25 Şubat 2010 Perşembe

Bond çanta, Sharon Clark, Büyükelçi Jeffrey, Melis Sökmen... Jazz never ends

Ankara’da ‘bond çanta’ devrine girilmiş, ben halen caz konserlerinde boy gösteriyorum. Oysa ki cümle alem, öğleden beri o bond çantalarda neler olduğunu öğrenmek için çırpınıyor. Tamam itiraf ediyorum, ben de çok çırpındım ama fayda yok. Kolay tabi, Ergenekon demek, tutuklu askerler demek, darbe olacak mı olmayacak mı diye fal açmak… Nerde, ayrıntılar nerde…Durun, ben şimdi şu güzelim caz konser programımı da bir tamamlayayım, darbe olaylarının ayrıntısına daha bir heyecanlı giriş yaparım belki.

Fotoğrafta yanımda duran kara kadın var ya, tam bir efsane. Washington’un önde gelen Afro-Amerikan kadın vokalistlerinden Sharon Clark. Ödüllü bir caz sanatçısı. Dünya çapında konserler veriyor. Bu kez Amerikan’ın Ankara Büyükelçisi James Jeffrey’in evinde bizim için söyledi. Ama ne caz. Gerçek caz. Yüzde yüz caz. Kendisine de bizim cazdaki meşhur ismimiz Melis Sökmen eşlik etti. Arkada nefis bir orkestra var. Davul; Emre Kartari. Lyle Link; saksafon. Bu çikolata tadındaki saksafonu bir daha yemek isteyenler Cuma akşamı Türk Amerikan Derneği’nin yolunu tutacaklar. Kendisi orda olacak. Hem de Sharon Clark ve diğerleriyle. Piyano’da Skip Gailes. Bas: Matthew Hall.

Evet mutsuzum. Fotoğrafta, kara kadın ve ben çok yalnız kaldık. Ama ne mümkün, tüm orkestrayla ve Melis Sökmen’le fotoğraf çektirmek. Büyükelçi Jeffrey’in evindeki tüm konuklarla tek tek ilgilenmek zorundalar. Tıpkı, tüm Türkiye’yle ilgilendikleri gibi. Şehir, şehir gezip konserler veriyorlar birlikte. Kim demiş, yurdum insanı caz sevmez diye. Kara kadın, kara cazcı Sharon Clark diyor ki: “Türkler bize bayılıyor, biz de Türklere”.. Şu bond çanta işini geçersek, galiba ‘olduk’ biz, ‘olduk’… Türkler olarak, topluca ‘olduk.’

Bu orkestra ve kara kadın için aslında ‘Sharon Clark Beşlisi’ diyorlar. Ben de öyle desem iyi olacak. Nassı bir güzel tat, nassı güzel bir tını bıraktınız da kulağımızda, içimizi açtınız. Karalar içindeki ben, bırakıyorum yarından itibaren ‘Back to Black’ şarkısını söylemeyi. Tamam söyleyeceğim: I love your smile…

Büyükannesi Afrikalı olan Melis Sökmen, önümüzdeki hafta İzmir’e gidip konser vereceklerini anlatıyor heyecanlı, heyecanlı. Türk dinleyicisinin duygusallığı, hem Sharon Clark’i hem Melis’i mestediyormuş, Siz de bizi mestettiniz tabii. Büyükelçi Jeffrey diyor ki, “Yarın akşam Türk Amerikan Derneği’nde buluşalım”…. Why noooot… Niçin olmaz ! Ah Victoria, keşke sen de gelebilsen...

Türkiye’de yargı, hükümet, asker savaşının tam can alıcı noktasında çantalar açıldı bugün. Hem Başbakan Erdoğan hem de Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ aldılar bond çantalarını ellerine Çankaya Köşkü’ne çıktılar. Cumhurbaşkanı Gül, 3’lü zirve yaptı savaşın ortasında. “Savaş bitti mi” sorusundan kurtulamıyordu caz konserine gelenler. “Savaştan pek emin değilim de, sanırım caz hiç bitmeyecek” dedi, adının açıklanmasını istemeyen üst düzey bir haber kaynağı…. ! Caz bitmeyecek…

24 Şubat 2010 Çarşamba

"Şiddetin ne hoooooş.... Amerika... !"

"Şiddetin ne hoooş. Ne güzel şevkatin. Sevdikçee, sevesimmm geliyooorrr"... Ooof, of. Şimdi, "Nerdesin Levent Yüksel? Nerdesin Beyoğlu Hayal Kahvesi?" diye kafamı bilgisayara, duvara vurasım var ama yeri değil. İyi de, nedir bu şarkı? Bak, bak! Nasıl da güzel söylüyor: Fırtınaaaam, felaketim, hasretimmmm... Şarkı İran'dan geliyor arkadaşım. Ben, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEK) diyorum, o tutturuyor Amerika diye. Şiddetin de, şevkatin de kaynağının Amerika olduğunda ısrar edip, şarkıyı sürdürüyor: Şiddetin ne hoooş....

Ne uğraşacağım ya. Memlekette asker-sivil-yargı birbirine girmiş, kimin ne yaptığını merak eden gözlerde ülkenin geleceğine dair fer kalmamış, ben de oturup İran'a nükleer açıklamalarda bulunacağım. Haddime mi düşmüş. İyi ki de, bir kalkıp Amerika'nın Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu'ndaki(UAEK)temsilcisi Glyn Davies'in Türk Dışişleri'nde yaptığı toplantılardan sonra Türkiye'nin entellektüelleriyle gerçekleştirdiği yuvarlak masa toplantısına katılmışım. Neymiş efendim, toplantıda ne olup bittiğini, önüne geleni 'ti-ye' almakta başarılı İran'lı diplomata anlatacakmışım. Toplantıdan çıkanları, okuduğu haberlerden tam da anlamamış, ya da anlamıyormuş gibi yapan bu arkadaşa kısa bir özet geçerken üstünde durduğum en önemli mesaj, Amerika'nın İran'a baskı konusunda 3. ve son kırmızı düğmeye bastığıydı. Glyn Davies'in mesajıydı bu: "Şimdi, İran'a aktif olarak baskı aşamasında olmalıyız"

Bir taraf tutturmuş 'nükleer faaliyette, faaliyet" diye, bir taraf tutturmuş "Yaptırım da, yaptırım" diye. Algı böyle. Ama diyor ki Amerika'lı Davies, "Biz burada sadece Amerika adına konuşmuyoruz. Uluslararası toplum adına konuşuyoruz. Sadece biz değil, tüm dünya rahatsız İran'dan." Ama neden toparlanılıp da, bir türlü yaptırıma gidilemiyor. İran'lı taraftan "Birlik görüntüsü yalan. Sorun bakalım; Rusya, Çin yaptırımdan yana mı.." Oooo, bir de güzelim Türkiye var. Diplomatik çözüm ustası Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu var. Çalışkanlığıyla sınır tanımıyor. Tutturdu, krizi çözecek. Bir çözse de görsek, keşke. Böylesi bir Davutoğlu'muz var. Kendini Türkiye ve çevresindeki olup bitenleri anlamaya adamış İngiliz bir diplomat arkadaşımın dilinden, "Hiç uyumayan. Dünyayı kurtaran adam o." Offff... nedir bu nükleer kriz... O taraf, bu taraf, beri taraf...Yoksa bende mi takılsam, şu İran'lının şarkısına.... "Şiddetin ne hoooooş,,,,ne güzel şevkatinnnnn....."

19 Şubat 2010 Cuma

No Erzurum, No Erzincan... I'm in love with jazz in Banana Republic

Neyse ki, bir 'ilk görüşte aşk' tekrarıyla yumuşadı da ruhum, bütün kimyamı ele geçirmek üzere olan 'muz' tadından kurtuldum. Çürük muz tadı çekilir gibi değil. Ey aşk, sevgili aşk ! Sen her yerde her zamanda kutsalsın, ama 'muz cumhuriyeti' memleketimde daha bir kutsalsın.

"Muz cumhuriyeti" deyip de, haksızlık mı ediyorum güzelim memleketime diye acı acı sordum kendime üstelik günlerdir. "Hilal, bu ne karmaşa. Neler oluyor" sorularına makul ve mantıklı yanıtlar vermeye çalıştım. Sorular bir o kadar yabancı, bir o kadar iğneleyici geliyordu benim her 'kem-küm' açıklamamda. Olmuyordu işte, olmuyordu. Ne dedi, devletin başı? Nasıl yorumladı, Cumhurbaşkanı Gül hazretleri?: "Çıkmaz sokak."

Şu an itibariyle 'özel yetkisi' yok artık onun. Ama daha haftabaşında vardı. Bal gibi vardı. Erzurum Özel Yetkili Başsavcısı Osman Şanal'dı o. Bir soruşturma başlattı, Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner'i didik didik aratıp, tutuklattı. Bir Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) var. Acilen toplandı, bu garip durum üzerine. Başsavcı Osman Şanal'ın 'özel yetkileri'ni elinden aldı. Sonra, savaş çanları. Adalet Bakanı Sadullah Ergin, Başbakan Erdoğan'la görüştükten sonra dedi ki, "HSYK'nın kararı anayasa ve yasalara aykırıdır. Ortada hukuksuzluk vardır." Sonra, konuşan konuşana. Konuştukça çeşit çeşit incilerine şahit olduğumuz Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, HSYK'yı suçlayıp Türkiye'nin 'yargıçlar devleti' olmadığını söyledi. HSYK Başkanvekili Kadir Özbek, adalet bakanının 'kurulu bir zemberek' gibi konuştuğunu. Haaa, onun da sözü var. Muhalefetin ünlü sesi Deniz Baykal'ın. Sevmiyor bu hükümeti. Diyor ki, "Tetikçi yargıç ve savcılar istiyorlar."

Hukuk muş. Demokrasi ymiş. Hukuk muş. Sivil demokrasi ymiş. Siz şimdi hepiniz; hükümet olarak, muhalefet olarak aklı başında insanların size güvendiğini mi düşünüyorsunuz. Tabii gülersiniz, tabii böyle anlamsız anlamsız konuşursunuz, "aklı başında kaç tanesiniz" diye yargılarsınız bizi bir de. Muz Cumhuriyeti'nin zavallı insanlarıyız değil mi, hepimiz. Zavallı olmayanımız da, mutsuz. Hem de çok mutsuz. Eğer sen "çıkmaz sokak" diyorsan, devletin başı olarak Sayın Cumhurbaşkanım, Sayın Gül...ben gerisine ne diyebilirim.

Evet, seni bu yazıda kirletmemeliyim sevgili aşk. Hem de 'ilk görüşte aşk'...sın sen. Siz de kirletmeyin. Bu güzelim Ankara'da, gidip de 'ilk görüşte aşk'la karşılaşacağınız bir etkinlik var bu günlerde. Haftasonuna kadar aşık olma şansınız var. 13. Ankara Caz Festivali. Kerem Görsev'i, Fahir Atakoğlu'nu kaçırmış olabilirsiniz. Yaşama, ilk günkü gibi heyecanla başlayabileceğinizi hatırlatacak piyanistler de bu ülkeden çıkıyor. "ilk görüşte aşk" dedirtiyorlar insana... Bana bile. Benim gibi Muz Cumhuriyeti'nde çürük muzdan baymış, yabancılara muzun değişik tatlarını anlatmaktan yorulmuş bir zavallıya bile... Nedir bu, nedir?

16 Şubat 2010 Salı

Arrivederci Rome....... Büyükelçi Yakıtal, seks ve Dışişleri... "Dış"ımın işleri !

Ali Yakıtal’ı en son yılbaşından hemen sonra Ankara’da toplanan büyükelçiler konferansında görmüştüm. İtalya’nın Ankara Büyükelçisi Carlo Marsili ile yaptığımız Berlusconi sohbetine o da dahil olmuş, Roma’nın havasından suyundan bize de bir yudum sunmuştu. Daha bir yılını doldurmamıştı ki Roma büyükelçiliği görevinde, iştahla Türk-İtalya ilişkilerine dair projelerini sıralamaya başlamıştı. Pek heyecanlıydı, pek… Başbakan Tayyip Erdoğan’ın dış politika başdanışmanlığı görevini yaptığı sırada suratına takındığı “Seninle konuşacak 1 dakikam bile yok. Meşgulüm, meşgul” yani “busy adam” tavrından eser yoktu…

Aaaaaa… o da ne? Yakıtal, Ankara’daki büyükelçiler çıkarmasından kısa bir süre sonra gazete manşetlerine konu olmaya başladı. Hem de garip bir seks skandalının tam ortasındaki adamdı, büyükelçiydi, Yakıtal’dı. Roma büyükelçiliğinde beraber çalıştığı kadınlar tarafından ‘cinsel taciz’le suçlanıyordu. Dışişleri Bakanlığı, Yakıtal hakkındaki soruşturmasını sürdürürken Ankara’da da “Bu adam yapar mı, yapmaz mı” tartışmaları, soslanıp soslanıp piyasaya sürülüyordu. “Ne bileyim ben kardeşim, yapar mı?” demeye kalmadan, herkes ortaya bir görüş atıyordu. “Vaaay Hilalcim, sen onun ne askıntı olduğunu bilmezsin” diyenden tutun, “O, yakından çalışır. Yakından çalıştıklarıyla yakından ilgilenir” diyenlerin sesi, gün geçtikçe yükseliyordu. İğrençti, çirkindi. Koskoca insanlar, okumuş yazmış, güngörmüşler, Yakıtal kadınları nasıl taciz eder, etmez onunla ilgileniyordu. Ama adam böyleyse de, bu, konu edilmemeli miydi? Kadın düşmanı, kadını sadece “üstüne bir atlasam yeter” diye gören yönetici tayfasının da haddi bildirilmemeli miydi? (Hem de bir güzel bildirilmeliydi)

13 yılı geride bıraktığım gazetecilik hayatımda kadın-erkek ilişkilerinin iş hayatına ne kadar boktan yansıtıldığı kadar, ne kadar düzgün aktarıldığına da tanıklık ediyorum çoğu zaman. Kendini tartıp, biçemediği için sürekli gözünü başkalarının üzerinden ayıramayanlar için, bir kadınla bir erkeği hemencecik birbirine yamamak kolay çoğu yerde, çoğu zaman. Çoğu yerde, çoğu zaman da, aşk ilişkisiyle iş ilişkisini aynı ortamda yaşayıp, ya aşkını ya da işini birlikte kuvvetlendirmeye çalışanlar var. Ne yazık ki var. Peki ne olacak yani? Bir büyükelçi, beraberinde çalıştığı kadınlara yakınlık gösteremeyecek mi? Diyelim onlarla kahve içemeyecek mi? Ya da ne bileyim, onlarla müzik dinleyemeyecek mi? Konsere gidemeyecek mi? Bu, aradaki çizgi nasıl korunacak?

Tabii ki, medeniyetle. Dışişleri Bakanlığı Teftiş Kurulu’nun, Büyükelçi Yakıtal’ın Roma’daki büyükelçilik görevinden alınıp, merkeze çekilmesine karar verdiği anda Dışişleri’ndeki ‘seks tartışmaları’ başka bir yöne kaymıştı. Efendim, Roma’daki büyükelçilik koltuğu boşalmıştı. Yakında yeni tayin kararnamesi çıkacaktı. Oraya kim gönderilecekti. Daha düne kadar Yakıtal’ın tacizci olup olmadığını tartışanlar, bugün “Büyükelçilik koltuğunu kim kapar acaba” diye sormaya başlamıştı. Heyt beee… Taciz kimin umurundaydı. Devir, yağma dönemiydi. Her işini belden aşağı kültürle yapmaktan asla geri durmayan ‘namuslu Türk’ milletinin gözünde de tacizin tartışması bu kadardı işte. Ben de salak salak kendime ‘medeniyetle’ diye yanıt veriyorum. Konu, adamakıllı konuşulur, tartışılır sanıyorum.

Sonra, Türk toplumundaki kendine güvensizlerin, hasımsızların, kadın düşmanlarının, tacizcilerin hemen her yerde olduğu gibi Dışişleri Bakanlığı’nda da olması kaçınılmazdı. Medeniyetin olmadığı her yerde, mümkündü bu. Öyleyse, herkes kendine bir çeki düzen vermeliydi. Mesela, kendini taciz iddialarından korumak için ziyaretçi kadın misafirle oda kapısını kapamadan görüşmenin ‘saygısızlık’ olduğu, kadın ziyaretçiyi sekreterle tanıştırıp da, evdeki hanıma “sor sekretere, bana gelen kadınlar benimle özel şeyler yaşamıyor” yolu açmanın da ‘açıkça sapıklık’ sayıldığı bilinmeliydi. Tabii, medeni alemlerde. Ama çok komik, gerçekten çok komik. İnanın Dışişleri dahil birçok yerde kendine güvenden yoksun erkekler taciz iddialarından korunabilmek için şu yukarda saydığım komiklikleri yapıyor. Ne mi oluyor? Çok komik oluyor, çooook… Pardon ama onların kadınlarla birlikte çalışmadan önce daha çok çizgi film izlemesi, porno dergi bakması, öyle veya böyle bel altını birşekilde tatmin ettikten sonra işe gitmesi gerekiyor. Evet, evet... Kendisine her kahve ikram edeni de 'tacizci' sayan kadınların da, sürekli taciz edilmesi gerekiyor.

9 Şubat 2010 Salı

Vayyyy Serbia...Vayyy Jeremiç... Good luck... Davutoğlu seni yiycek..!

Aman da aman. Samimiyete de bir bakın. Hele şirin Davutoğlu'nun kahkahalarına. Birilerini buluşturdu mu, küsleri barıştırdı mı, ortamda dostluk ve kardeşlik rüzgarları estirdi mi adam mutluluktan uçuyor. Kaçılın bakalım düşmanlar, şeytanlar, oyun bozanlar... Bakan Davutoğlu, bu dünyaya kardeşlik ve barış için geldi. Oklarını bir atar size, feleğiniz şaşar...

Beş aydır oklarını, kardeşlik ve barış topraklarında savaşmayı bir halt zanneden Sırbistan ile Bosna-Hersek yetkililerine atan Davutoğlu, bugün mutluluktan uçmasın da, ne zaman uçsun. Türk Dışişleri'ndeki tarihi 'Fatin Rüştü Zorlu Salonu'nunun kürsüsünde Davutoğlu'nun sağında Sırbistan Dışişleri Bakanı Vuk Jeremiç, solunda da Bosna-Hersek Dışişleri Bakanı Sven Alkalaj var. Sırbistan'la bugüne kadar sadece 'maslahatgüzar seviyesi'nde görüşen Bosna-Hersek, Davutoğlu'nun "Kardeşim; konuşacaksanız, adam gibi konuşun" sözüyle ikna olmuş, Sırbistan'ın güzelim başkenti Belgrad'a büyükelçi göndermeye karar vermiş. Boşnak Bakan Alkalaj, "Offf, oooof" diyor da, başka birşey demiyor sanki. Kolay mı, bu Sırplarla anlaşmak. Balkanlar'ı darmaduman eden adamlarla adam gibi ilişki kurmak. Arkadaşlıkta çok şeker ama diplomaside hart-hurt Sırplarla, nasıl olacak bu işler nasıl. Ama yok, oldu bir kere. Karar alındı. İlişkiler büyükelçi seviyesine çıkarıldı. Davutoğlu da buna öncülük etti. Boşnak Büyükelçi Borisha Arnaut, yakında Belgrad'da.

Sırbistan'ın, Bosna-Hersek'in güzelim başkenti Saraybosna'da zaten bir büyükelçisi varmış. Yani, durum eşitlendi. Bu Sırplar, işi sarpa sarar mı? Yok yok. Davutoğlu'nun sağında kasım kasım kasılan, azcık da 'gencim ve yakışıklıyım' havası atan Sırp Dışişleri Bakanı Vuk Jeremiç, "Balkan halklarıyız ve gelecek için birlikte çalışacağız" diyor. Tam bu noktada, "Bana bak, Kosova'yı tanıyacak mısınız" diye sordum kendisine kibarca. O da kibarca, Sırp-Kırp-Hırp duruşundan taviz vermeden "Tabii ki tanımayacağız" diye burun kıvırdı. O zaman niye Balkan halklarından sözediyorsun di mi. Bu Jeremiç'in ciddi bir derse ihtiyacı var. Veeee,,,hiç kurtuluşu yok. Diplomasi dersi vermekte üstüne adam tanımadığımız Davutoğlu'nun eline düştü bir kere. Davutoğlu dedi ki, "Her ay buluşmayı sürdüreceğiz"... Hadi canım Jeremiç, derslerde başarılar. Sıkıysa, Davutoğlu'na da sürekli "Kosova'yı tanımayacağız" diye tuttur da, görelim...

5 Şubat 2010 Cuma

Caz... Jazz... Caz...

Ankara'da 'caz yapan' çok. Kafa şişiren, beyin patlatan. Hele son döneme bir bakın. Mecliste yumruklar havada uçuşuyor, Başbakan Tayyip Erdoğan 'peygamber mi, değil mi' diye koca koca milletvekilleri birbirine giriyor. Makineli tüfek gibi konuştukça, insanı canından bezdiren Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, gidiyor TBMM Başkanvekili Güldal Mumcu'nun odasını basıyor. Mumcu'ya 'görev nasıl yapılırmış' onu anlattığını zannediyor. Pardon da, yeter artık. Peygamber misiniz, milletvekili misiniz, kadın mısınız, erkek mi... Herneyseniz; caz yapmayın, kafaları karıştırmayın...

Ama bakın, Başkent'te bir konser salonunda sahnede kim var. İyi ki var, iyi ki var. Türkiye'ye gerçek cazı getiren duayen bir isim: İlham Gencer. Arkasında cazda dünyaya nam salmış bir orkestra. Hava Kuvvetleri Komutanlığı Cazın Kartalları Orkestrası. İyi ki var, iyi ki var. Oh beee, böylelikle memlekete saçma mesajlar saçtıkça nerdeyse mutlu olduklarını düşündüğüm seslerden kurtuluyorum. Demek ki, Ankara'da gerçek cazın kaynağını bulmakta fayda var.

Bilkent Konser Salonu burası. "Besame mucho"ların, "Yavuklu Binnaz"ların, "Fly me to the moon"ların, kulağınızdaki bütün kiri pası temizleyebileceği, sizi soğuk, donuk, hatta ölgün Ankara akşamlarından kurtarabileceği kutsal mekan. 13. Uluslararası Ankara Caz Festivali'ne evsahipliği yapıyor. Tanrımmm, ben ne kadar şanslıyım. Protokol konserinde Cazın Kartalları Orkestrası ve İlham Gencer'le birlikteyim. 85 yaşındaki bu müzik dolu, aşk dolu adam piyanosunun başında harikalar yaratmakla kalmıyor, sahne danslarıyla salonu coşturuyor. "Eveeeet, İlham Bey dünya döndükçe, müzik var. Hayat var" alkışları, onu gerçekten ölümsüz kılıyor. Bırakın Türk Hava Yollarını, Britis Airways'i, Cazın Kartalları Orkestrası'yla uçmadıysanız... siz hiç uçmamışsınız...!

"Caz ve Piyano": Festivalin bu seneki konusu. 20 Şubat'a kadar birbirinden harika konserlerle, Ankara'nın içi bayık havasından gerçekten kurtulma şansınız var. Ankara Caz Derneği'nin özene bezene hazırladığı festival kapsamında dünya çapındaki piyanistlerin yanısıra Türkiye'den de birçok değerli caz sanatçısıyla kavuşma olanağı bulacaksınız. Hey, size söylüyorum. Bırakın televizyonlardaki, gazetelerdeki ya da etrafınızdaki 'caz yapanları'... Kendinizi New York'un dumanlı, karanlık ve efsanevi caz kulüplerinde hissetmek istiyorsanız, yerinizde duramayacağınız anlar yaşamaktan yanaysanız, sadece caza değil, deneysel ve elektronik oluşumlara, caz-fusion türüne, yeni müziklere de ilgi duyuyorsanız.....daha ne duruyorsunuz. Caz başladı. Gerçek caz. Konser biletleri de http://www.mybilet.com/ da satışta.

2 Şubat 2010 Salı

Kardeşim KOSOVA,,,, güzel KOSOVA.... My dear brother...

Bugün, Prizren’in ortasındaki güzelim çeşmeden su içtim yeniden. Bağdaş kurdum alüminyum bir sininin kenarına, börek yedim. Kıymalı kol böreği. Yanında çay. “Hoşgeldin” dedi Türk kardeşlerim. Sarıldıkça kardeş kokan göğüslerine, dedemin dedelerine sarıldım. Akraba çıktık, komşu çıktık birbirimize. İncecik parmaklarıyla işledikleri telkariler, boynumun en güzel süsü. El emeği göz nuru kilim, paha biçilmez servetim. Merhaba Prizren, Merhaba Mamuşa… Merhaba Kosova, Merhaba…

Yaaa, hastalıktan kalkmaya çalışıyorum ya, hayat da bana güzel sürprizler yapıyor böyle. Kosova’ya bayılan ben, kalktım gittim Çankaya Köşkü’ne. 17 Şubat 2008’de Sırbistan’dan tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan eden Kosova’nın Cumhurbaşkanı Fatmir Sejdiu, tam karşımda, Cumhurbaşkanı Gül’le birlikte. “Lost” misali flashback’ler yaşıyorum. Buram buram insan kokan Kosovalılar’a sarıldığım anlara dalıyorum. Türkçe, Arnavutça, Sırpça, Boşnakça sözcükler dolaşıyor dilimin ucunda. Balkanlar’da yaşanan kanlı savaşlar yüreğimi burkuyor. Ama işte bağımsız bir cumhuriyetin; Kosova Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı var karşımda. Bağımsızlığını daha iki yıl önce ilan etmiş ve bu süre içinde 65 ülke tarafından babalar gibi tanınmış bir Kosova’yı düşlüyorum. Yine yeşillikler, yine çam kokusu, yine dağlar, yine özgürlükler içinde.

Rusya, Yunanistan, Kıbrıs, Sırbistan, İspanya ve Azerbaycan’ın dışında neredeyse cümle alem tanıyor Kosova’yı. En son Suudi Arabistan bile Kosova’ya “Helal olsun size” notu çekmiş ve Kosova’yı tanıyan 65. ülke olmuş. ABD, NATO ve AB’nin Kosova’yı tanıyıp da, bu yukarıdaki 6 aklı evvelin niye Kosova’yı tanımadığına dair kısa bir özet de istersiniz siz şimdi.

Efendim; Kıbrıs ve Yunanistan, Kosova’nın bağımsızlığına karşı çıkıyor çünkü Kosova'nın, KKTC’ye örnek olacağı telaşını yaşıyor. (Yaaa, duyun… Adi bunlar). Azerbaycan, Ermeniler tarafından işgal edilen Dağlık Karabağ’a örnek olacağını düşünüyor. (Yazık bu Azerilere…) İspanya ise toprakları içinde özerk durumda bulunan Bask Ülkesi ve Katalonya'nın benzer şekilde bağımsızlık ilan etmesinden korkuyor. Rusya ise batılı devletleri ‘ikiyüzlülükle’ suçladığından tanımıyor Kosova’yı. Abhazya, Güney Osetya ve Kuzey Kıbrıs’ı tanımayan batının, Kosova’yı tanımasına haşmetli Putin amcamız ne diye karşı çıktı biliyor musunuz: “40 yıldır KKTC’yi tanımadınız, Kosova’yı hop diye tanıdınız. Bundan utanın”…. Bu Rusya var ya,,, tam çakal…Sen sanki çok tanıdın KKTC’yi…!

Bugün Kosova’da ne kadar Türk olduğu kesin bilinmiyor. Sırpça ve Arnavutça’nın resmi dil olduğu bu bölgede Türkçe de, Boşnakça da, Romaca da var. Biraz Makedonca da. Buram buram Balkanlar. Ayağınızı basın o topraklara “Ahan da, bunlar da kardeşlerim” diye bağrınıza doya doya basacağınız insanların bölgesi. Ah bir de bu kinler, bu kan davaları, bu kirli tarih, bu kirli ezber olmasa. Geçmişin acıları, kötü kokuları silinse… Türkiye ve Kosova, bunun için çalışacaklar ama arkalarında ABD ve AB olsa bile iş çok zor, çok zor. Tarihe kan bulayıp, öfke ve intikamla gelecek kuşaklara aktaranlar utansın.

Sevgili Goran, seni çok seviyorum. Goran, Kosova’da yaşayan Sırp arkadaşımdı, Amerika’yı hep birlikte turladığımız sırada. Kosova’yı tanıdığı için Türkiye’ye ateş püskürüyordu. Geçmişin lekelerinden arınamamış, çarşafını değiştirememişti kimyasının. Sonra, benim Slav diyarından diplomat arkadaşlarım var Ankara’da. Onlarda bile, bir kin, bin kin. “Kimse Sırbistan’a yanlış yapamaz da, yapamaz” diye tutturmuşlar. Kaç kahve içtik, bana güzel olduğumu ama yanlış düşündüğümü söylemekten vazgeçmiyorlar. Demek ki, çocuklarımıza adam gibi öğretmeliyiz tarihi. Sırp kardeşlerimizin içlerini Müslümanlara karşı öfkeyle dolduranlar, müslümanları ‘öcü’ gösteren tarih kitapları utansın. Yeni çalışmalar başladı, tarih kitaplarını düzeltmek için aslında karşılıklı. Haydi, haydi tarihi kendine yontanlar, bir daha bu sınıfa girmesin.

Öne Çıkan Yayın

Aradığınız sakinliğin adresini veriyorum : Göynük

Kaçıp, gitme dürtüsünün içimizi günde milyon kez yokladığı, dahası içimizi zonklattığı dönemler bunlar. Hep bir mayhoşluk, hep bir serse...