki tarafları Romanya, Macaristan, Avusturya ve Bulgaristan’ı başbakan düzeyinde Ankara’da ağırlıyor. Nabucco’nun doğrudan tarafı olmasa da Irak Başbakanı Nuri El-Maliki de burada. Neredeyiz? Atatürk Bulvarı’nın en kilit noktasına son dönemde krallar gibi kurulan Rixos Oteli’nde. Tanrım, ben yine milyonlarca kopyası varmış izlenimi veren bodyguard’ların arasından kelebek gibi sıyrıldım. Amerikalılar, Avrupalılar da Nabucco için buraya akın edince, Ankara’nın gözdesi Rixos’a bodyguard’lar yağmış ama etrafı seyretmekten başka da yaptıkları birşey yok. Güvenlikçi mi olsaydım ne? Neyse, bugün onlarla takışmadığım için mutluyum.

Şimdi Ezgi söyledi. Tam yerli-yabancı 340 tane gazeteci Nabucco için çalışıyor bugün. ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Matt Bryza, yanmış görüntüsündeki kıpkırmızı suratıyla gazetecilere en çok yardım eden isim. Kim soru sorsa, hemen yanıtlıyor. En çok üzerinde durduğu konu da İran. Türkiye’nin Nabucco’ya gaz vermesi için uğraştığı İran’ı, Bryza iplemiyor bile. “Projenin ortağı değil. İran’a ihtiyaç yok” deyip, geçiştiriyor. ABD-İran sürtüşmesi, Nabucco’dan gazetecilere çok iş çıkartacak gibi görünüyor. İran’lı yetkili yok ortada ama İran’lı gazeteci var. Kardeş kardeş çalışıyoruz, basık ve bulanık basın odasında. Ezgi telaş yapmasa, belki daha rahat çalışacağız ama onun o heyecanlı telaşı bana gazetecilikteki ilk günlerimi hatırlattıkça, gülümsüyorum.

Bir de Rusya meselesi var. Türkiye, davet etmişti Rusya’yı buradaki imza törenine, hatta ‘bir gelen olur’ diye ülke bayraklarının sıralandığı duvar kenarına Rusya bayrağı bile yerleştirilmişti. Ama gelen yok. Avrupa’ya zaman zaman ‘doğalgazı keserim haaa’ tehdidi savuran Ruslar, çoktan Nabucco’ya ‘bye-bye’ demişler. Avrupa aksini savunsa da, Rusya “gaz tekelimi kırdırmam” diyor.

Tamam, Irak Nabucco’ya gaz vereceğini söylüyor ama 15 milyar metreküp. Peki, Nabucco’dan geçmesi öngörülen 31 milyar metreküplük gazın diğer bölümü nereden sağlanacak. Enerji Bakanı Taner Yıldız’a sordum, o da bilmiyor. Bu iş ‘uzun vadeliymiş. Nabucco’ya gaz sağlama sorumluluğu da sadece Türkiye’nin değilmiş’....Burada ‘miş-mış’lı bölüm çok.

“Nabucco gazlandı da, gazsız olmasın” diye geçirdim içimden. Günboyu Rixos’a kapanmak da çok sıkıcı oldu. Bu Rixos’ta şöyle bir hava var. Kocaman bir tarlanın içindesiniz ve herşey tarlanın muhtelif yerlerine saçılmış. Bul, bulabilirsen. Eskiden, gazetecileri bu tür basın odalarında beslerler, sularlardı. Ama biz kuruduk. Gidip, bir yerlerden gaz mı bulsak ne...Nabucco’yu bilmem ama Selahattin Sönmez’den aldığım şu güzelim fotoda harıl harıl çalıştıkları görülen gazeteci arkadaşlarım kuruyup, gidecek yoksa....

11 Temmuz 2009 Cumartesi

Bana da bak Obama


Fotoğrafı görür görmez, Sarkozy'nin hin bakışları altında asaletin Obama'nın üstünden nasıl damla damla aktığını düşündüm. Bakışlarını yukarıdan aşağıya indirdiği anda merdivendeki kızın poposunu yakalamış Obama'nın gözleri, hiç de öyle popoya kilitlenmiş de, salağa dönmüş halde değil. Kadın poposuna yapışmayı seven, yapıştıkça salaklaşan havadan eser yok Obama'da. Popoyu yakalayan gözlerin bir saniye sonra etraftaki diğer objelere mükemmelce kayacağına eminim. Nitekim, Obama'nın G-8 Gençler grubunun Brezilyalı 16 yaşındaki delegesi Mayara Tavares'e arkasından bakarken görüntüsünün videosunu izleyenler, Obama'nın basamaklarda olduğu için genç kızın ayaklarına dikkat etmeye çalıştığı izlenimine de kapılıyor.

Fotoğrafın üstüne videoya gerek var mı? Yok tabii. Obama'nın da popoya bakma hakkı niye olmasın ki? Baksın adamcağız. Bu bakışlar onun ne kadar doğal olduğunu ortaya koymaz mı? Yani biz hep Obama'yı cinsel kimliğinden sıyrılmış fotoğraflarla mı görmek zorundayız? Popoya bakılınca nasıl bakılır? Hangi bakış iğrençtir, hangi bakış asildir? Obama tarzı bakış, kadınların midesini bulandıran "Oooy anam, yerim seni" bakışının kaç kilometre uzağındadır? Böylesi bakışın asaleti olabilir mi?

Ben, soru üstüne sorular sıralarken kafamda, cep telefonumu çaldırıp beni pazar günü havuz keyfine davet eden 'süper vücut' dünya güzeli kız arkadaşım, "Oooh be....Obama budur işte. Gerçek erkek. Saman altından su yürütmüyor. Görmüş bir popo, gözü takılmış, nolmuş" deyiverdi. Benim de kanımdaki 'bakılası kadın', "Bana da bak Obama" diye seslendi. Böyle seslenince olmuyo tabii, ortam denk gelecek ki, Obama bana da bakacak.

Küresel ısınmayla mücadele adımlarının atıldığı, yoksul ülkelere üç yılda 20 milyar dolarlık yardım yapılmasının kararlaştırıldığı İtalya'daki G8 zirvesinden de hatıralarda bu fotoğraf kalıyor. Obama'nın fotoğrafına birçok kadının "İyi aile babası, düzgün adam imajı zedelendi. Yapılır mı bu" diye kızdığı da haber olmuş gazetelere. Oysa ki bu kadınların 'bakılası popolar' için yoga, pilates, kinesis, aerobic soslu kardiyo çalışmalarında helak olduğuna şahidim. Benim fırsat buldukça kaçtığım spor salonum Renewa'da erkeklerden çok kadınlar var. Yarın havuzda da erkeklerden çok kadınlar olacak. "Canım, erkekler baksın diye değil güzel popo çabamız" diye çoğu zaman konuya açıklık getirdikleri de oluyor bana ama "Şöyle asalet dolu bir bakış da motive etmez mi kadınları" dediğimde, hiçbirinden 'gık' çıkmıyor. Üüüüüüüf,,,,bu 'Popo ve bakış' meselesi çok yorucu değil mi yaaaa....Bakanınız çok olsun. Bakarsa baksın, Obama baksın!

8 Temmuz 2009 Çarşamba

You're always in my heart


Öldüğünü öğrendiğimiz haftasonu Victoria, Wes ve ben televizyonun başından kalkamamıştık. Ben "Michael, sen ölemezsin" diye iç geçirirken Victoria, Michael'ın ünlü dans figürlerini ardı ardına tekrarlıyor, Wes donuk gözlerle televizyon ekranına bakıyordu. "Beat it", Victoria'ın favorisiydi. Çocukluğunda televizyon ekranından Michael'ı tıpa tıp kopyalamış, müthiş dans figürleriyle hayatına renk katmıştı. Michael beyazlaştıkça Victoria kendine sürekli "Hiçbirşey siyah-beyaz değil. Böylesi ayrımlar çok yaralayıcı" demişti. O yüzden Michael siyah mı, beyaz mı diye hiç tartışmadık, gün boyu en sevdiğimiz videolarını izlerken. Homoseksüel olup, olmadığı da bizi ilgilendirmiyordu, ilaç alıp almadığı da. Böylesi yaratıcı bir deha, kalbimize gömülmüştü işte. O, herşeyiyle Michael'ımızdı.

Benim bir "I'm BAD" tişörtüm vardı, ortaokuldayken. Hatta, Pepsi'nin promosyonuydu o zamanlar bu tişörtler. Tişörtümü geçirip sırtıma Michael gibi dansetmeye çalışırdım saatlerce. Arada durup, kendime "Ne diyor, bu adam. İnsan kendi kendine kötü olduğunu söyler mi" diye kafa yorardım. Evet, Michael Jackson söylemişti, kendi kendine kötü olduğunu, söyleyebilmişti. Sahi, hepimizin içinde iyilik kadar kötülük de vardı işte. İçimizdeki tüm kötülükleri dışa vuran bu adam, kötü'nün değil cesaretin simgesiydi.

Ölümünün üstünden bir hafta geçmesinin ardından da sadece Los Angeles'a değil, tüm dünyaya coşkulu bir yas töreni yaşatan yine Michael'dı. Cenaze törenini izlemek için bilet alma şansını yakalayanların gözlerindeki heyecanı, Michael için şarkı söyleyenlerin yüzlerindeki gerçekliği izledikçe, bize gerçekleri hatırlatıp, yaşatanlar için şarkı söyledim. Michael gibi söyledim; çok gerçekçi, çok içten...

".....In my anguish and my pains / Through my join and my sorrow / In the promise of another tomorrow / I'll never let you part / For you're always in my heart..."

6 Temmuz 2009 Pazartesi

İngiltere çevreciyse, Türkiye de çevreci


AB Dönem Başkanlığı'nı 6 ayrılığına devralan İsveç'in iklim değişikliğiyle küresel mücadeleyi dış politikadaki temel önceliği yaptığını daha önce size en ince ayrıntısına kadar yazmıştım. Çöpü, havayı, suyu, kömürü, gazı, petrolü adam gibi değerlendirmeyi kafaya takan sadece İsveç değil arkadaşlar. Bu kez, burnumuzun dibinden bir örnek vererek dudaklarınızı uçuklatacağım. Bunu, birileri havaya girsin diye değil, biz Türklerin havamızın, iklimimizin, enerjimizin kıymetini daha iyi bilelim diye yapacağım. Elalemin İngiliz'i yapıyorsa, biz de yaparız. Hem de daha güzelini yaparız. Haydi Türkler kollarınızı sıvayın.

Bakın, şöyle olmuş. Birleşik Krallık'ın yakışıklı Dışişleri Bakanı David Miliband, iklim değişikliğiyle mücadeleyi dört dış politika önceliğinden biri saymış, bunun için özel bir fon yaratmış. İklim değişikliğiyle mücadele edecek ülkelere de bu fondan destek sağlamayı görev bilmiş. Güzel haber: Türkiye, İngiltere'den gelecek böylesi bir finansal destek sayesinde 'iklim değişikliği ulusal eylem planı' oluşturmaya başladı. Bu planın yıl sonuna kadar tamamlanması, planın da Türkiye'nin güneşten, sudan, havadan, gazdan, kömürden nasıl daha verimli yararlanacağının ayrıntılarını göstermesi, iklim değişikliği konusunda 'nasıl adam olunur'un Türkçe'sini dillendirmesi hedefleniyor.

İngiltere, Türkiye'ye böylesi cömert bir desteğin yanısıra, 'parlak fikir ve kıskanılası uygulamalarla' da karşımıza çıkıyor. Her İngiliz Büyükelçiliği çalışanının çevreye yaptığı kötü etkileri (çevresel ayakizlerini) azaltmak için harekete geçilmiş haberiniz olsun. Ankara'daki büyükelçilik binasındaki düzenlemeleri de 'ideal örnek' diye sunma niyetindeler. Elçilik bahçesindeki havuzu güneş enerjisi paneliyle ısıtmaya, Türkiye genelindeki yeşillendirme çalışmalarının yönetimi için tam zamanlı çevre uzmanı çalıştırmaya çoktan başlayan büyükelçilik yönetimi, elçilik konutunda yağmur suyu biriktirme sistemi kurup, bu yılki su tüketimini yüzde 5 oranında azaltmayı planlıyor. Plan çok: En ekonomik ışıklandırma sistemi benimsenip bu yılki enerji tüketimi de yüzde 5 oranında azaltılacak. Daha ekonomik ulaşım araçları tercih edilecek, özel arabaya daha az binilecek. Nasıl mı? Taksi değil de havaalanı servisleri kullanılacak örneğin.

Bir güzel haber daha: İngilizler, örnek almak için gerçekten doğru seçim. İsveç dahil diğer ülke yabancıları, çevre için yaptıklarını bana anlatırken, her defasında "Siz Türkler, nasıl da hoyratsınız çevreye karşı. Çocuklar, okulda bile ellerine ne geçirirlerse sokağa atıyorlar. Çöp kavramınız bile yok" diye hissettire hissettire Türkleri aşağılama çabasından hiç geri durmadılar. Başardılar mı, hayır. Ama İngilizler gerçekten hayranlık uyandırıcı. İngiliz Büyükelçiliği Müsteşarı Giles Portman, büyükelçilik binasındaki gelişmeleri sıkılmadan anlatırken, Türklerle işbirliğinin önemine de çok içten vurgular yaptı. Çevre için ortaklık olsun diye el uzattı. Olsun tabi Giles, olsun. Türkler, gerçekten kendilerine samimi yaklaşanların ellerini tutuyorlar.

4 Temmuz 2009 Cumartesi

Taygan Abi'cim, nerdesin?

Şimdiye çoktaan karpuzu, kavunu dilimlemiştim. Tertemiz bir meyve tabağı yapmıştım. Tatlı tatlı, tadını çıkarıyorduk güzelim bir temmuz akşamının. Sen, gözlerini dikmiş bilgisayar ekranına, bir cin titizliğiyle tararken satırları, ben bana verdiğin haber ödevlerini gözden geçiriyordum uysal uysal. Ödevlerimi bitirmeden, haberleri doğru dürüst yazmadan kapıdan çıkıp gitmem yasaktı. Zaten, hiç gidesim yoktu ki, ofisten. Hararetle haberleri tartışır, arada bana dönüp "Kızım, siz sabah gündem toplantısında konuşmandınız mı bu haberleri nasıl toparlayacağınızı" sözleriyle başlayan sert çıkışlarının ardından, 'büyük gazetecilik' dedikodularına girerdik. "Ama Taygan Abi" dememe hiç meydan vermeden, bana saatlerce üzerinde uğraştığım bir haberi yeni baştan yazdırırdın. Şimdiye çoktaaan o haberin üçüncü versiyonunu bitirmiştik.

Beni kızdırır, sonra bir ara 'çok iyi gazeteci olacaksın da, bir fırsat verseler' deyip güldürür, bir bira içmemin ardından da "Mezarlıklar, manşet yazan gazeteci dolu" çıkışı yapar hüzne boğardın. Şimdiye çoktaaan, doyumsuz bir gece nöbetinin giriş bölümünü tamamlamış olurduk. Saatler 21.41'i gösterdiğine göre, benim de senden izinsiz ofisi terkedemeyeceğime göre, gazete de henüz basılmamış olduğuna göre yeni bir haber yazabilirdik. "Yine mi haber" isyanındaki ben, senin buzla serinlettiğin rakından bir yudum alışını gördüğüm andaki hayranlığımla, içimdeki isyanı bastırır, "Tamam Taygan Abi, yazarım ben bir daha" çığlığı bile atardım.

Üff yaa, Taygan Abi nerdesin! Niye şimdi bu gece nöbetini sensiz tutuyorum ve niye bu nöbetin hiç tadı tuzu yok. Sanki sen varmışsın gibi yaptığım her numara boşa çıkıyor. "Telefon çalsa, koşsam heyecanlansam" diyorum, ofisteki ürkünç sessizliğe çarpıyorum. Kebap 44'ten tavuk şiş söyledim, çok yavan. Senden sonra, tuzlu fıstıklarla nöbet hiç geçiremedim zaten. Hepsi çok bayat çook..! Bak, senin dediğin gibi yaptım, haber ajanslarını kontrol ettim bir bir. Tek satır göremiyorum, haber değeri taşıyan. "Yoksa, ben yorgun muyum?". Sana da sorardım böyle. Sen "Sabah uyandığında koşa koşa gelirsin" dalganı yayar üzerime, yorgunluğumu zehirlerdin. "Sen olmadığında, ben nasıl nöbet tutacağım" sorumun üzerine beraber kafa yorduğumuzda, sonuca sen ulaşmıştın. Demiştin ki; "Ben olmadığımda, sen olacaksın."

Taygan Abici'm. Burdayım ve seni çoook özlüyorum. Merak etme, Radikal'in tüm hatıralarını da yazacağım, hem de bir bir. Hatıralarımızı yaşatacağım. Bana bir satır öğretenlerin ardından özlemle, saygıyla eğileceğim, tıpkı bu gece olduğu gibi. Taygan Abi'cim, "tamam, tamam uzatmayacağım", ölümünle uğraşmayacağım.

3 Temmuz 2009 Cuma

Kriz içindeki resepsiyonlar


Dünya dört bir koldan çözüm arıyor ama tünelin ucu ne yazık ki görünmüyor. Ekonomik kriz, aldı başını gidiyor. Ankara'daki görkemli kutlamalar, törenler, resepsiyonlar, yıldönümleri son buldu. Kim renkli bir tören yapmaya kalkışsa 'bütçe duvarı'na çarpıyor.

Kraliçe Elizabeth'in doğumgününü milli gün olarak kutlayan İngilizler, bu yıl onlarca çeşit ve bollukta yemek, meyve, tatlı sunamadı davetlilerine. Kendi ülkelerinden bir şarkıcıyı getirip, İncek'teki görkemli rezidans bahçelerinde milli gün kutlaması yapan Kanadalılar, bahçeyi dolduran onlarca davetliyi aç bıraktı. İngiliz ve Kanada bahçelerinde aç kalan diplomatların, gazetecilerin, siyasetçilerin hem gözünü hem de karnını doyuran İsveç oldu. AB dönem başkanlığını alma onuruna büyükelçilik bahçesinde özel bir İsveç aşçısının elinden çıkma zengin balık menüsü sunan İsveç büyükelçiliği, 6 aylık dönem başkanlıkları boyunca cömertlikten geri durmayacağa benziyor.

Peki, ya Amerika'ya ne demeli. Krizi en çok onlar yaşıyor, onlar hissediyor. Bağımsızlık günü kutlaması için akın akın ABD Büyükelçiliği'ne koşan Ankara'nın 'high society'si büyük düş kırıklığı yaşadı. Tüm Ankara'nın büyükelçilik bahçesine nasıl akın ettiğini, kapıda nasıl uzun kuyruklar oluşturduğunu, Altan arkadaşımın kamerasından çıkan yukarıdaki fotoğrafta göreceksiniz. "Hilal, yaz bak" diye isyan eden diplomat ve siyasetçi tanıdıklarım dediği için yazmıyorum. Evet, ben de gözlemledim. Onlarca sponsor olmasına karşın, kimse Amerika'nın ne ünlü donot'larından yiyebildi ne de hotdog'larından. Patates'i bırakın, kokusu bile yoktu ortalıkta. Kalabalık müzik grupları coşturmadı güzelim büyükelçilik bahçesini. Aç kalmak bir yana, saat 21.00'i gösterdiğinde bahçeyi terketmek zorunda kalan davetliler, "Nerde, havai fişekler" diye soramadan edemedi. Kriz içindeyiz, kriz. Lale devri sona erdi. Haberiniz olsun.

2 Temmuz 2009 Perşembe

Ahmet Ümit, Elif Şafak ve Mevlana














Ben Orhan Pamuk'çuydum. Pamuk'un derin, dalgın, hülyalı ve kayıp satırlarından sonra Elif Şafak'ı okumaya her kalkıştığımda yavanlık hissine kapılırdım. Sonra bir baktım, herkesin elinde pembe kaplı bir kitap, hem de adı "AŞK". Gazete sayfalarında boy boy AŞK reklamları, kitapçılarda dizi dizi AŞK yığınları. "Noluyoruz kuzum" demeye kalmadı, yaşamın ve dünyanın en derin sularında hissederek dolaşmanın erdemliğine erişmiş yaşam koçum "Oku da bak, hem Mevlana var" dedi önce, sonra da eklemeden edemedi: "Kitabı Şafak mı yazmış, yoksa Mevlana mı. Hem insan, aynı kaynaktan esinlenen iki romancıdan hangisinin daha romancı olduğunu Şafak'la, Ümit'i ardı ardına okuyunca daha iyi anlıyor. Mevlana hikayesinde romancı Ahmet Ümit'tir.."

"Nice insanlar gördüm, üstünde elbise yok. Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok"

Çarpılmayan, içi yarılmayan olabilir mi bu dizelerin üstüne. İslam ve tasavvuf dünyasında tanınmış Fars kökenli (kimi araştırmacıların iddialarına göre Tacik) şair, düşünce adamı ve Mevlevi yolunun öncüsü olan Mevlana Celal-ed-Din Muhammed Rumi'nin bunun gibi 25 bin 700 beyiti vardı dünyaca ünlü Mesnevi'sinde. Bunun anlamı binlerce AŞK'tı. Binlerce Mesnevi dizesinden bir tane duymuş, okumuş ama devamını getiremeyen için Elif Şafak, güzel bir derleme yapmıştı.

Mevlana'nın, Tebriz'li derviş Şems ile karşılaşmasından sonra AŞK'la yoğrulan hayatı bugün tüm dünyanın ilgi alanında. Bir de bu hayatın, kendi hayatımızla karşılaştırılması, mutsuzluklarımızın nedenlerine, varlığımızın anlamına gönderme yapılması, içinden çıkılmaz sorgulamalarımızın sonuca bağlanmasında yarattığı matematiksel formüller üretmesi var. İşte; Mevlana'daki düğüm de buradaydı. Hayatın sorgulamalarını, aşkın çeşitli hallerini, yokluğumuzu, hiçliğimizi, dağınıklığımızı Mesnevi'deki binlerce beyitten alıp bir düzene sokabilirdik ya da bu hissi yaşayabilirdik. Şafak da, böyle bir düzenleme yaptığı için takdiri hakediyor. Ama Ahmet Ümit, sadece Mevlana ile derviş Şems'in hayatına yaptığı göndermelerle kalmıyor, 700 yıl önceki hayatla bugünkü hayat arasındaki köprüleri ince ince kuruyor romanında. Mevlana'ya, Şems'e yeni bir elbise giydiriyor ya da giydikleri elbisenin içinde yaşayan insanı bize, kendimizin gözünden gösteriyor. Bizim soyutladıklarımız somut bir kimliğe bürünüyor. Romancı, "Aktarıcı değil romancıyım" diyor "BAB-I ESRAR" da...."

Her ikisi de okunsun, karşılaştırması yapılsın" diyen ben, bugünlerde her iki kitabın da izini süren bir sürü Avrupalı, Amerikalı olduğunu öğrendiğimde sevinçle doldum. Mevlana tabii ki yaşayacak ama Türk romancıları da "Yaşasın, yaşasın..YAZSIN"

Öne Çıkan Yayın

Aradığınız sakinliğin adresini veriyorum : Göynük

Kaçıp, gitme dürtüsünün içimizi günde milyon kez yokladığı, dahası içimizi zonklattığı dönemler bunlar. Hep bir mayhoşluk, hep bir serse...