30 Ekim 2009 Cuma

Evet. Döndüm...


Evet, döndüm. Hem de şu yukarıda gördüğünüz mis gibi Amerikalı kocamı arkamda bırakarak döndüm. Tadı damağımdan hiç gitmeyecek bir aylık Amerika seyahatimin üstüne Ankara’ya döndüm. “Niye döndün, niye döndün?” Benim Amerika’da aslen ne yaptığımı merak eden ama umursamaz elbisesini giyinip de, sahnede dökülen etrafımdaki onca insanın sorduğu ilk soru buydu ne yazık ki. Israrla, iğnelercesine yöneltilen bu sorular, tabii ki gerçek bir soru niteliği taşımıyordu. Kimi, “Delisin sen, mis gibi Amerika bırakılıp, Türkiye'ye dönülür mü”, kimisi “Ankara’da ne yapacaksın şimdi”, kimisi “Bulamadın mı birini. Bulsaydın, kalsaydın”, kimisi de “Biz gidemedik-kalamadık, bari sen kalsaydın. Yazık sana” türünden deli saçması mesajları içeriyordu. Bu mesajları veren insanların, (onlar beni kendilerinin arkadaşı sanıyor oysa) asla benim neden ve ne amaçla Amerika’ya gittiğimden, niye döndüğümden, bir başka ülkeye nasıl ve neden yerleşildiğinden haberleri yoktu, zaten hiç olmamıştı. Küfür ede ede yaşadıkları bu ülkede ne yaşadıkları sıkıntının sıkıntı, ne yakaladıkları mutluluğun mutluluk olduğunun ayrımına varmışlardı. Hedefsiz, amaçsız, rastgele insan topluluğu...Yazık, ne yazık ki bu insanlar benim güzel ülkemin insanları…hatta gazetecileri, hatta yöneticileri, hatta okumuş-yazmış üst tabaka şahsiyetleri….

Bir de benim güzel ve duyarlı arkadaşlarım vardı. Hepsi burnumda tüten. Amerika seyahatinin her durağında onlar için yazdığım blogumu satır satır okuyan, meraktan bana nerdeyse her gün mesaj atan arkadaşlarım. Sanki bunları yazmama neden olacakmış gibi, Washington’da telefonumu kaybetmiştim. Onlarca telefon numarası uçup gitmişti hayatımdan. Ama bak, Ankara’ya döndüğümden beri benimle görüşmek için telefonumu aralıksız çaldırıp, beni merak eden, konuşmak için sıra bekleyen, yol yorgunluğunu-saat farkını üstümden attım mı, atmadım mı diye endişelenen ve gerçekten “Amerika nasıl bir yer. Nedir fark. Hilal, ne öğrendin” diye çırpınan güzel ve duyarlı arkadaşlarım, dostlarım. Hepinize kocaman bir “Hoş bulduk” diyorum.

Daha dün, çok sevdiğim “Beyaz Adam”la konuştuk. Bizi bu zorluklar ülkesi Türkiye’ye bağlayan neydi ki. Ne evliydik, ne çocuklarımız vardı. Evet, biraz ağır da olsa ailemizi, işimizi, arkadaşlarımızı geride bırakıp, Amerika’ya uçabilirdik. Ama ne için. Orada yeniden düzen kurmak mümkün müydü. Bu iş, önceden planlanmışsa, mümkündü. Ne yapacağımızı bilerek gidiyorsak herşey mümkündü. Türkiye’de çok çalışıp da, Amerika’da çalışmayacağız aldatmacasına tabii ki kapılmamalıydık. Tabii ki elimize fırsatlar geçtiğinde değerlendirecektik, altyapımıza, geleceğe bakış açımıza göre. Yani, her şeyin bir kitabı, bir hesabı vardı.

Bu ülkenin, Türkiye’nin ham demokratik yapısıyla hepimizi üzdüğünün farkındayız. Hayata ne kadar yüzeysel bakıldığının, sıfatların-sınıfların ne kadar meta gibi alınıp-satıldığının, içi dolu ne kadar değer varsa, özenilerek boşaltıldığının acısını ince ince yaşıyoruz. Ama bu acı hissi değil midir biraz da bize farkımızı gösterip, mutluluk yolunu açan. Sahte ve yalancı insanların her gün uyumadan önce ertesi günkü rollerini ezberlediklerini, boyalı aşıkların gizlenerek yaşayıp, ekmek parası uğruna aşklarını öldürdüklerini hepimiz bilmiyor muyuz. Bırakın, kimisi bedenini satarak kariyer basamaklarını tırmandığını zannetsin. Bırakın, kimi kendisinden akıllı işçisini ezdiğini sanarak marifetini ortaya koysun. Bırakın, kimi sahte parası, evi, ailesi, işi ve aşkıyla mutlu olduğunu zannetsin. Bırakın, bırakın, bırakın….Siz, kendinize bakın. Kendi yaratıcılığınıza, kendi değerinize, kendi samimiyetinize….

Her türlü ilişkide en önemli şey insanların birbirine dürüst olması demişti bana Amerika’daki sevgili kocam Jim…. Böyle olduğu için aradan bir yıl geçmesine karşın, arkadaşlığımıza, çılgınlığımıza, deliliğimize, gay liğimize kaldığımız yerden devam edebilmiştik. Amerika’da olmak mı, Türkiye’de mi? Sorusunun devamını getireceğim elbet…Hadi bakalım…..Samimiyetinize….Cheers…!!!

Hiç yorum yok:

Öne Çıkan Yayın

Aradığınız sakinliğin adresini veriyorum : Göynük

Kaçıp, gitme dürtüsünün içimizi günde milyon kez yokladığı, dahası içimizi zonklattığı dönemler bunlar. Hep bir mayhoşluk, hep bir serse...