30 Ekim 2009 Cuma

Evet. Döndüm...


Evet, döndüm. Hem de şu yukarıda gördüğünüz mis gibi Amerikalı kocamı arkamda bırakarak döndüm. Tadı damağımdan hiç gitmeyecek bir aylık Amerika seyahatimin üstüne Ankara’ya döndüm. “Niye döndün, niye döndün?” Benim Amerika’da aslen ne yaptığımı merak eden ama umursamaz elbisesini giyinip de, sahnede dökülen etrafımdaki onca insanın sorduğu ilk soru buydu ne yazık ki. Israrla, iğnelercesine yöneltilen bu sorular, tabii ki gerçek bir soru niteliği taşımıyordu. Kimi, “Delisin sen, mis gibi Amerika bırakılıp, Türkiye'ye dönülür mü”, kimisi “Ankara’da ne yapacaksın şimdi”, kimisi “Bulamadın mı birini. Bulsaydın, kalsaydın”, kimisi de “Biz gidemedik-kalamadık, bari sen kalsaydın. Yazık sana” türünden deli saçması mesajları içeriyordu. Bu mesajları veren insanların, (onlar beni kendilerinin arkadaşı sanıyor oysa) asla benim neden ve ne amaçla Amerika’ya gittiğimden, niye döndüğümden, bir başka ülkeye nasıl ve neden yerleşildiğinden haberleri yoktu, zaten hiç olmamıştı. Küfür ede ede yaşadıkları bu ülkede ne yaşadıkları sıkıntının sıkıntı, ne yakaladıkları mutluluğun mutluluk olduğunun ayrımına varmışlardı. Hedefsiz, amaçsız, rastgele insan topluluğu...Yazık, ne yazık ki bu insanlar benim güzel ülkemin insanları…hatta gazetecileri, hatta yöneticileri, hatta okumuş-yazmış üst tabaka şahsiyetleri….

Bir de benim güzel ve duyarlı arkadaşlarım vardı. Hepsi burnumda tüten. Amerika seyahatinin her durağında onlar için yazdığım blogumu satır satır okuyan, meraktan bana nerdeyse her gün mesaj atan arkadaşlarım. Sanki bunları yazmama neden olacakmış gibi, Washington’da telefonumu kaybetmiştim. Onlarca telefon numarası uçup gitmişti hayatımdan. Ama bak, Ankara’ya döndüğümden beri benimle görüşmek için telefonumu aralıksız çaldırıp, beni merak eden, konuşmak için sıra bekleyen, yol yorgunluğunu-saat farkını üstümden attım mı, atmadım mı diye endişelenen ve gerçekten “Amerika nasıl bir yer. Nedir fark. Hilal, ne öğrendin” diye çırpınan güzel ve duyarlı arkadaşlarım, dostlarım. Hepinize kocaman bir “Hoş bulduk” diyorum.

Daha dün, çok sevdiğim “Beyaz Adam”la konuştuk. Bizi bu zorluklar ülkesi Türkiye’ye bağlayan neydi ki. Ne evliydik, ne çocuklarımız vardı. Evet, biraz ağır da olsa ailemizi, işimizi, arkadaşlarımızı geride bırakıp, Amerika’ya uçabilirdik. Ama ne için. Orada yeniden düzen kurmak mümkün müydü. Bu iş, önceden planlanmışsa, mümkündü. Ne yapacağımızı bilerek gidiyorsak herşey mümkündü. Türkiye’de çok çalışıp da, Amerika’da çalışmayacağız aldatmacasına tabii ki kapılmamalıydık. Tabii ki elimize fırsatlar geçtiğinde değerlendirecektik, altyapımıza, geleceğe bakış açımıza göre. Yani, her şeyin bir kitabı, bir hesabı vardı.

Bu ülkenin, Türkiye’nin ham demokratik yapısıyla hepimizi üzdüğünün farkındayız. Hayata ne kadar yüzeysel bakıldığının, sıfatların-sınıfların ne kadar meta gibi alınıp-satıldığının, içi dolu ne kadar değer varsa, özenilerek boşaltıldığının acısını ince ince yaşıyoruz. Ama bu acı hissi değil midir biraz da bize farkımızı gösterip, mutluluk yolunu açan. Sahte ve yalancı insanların her gün uyumadan önce ertesi günkü rollerini ezberlediklerini, boyalı aşıkların gizlenerek yaşayıp, ekmek parası uğruna aşklarını öldürdüklerini hepimiz bilmiyor muyuz. Bırakın, kimisi bedenini satarak kariyer basamaklarını tırmandığını zannetsin. Bırakın, kimi kendisinden akıllı işçisini ezdiğini sanarak marifetini ortaya koysun. Bırakın, kimi sahte parası, evi, ailesi, işi ve aşkıyla mutlu olduğunu zannetsin. Bırakın, bırakın, bırakın….Siz, kendinize bakın. Kendi yaratıcılığınıza, kendi değerinize, kendi samimiyetinize….

Her türlü ilişkide en önemli şey insanların birbirine dürüst olması demişti bana Amerika’daki sevgili kocam Jim…. Böyle olduğu için aradan bir yıl geçmesine karşın, arkadaşlığımıza, çılgınlığımıza, deliliğimize, gay liğimize kaldığımız yerden devam edebilmiştik. Amerika’da olmak mı, Türkiye’de mi? Sorusunun devamını getireceğim elbet…Hadi bakalım…..Samimiyetinize….Cheers…!!!

21 Ekim 2009 Çarşamba

We're back in San Francisco


Kelimeler uçtu, gitti. Sözlüğümü kaybettim sanki. Rotamı, yolumu...Nereden gelip, nereye gittiğimi unuttum. Ama hafızam bir o kadar yeni, yepyeni. Burada, San Francisco’da silbaştan yazılmış bir sözlükle yeniden anlatacağım kendimi ve Amerika’yı.

NewYork’tan 6 saatlik bir uçuşun ardından ulaştığım San Francisco’nun beni çarpacağını, aklımı başımdan alacağını zaten biliyordum. Hazırdım, yeni heyecanlara. Yeni bir şehre. Hazırdım, Batı’ya, California’ya. San Francisco’lu aşklarım Jimmy ve Erkan o kadar çok, o kadar çok anlatmıştı ki. Jimmy burada Amerika’nın tüm karanlığını unutuyor, Erkan sanki kendi İstanbul’unda yaşıyordu. İkisinin de kendi özel dünyaları vardı ve hiçkimse ama hiçkimse onların tavuğuna kışt demiyordu. Burada kışt denilecek tavuklar yaşamıyordu. Burada kendine özgü, orginal, yumuşak, kalpli, düzgün ve de tabii ki gayler-lezbiyenler yaşıyordu.

İnsan ne olursa olsun, kendi şehrinde kendini mutlu hissediyorsa o kadar özgürdür, yaratıcıdır. San Francisco da, ne olursa olsun insanlara kendi yaşam alanlarında rahat nefes imkanı sunuyor. Burada geçirdiğim her dakikada bunu daha çok hissediyorum ama bir de madalyonun öbür yüzü var. Castro’da gezinirken, Harvey Milk’ten sözederken, seks shop’ta Erkan’la alışveriş yaparken, San Francisco’nun ‘özel bir proje’ olduğunu, bu güzelim gay topluluğunun dünyanın hiçbir yerinde kendini burada olduğu kadar rahat hissedemeyeceğini konuştuk durduk. Tabii başka kentlerde de gayler var ama. Burası onların kalbi, anavatanı. Sonra, tüm Castro gayleri dediler ki, “Özgürlüğümüz burada. Burası bizim çiftliğimiz”. Şehirleriyle bu kadar barışık bu insanlarda garip bir hüzün var. İçime işledikçe işliyor, düşündükçe düşünüyorum: Ne kadar kanat çırpıyorlar. Gay olarak ne kadar varlar, ne kadar özgürler...

Sonra, Erkan’ın o cümlesi: “Gay olmasaydım, burada yaşamazdım”. Sonra, Jimmy’in o sözleri: “Hilal, seninle evlensem beni asla gay olarak kabul etmeyen ailem o kadar mutlu olurdu ki. Halen benim bir kızla evlenebileceğimi düşünüyorlar....” Gay haklarını harıl harıl tartışıyor ya Obama yönetimi, bilemiyorum ne olacak ama Amerika’da insanlar hiç de o kadar liberal, hiç de o kadar özgürlükçü değil. Burada, San Francisco’da, gay olduğu için ailesi ve arkadaşları tarafından dışlanmış yüzlerce insan var. ( Bir daha bana hava atmayın olur mu sevgili Amerikalı arkadaşlarım, ‘bizde gayler daha özgür yaşıyor’ diye...Onları San Francisco'ya kapatmak için sanki derin bir politika izlenmiş gibi. Sizin de zihniyet devrimine ihtiyacınız var, tıpkı Türkler gibi,,,,tıpkı Avrupalılar gibi, tıpkı....Herkes gibi)

Bütün bu çelişkili düşüncelere karşın San Francisco’da sanırım hayatımın en mutlu anlarını geçiriyorum. Beni sorgusuz, sualsiz kucaklayan Jimmy ve Erkan’la, masallardaki gibi çikolata tadındaki evlerle süslü sokaklarda gezinirken, Pasifik Okyanusu’nun kenarında saçlarımızı rüzgara bırakırken, binbir türlü yemekleri tadarken tüm savunma mekanizmalarımdan kurtulduğumu hissettim ve biricik arkadaşlarımın dudaklarına, yanaklarına sayısız öpücük kondurdum. Sisin durup durup kentin ışıklarını değiştirdiği burada yakamı bir türlü bırakmayan başağrılarımdan kurtuldum hem de sayısız kadeh şaraba karşın. Aklım bu kadar özgür, ruhum bu kadar mutluyken, kendimi bugün yeniden San Francisco’nun o birazcık ‘el yapımı’ dünyasına bırakacağım. Evet, ciddi bir deprem bölgesinde ve 43 tepe üzerine kurulu bu kent insana “Zorla güzellik olur” dedirtiyor.....Olsun bakalım, olsun.... Gelin, beraber dinleyelim San Francisco şarkımı.....”i know what you did / like a boy of summer gives his first kiss / love, is dancing on my finger / he got to the heart of the matter and lingered /now i'm walking with the living / i always liked steinbeck and those old men whistling/ we're back, we're back in san francisco / we're back and you tell me i'm home.....”

16 Ekim 2009 Cuma

Filling the evaluation form or Amerika'da gazetecilik kursu aldım da noldu!


Sen bedavadan ye, iç, gez, bi de otur “Şurası olmamış. Burasını şöyle yapsaydınız. Siz bizi üniversite öğrencisi mi sandınız. Lüzumu yok fazla gazetecilik dersinin. Bana özel röportaj ayarlasaydınız” diye adamları eleştir. Bu kadarı da fazla. Höst, yok deve ! Ama State Department bulamaz ki bizden daha iyi eleştireni, bizden daha iyi akıl vereni. Çare yok, katlanacak eleştirilere.

Yaaa, bitti mi güzelim liderlik programı. Edward Murrow amcamın anısına düzenlenen gazetecilik bursu. Yine bir sertifikamız oldu. Çok fena ilerledik gazetecilik yolunda, çok fena. Ben Ankara’ya dönersem, editör falan dinlemeyeceğim. Bir tek temsilcim Murat Yetkin’i, bir de genel yayın yönetmenim İsmet Berkan’ı tanırım o kadar. Sevgili, dünya güzelim, akıllı sarışınım, editörüm Ceyda da kabul edecek ki, ben artık Amerika tescilli bir gazeteciyiim. Siz ‘Amerikancı’ derseniz deyin, hiç umurumda değil. State Department’a en sert eleştirileri de ben yönelttim...naberrr: )))

Kısa kes, meges! Hadi atla gel, deseler bir daha gelirim. Dolu dolu bir üç hafta geçirdik. Yağmuru, karı, denizi, rüzgarı, güneşi üç haftada içimize çektik. Amerikalı gazetecilerin de bizim Türkiye’deki gazeteciler gibi gelecek endişesi taşıdığına bizzat şahit olduk. Madem global kriz var, hep birlikte öleceğiz. Ya da hep birlikte hayatta kalacağız. Yazılı basın ölüyor diyenler ağırlık kazandıkça, teknolojideki gelişmeleri daha yakından takip etmemin önemini acaip derecede kavradık. Ben zaten önceden kavrayıp, sevgili blogumu kıymetli beğenilerinize sunmuştum. Görüyorsunuz, ne kadar öngörülü bir gazeteciyim. Önümüzdeki dönemde Türkiye’de iyi şeyler ya da kötü şeyler olursa, Amerikan halkı benim sesimden olayları dinleyecek, okuyacak. Avrupalı 16 gazeteciyle öyle güzel bağlar kurmuş bulunuyorum ki, Türkiye sayemde Avrupa’ya bile girebilir. Türkiye’nin Avrupa üyeliğine tam ters açıdan bakan Avusturya’dan gelen gazeteci arkadaşıma da “Edward Murrow gazetecilik sertifikası”nı boşuna ben vermedim...(Ukalayım, ukala....Yok, yok bana ne dediler. Bütün Türkler benim gibiyse vah dünyanın haline....)

Blogumu ABD Dışişleri Bakanlığı başta olmak üzere Avrupalı arkadaşlarım, Amerikalı gazeteciler takip etmeye başladılar. Ellerinde bir bilgisyarları var, anında Türkçe’ye çeviriyorlar. Ama ben bundan böyle İngilizce de yayın yapacağım. Tabii google dan yararlanarak. Af buyrun ama iki dilde birden aynı anda kendi kalemimden yazamam.

Sordular bize “Sizi en çok ne etkiledi, Amerikan dış politikasında değişiklikler görüyor musunuz. İyi miyiz, kötü müyüz” diye. Daha hiçbir şeyi başarmasa da Başkan Obama’nın halk üzerinde yarattığı sempati halen çok büyük. Bu sempati bitmeden herhalde kendisi de birşeyler yapacaktır. Zaten sözü var. Tüm dünyada diyalog istiyor. İran’la diyalogda kararlı olması da etkileyici. Dışişleri Bakanlığı’ndakiler Türkiye’de olup biteni yakından izliyor. Türkiye-Ermenistan yakınlaştıysa, bu da Obama’nın sayesinde. Bir de Kıbrıs meselesine el atarsa, Türkiye’deki anti-Amerikanizm tam tersine dönebilir. Beni en çok etkileyen tabii kafamda yaptığım karşılaştırmalardı. Bir Amerikalı size “Merak etme, hallederiz” diyorsa, gerçekten halledecektir. Ama bir Türk böyle diyorsa, kesin sallıyordur. Burada, yükseklerden atıp tutan Türk tanıdıklarıma bir kez daha gıcık olduğumu ilan edebilirim. Dürüst olun kardeşim. Var mısın, yok musun!!! Seven sevsin, sevmeyen önden buyursun!

New York’ta son toplantılarımızı yapıyoruz ve her seferinde ağlaşıyoruz. Çok sevdik, çok kaynaştık birbirimizle. Kosova’yı temsilen grubumuza katılmış, katı Sırp arkadaşımız Goran’ın elinden aldım gazetecilik sertifikamı. O, “Kosova’ya hayır” ben “Evet” deyip, kavga etmiş olsak da, yine sarıldık birbirimize. Bu programın en güzel yanı da buydu galiba. Farklılıklar zenginliğimiz oldu. (Farklılıklar zenginliğimizdir diyen cumhurbaşkanımız Sevgili Abdullah Gül’ü burada sevgiyle anıyorum. Daha farklı bir Türkiye için, daha müreffeh, daha demokratik bir Türkiye için ellerimi kendisine uzatıyorum...)

Program biter ama Amerika bitmez...Bilin bakalım, New York’tan sonra nereye gidiyorum.

15 Ekim 2009 Perşembe

You're so beautiful in NEWYORK


Efendimmmm.....geldik New York’a. Büyük elmayı ısırma yarışı başladı. Ne kadar yorgun, ne kadar uykusuz olursan ol New York’ta gözlerini kapatmak haram gibi. Ne de olsa Sinatra’nın hiç uyumayan şehrindeyiz. Sıkıysa otele gidip de uyu. Hayırrr!

Nereye gidiyoruz önce ? Işıkların tadını çıkarmaya. Manhattan’ın tam ortasındaki 6 gökdelenden oluşan 259 metre uzunluğundaki Rockefeller Center’ın tepesine çıkacağız. Denver’dan alışkınız zaten yükseklere. Çıkıp da saçlarını dağıtmayan, rüzgarda sallanmayan ne olsun...Geziyi yarıda bıraksın...Hayırrr! Girişteki, Tevrat’tan alıntı yazıyı okuduk bir kere: “wisdom and knowledge shall be the stability of thy times.”

Nedir bu ? Tevrat’ta devamı şöyle gelir: "and he will be the stability of your times, a wealth of salvation, wisdom and knowledge; the fear of the lord is his treasure." (isaiah 33:6 ) Türkçe’sini size şöyle çeviriyorum: “yaşadığınız sürenin güvencesi O’dur. Bol bol kurtuluş, bilgi ve bilgelik sağlayacak. Halkın hazinesi, rab korkusudur.” Yaaaaa....Allah’tan korkmayan, onun yarattığı hayatın tadını çıkarmayan taş olsun. Zaten yazının anlamını anlatan sevgili Amerikalı bekçimiz de, yazının Pagan bir tanrının duruşuna eşlik ettiğini söylüyor. Dünya akıl ve bilgidir. Aklın ve bilginin tanrısı olmayı başarabilirsen, varsın....Yaniiiii,,,,bol bol yaşa,,,hayat varken....Öyleyse içeriye buyrun...

Kafanızı kaldırdığınızda gökyüzünün boşluğunu görebileceğiniz bir camla çerçevelenmiş asansöre bindiğimizde sanırım 75 kat birden tırmandık. Sonrasında da basamaklar, basamaklar....Anlamı: Hayatta herkes tırmanacak, tırmanacak !
New York’u, ışıl ışıl yanan bu kenti Rockefeller Center’ın tepesinden izleyip de, gözümüzün, gönlümüzün yaptğı ışık banyosundan sonra kesin efsunlandık. Yani, bir daha kimse bizim ışığımızı alamayacak. Tanrının kutsal ellerine bir kez daha, bir kez daha sevgiyle dokunduk. Tabii, hiçbirimizin ilk gelişi değildi NewYork’a. İlk olmadığı gibi, son da olmayacak. Dünyanın deli gibi döndüğünü taaa derinden hissettiğiniz bu şehirde, bu ışıklı gecede, varolmanın dayanılmaz hafifliğini bir kez daaha hissedip de, sizinle paylaştığım için çok ama çok mutluyum.

New York sokaklarını, caz kluplerini, gece barlarını bilmem anlatmaya gerek var mı. Broadway’deki insan selinden geçip de, izlediğimiz ‘God of Carnage’nin komiik sarhoşluğuyla bir gece daha, bir gece daha. Gündüz katıldığımız gazetecilik ve insan haklarıyla dolu seminerlerimizin hıncını daha kaç gece çıkaracağız kimbilir ama bu şehir tüm uykumuzu alıp götürdüyse olan olmuştur...’Ay ışığında saçların, dalgalı denizler gibi ve sen canım bu gece daha güzelsin’ diye şarkı söylerdik bir zamanlar....Şimdi de söylüyoruz...New York ışıklarında daha güzelsin, güzelim, GÜZEL..

12 Ekim 2009 Pazartesi

Goodbye, Colorado... Hello, www.InDenverTimes.com


Ben ‘elveda’ demiyorum aslında Colorado’ya. Gerçekten insanın içini garip bir şekilde sızlatan bir hava var bu eyalette. Denver, sanki gerçek Amerika ve gerçek Amerikalılar’la dolu. Şehrin ortasından güzelim bir otobüs geçiyor, insanları ücretsiz her noktaya taşıyor. Dışarda kar yağsa, sen o otobüste kendini sanki evinde hissediyorsun. Bir kahve içimi tadını yaşıyorsun, yüksek dağlara bakarken. Bir kadeh yudumlarken, gerçek samimi mavi ve yeşil gözlerle karşılaşıyorsun. Hava ne kadar soğuk olursa olsun, insanlar sıcaklıklarından ve samimiyetlerinden birşey kaybetmiyor. Amannn bu kadar mı kolay etkileniyorum sıradan bir Amerikan kentinden... Evet, etkileniyorum. ‘Goodbye’ deyip de, insanların kalbinde yaşayan ve hayata sıkı sıkı tutunan gazeteccilerle beraber olduktan sonra benim Denver’i, Colorado’yu unutmam asla ama asla mümkün olmayacak.

Neden bahsediyorum. 27 Şubat 2009’da Colorado’nun ünlü gazetesi Rocky Mountain News ‘Goodbye, Colorado’ manşetiyle çıktı ve tam 150 yıllık yayın hayatına son verdi. Tam 220 gazeteci işini kaybetti. Denver halkı, ‘ne oluyor’ demeye kalmadan, Rocky Mountain tarihin sayfalarına gömüldü gitti. Rocky Mountain News son 10 yılda 4 kez ünlü Pulitzer ödülü almıştı. Ama 27 şubattaki son sayısında ‘büyük bir üzüntüyle’ okurlarına veda ettiğini yazan gazete çalışanları ‘inançlarını yitirmeden, susmadan, sorgulamaktan vazgeçmeden, doğruyu aramaktan yorulmadan’ yollarına devam edeceklerini de ilan ettiler. Evet, aynen öyleydi: Show must go on...! Aralık ayından beri gazeteyi satışa çıkartan, ancak alıcı bulamayınca yayını durdurmak zorunda gazete sahibi de elbette başının çaresine bakacaktı. Ama o, ekonomik krizde bir gazeteyi kapatmanın kendine ne kadara mal olduğunu hesaplarken, işsiz kalan gazeteciler hem üzülecekler, hem de yeniden ayakta kalmanın yollarını arayacaklardı. Neler yapmadılar ki, neler yapmıyorlar ki....

İşte, Steve Haigh ve Hank Schultz’la bu trajik ama bir o kadar güçlü, bir o kadar da insana ‘asla vazgeçmemeyi’ anlatan Rocky Mountain News hikayesi için buluştuk. ‘I Want My Rocky’ en ünlüsü olmak üzere onlarca internet gazetesi çıkaran, halkın büyük desteğini alan Rocky Mountain gazetecilerinden olan Steve ve Hank, şimdilerde InDenverTimes.Com’u çıkartıyorlar. Hem de gönüllü. Birisi karısının parasıyla, birisi de geçmişteki birikimleriyle geçiniyor ama hiç de kendilerini ‘kayıp kişilik’ olarak görmüyor. Evet, internet çok popüler ama para kazandırmıyor. Tabii şimdilik. Gazetelerin öldüğürü söyleyenlerin sayısı artarken, her gazeteci internette kendine yer açmaya çalışırken yepyeni bir medya pazarı gelişiyor. Ve bu pazarda da iyi olan kazanacak. Gazeteler ölüyor mu, ölmüyor mu diye uzun uzun yaptıığımız tartışmalara girmiyorum. Amaaaan, ölen gazete olsun. Steve ve Hank yaşıyor ya, gerisi yalan. GERÇEK GAZETECİ ÖLMEZ...Rocky Mountain ‘Goodbye Colarado’ diyerek ayrılmış Denver halkından ama ben, ‘See you Colorado’ diyorum....See you Colorado...

11 Ekim 2009 Pazar

Buffalo Bill & Rockers


Amerika’nın en yüksek eyaleti ‘Kızıl Toprak’ta yani Colorado’da, çocukluğumuzun ünlü kovboy filmlerine, kızılderililerine o kadar yakın, o kadar yakındık ki…Kar yağsın, etrafı sis bassın yılmadık ve Denver’dan yol alıp ünlü Rocky Mountains’ın (kayalık dağlar) yolunu tuttuk.Kuzey Amerika’da uzanan, üzerinde kimi volkanların da bulunduğu bu sıradağlar, 4 bin 500 -5 bin kilometre boyunca Meksika’dan başlayarak Amerika üzerinden Kanada ve Alaska’ya kadar uzanıyor. Bu kızıl kayalıklar, karla birlikte öyle nefis bir doğa harikasına dönüşüyor ki anlatamam: Kayadan kızıl, uzun bir çöl, birden John Wayne fırlayacak ortama, kovboy şapkasıyla bildik bakışını fırlatacak üzerimize, o da ne...yoksa biz de gidecek miyiz onun atının peşi sıra....Buffalolar koşmaya başladı bile....Şaka değil, etrafta onlarca geyik, buffalo, benim adını bile doğru düzgün sayamadığım onlarca vahşi hayvan var....Tabiii bir de kızılderililerin dumanları sardı etrafı....Uuuuuuuuh.....

Red Rocks (kızıl kayalar) da, bizi bekleyen kocaman bir sürpriz daha vardı....Rock müzesi mi dersiniz, tiyatrosu mu dersiniz, bu dağlarda, insanın içini bızlatan topraklarda kocaman bir rock efsanesi var. U2 tabii ki başta ve diğerleri, Beattles, Sting...hepsi ama hepsi konser vermişler...Bu karlı pazar sabahında hepinize kocaman kızıl bir öpücük gönderiyorum. Gönderilmeyecek gibi değil.

Bak sen şu Amerikalılar’a...O kayalıkların, karların arasından hiç üşenmeden tırmandık, yuvarlandık ve ünü halen dillerde olan Buffalo Bill’in mezarına, adına yapılmış doğal parka, buffalo biftekleriyle süslü öğlen yemeğimize kavuştuk. Adam manyak falan, yok katil falan, yok serseri ama halen kitapların, filmlerin, oyunların konusu. Ve Amerikalılar bu azılı seri katili bağırlarına basmışlar, bir zamanlar Kızılderili avcısı olan bu herif aracılığıyla tarihleriyle barışmaktan da geri durmamışlar. Onlarca kovboy şapkası denerken, Buffalo Bill sayesinde tarih sayfalarında geriye ilerledik. Tüm cumartesini kovboylaşmış gazetecilerle geçirmiş bir gazeteci olarak, size ‘ille de rock’ demeden önce, sevgili Bill’imizin geçmişine dair de küçük bir not aktarmak istiyorum. Kimbilir, bir gün yolunuz buralara düşer de, siz de kovboylaşırsınız...Hiç fena olmaz!

“Gerçek adı William Frederick Cody olan Buffalo Bill, usta bir avcıydı. Amerika Yerlilerine karşı yürü¬tülen savaşlardaki kılavuzluğu ile ün kazanmıştı. ABD'de Iowa kentinde doğdu. 15 yaşındayken Pony Express denen atlı posta servisinde çalışmaya başladı. Pony Express, Missouri'nin Saint Joseph kentinden California'nın Sacramento kentine uzanan 3.140 ki¬lometrelik yol boyunca çalışan bir posta dağıtım servisiydi. Her sürücü, at değiştirerek günde 120 km yol alıyordu. 1861'de Ameri¬kan İç Savaşı çıkınca Cody, Pony Express'teki işinden ayrıldı; iz sürücü ve kılavuz olarak Kuzey ordusuna katıldı. Cody'ye, Buffalo Bill adı, Kansas-Pasifik Demiryolu yapımında çalışanlara bir tür ya¬ban sığırı olan bizon eti sağlamayı üstlendiği için 1867'de verildi. 18 ay içinde tek başına 4 binden çok bizon öldürdüğü söylenir. 1883'te Yerlilerin ve sığır çobanlarının katı¬lımıyla ilk Vahşi Batı Gösterisi'ni düzenledi. Bu ilginç ve heyecan verici gösteri ABD'nin yanı sıra Avrupa'da da büyük ilgi uyandırdı.”

9 Ekim 2009 Cuma

Hey Obama...Enjoy your Nobel Prize !


Amerika’yı neredeyse adım adım dolaşırken, aklımda yanıt aradığım soruların neredeyse tümü Obama’yla ilgiliydi. Obama, gerçekten umut muydu, gerçekten dünyamız için yeni bir sayfa açabilecek miydi, savaşlar bitebilecek, diyalog ve barış dünya gündeminin önüne geçebilecek miydi...Sadece ülkesinde değil dünyada tam bir star, efsane, lider ne derseniz deyin inanılmaz bir sempati kazanan bu adam insanlara ne yapıyordu. Ne yapabilecekti?

Bu sorular sadece benim kafamda değildi elbet. Benimle birlikte Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın ‘en seçkin’ gazetecilik burslarından biri olan Edward Murrow bursunu kazanan 16 Avrupalı gazetecinin kafasındaydı. Washington’ı, North Carolina’yı geçtik ne kadar eleştirirlerse eleştirsinler Colorado’da da insanların Obama’nın sözleri, çıkartmaları, oyuncakları, resimleri ile kendilerini motive ettiklerine tanık olunca “Tamam artık, duralım. Obama’yı geçelim” dediğimiz anda olan oldu. Ben Colorado hükümet binasında Obama fotoğraflarını çekerken, kulağıma “Bu kadarı da fazla” diye üfleyen Karolina, bu sabah yepyeni bir güne uyandığında Obama tişörtü giyiyordu. Niye? Ben tembel tembel uyurken, o üşenmemiş kendini Denver’daki lüks otelimizin spor salonuna atmış sonra da televizyonların Obama tartışmaları üzerine kurguladığı haberlerine ilk şahitliği yapmıştı.

“Hadi uyan bakalım. Hilay,,Senin Obama Nobel barış ödülü sahibi” diye de beni uyandırdı sonra. Sonra da binbir tartışma. Sokaklarda gazeteciler insanlarla röportajlar yapıyor, televizyonların çoğu (şu anda da zevkle izlediğim Fox tv) “Olmazzzz, olamaz...Obama ne yaptı ki” diye feryat figan içinde bağırıyordu. Zaten hiçbir konuda doğru düzgün anlaşamayan 16 kişilik Avrupalı gazeteci grubumuz da bu konuda ikiye bölünmüştü. Amerikan yönetiminin tanıdığı Kosova adına programa katılan ama kendisi katı bir Sırp olan Goran, “Ne yapmış da haketmiş” diye sorup, benim sinirlerimi zıplatıyordu. Onun için varsa yoksa Sırp kimliğiydi. Kosova umurunda değildi. Ama Kosova, Obama’nın umurundaydı. Bunu hatırlattığımda nerdeyse yanağıma bir şaplak yiyecektim ama kurtardım işte. Başkanlığında 9 ayı geride bırakan Obama, insanlar için, barış için umut olmuştu. Bu yetmiyor muydu?

Grubumuzun Norveçli güzeli Nazeneen, Nobel jürisinin çok zeki davranıp, Obama’nın omuzlarına ağır bir yük yüklediğini anlatırken, Danimarkalı zeki gazetecisi Klaus, “Bir insan, daha hiçbir şey yapmadan da, insanlara kendini inandırmışsa Nobel nedir ki” diyordu. Ben, Obama’nın dünyada bugüne kadar kendini ezilmiş, yok sayılmış, yoksul kalmış insanların sesini duyurma konusunda verdiği sözleri hatırlatırken, özellikle Amerikalı insanlarla daha çok konuşmaya karar verdik. Tüm çocuklar, kadınlar, siyahlar, beyazlar, müslümanlar, yoksullar için siyahi bir adam barış içinde yaşama şansını yakalamak için umut olmuşsa onun Nobel Barış Ödülü’nü alıp almamasının ne önemi vardı ki...Neden zaman tanımıyorduk ki ona,,,,,

Televizyonda bir yandan gözün. Bak halen tartışıyorlar. Ben güzelim Cuma gecesi için Denver sokaklarına çıkacağım birazdan ama onlar konuşmaktan, tartışmaktan vazgeçmiyorlar. Eski demokrat Başkan ve Nobel ödülü sahibi Jimmy Carter ödülün, Obama’nın barışa bağlılığına uluslararası alanda gösterilen desteği açıkça kanıtladığını söylüyor. İki yıl önce aynı ödülü alan eski demokrat başkan yardımcısı Al Gore da Obama’nın ödülü hakettiğini ve bunun ülke için bir onur olduğunu dile getiriyor. Bir de, cumhuriyetçilere bakın. Cumhuriyetçi Parti Başkanı Michael Steel, Obama’nın “star kimliğinin”, barış ve insan hakları alanlarında gerçek başarı sağlayan kişileri gölgede bırakmasının “talihsizlik” olduğunda ısrar ediyor. Steele, Amerikan halkının, Obama’nın gerçekte neyi başardığını merak ettiğini de soruyor. Bir de başarsın bakalım, neler sorulacak...!!! Hey Obama...Enjoy your Nobel prize.... : ))))

8 Ekim 2009 Perşembe

Colorado: Let's have a drink


İki gün önce North Carolina’nın tatlı Wilmington şehrinde okyanus sularında yüzen ben, “Haydi Batı’ya” diyen Amerikan Dışişleri Bakanlığı ekibine uyup, Amerika’nın en yüksek eyaleti olarak bilinen Colorado’ya gelmiş bulunuyorum. Kıçım donsa da, soğuktan gebereceğimi hissetsem de, “Oh beee, mis gibi gazeteci arkadaşlarım var. İşte, onlarla ne güzel eğleniyorum. İçmediğimiz içki kalmayacak yakında” diye havalı havalı geziyorum. Öyle böyle değil, adı İspanyolca’dan gelen ve ‘renkli toprak’ anlamına gelen Batı’daki Colorado’da rakım 2 bin 73 metreyi vurmuş durumda. Napıyoruz… Bol oksijenin vücudumuzu darma duman etmesine izin vermemek için bol bol su içiyoruz. Tabii, gündüzleri… !!!

Ve kar…! Yılın ilk karını burada görecekmişim demek ki…Öyle güzel yağıyor ki…Colorado’nun başkenti Denver’da lüks otelimize yerleştikten hemen sonra keşfe başladık. Zaten çok meşhur bu eyalet. Nesi, diyecek olursanız…Cheeseburger, Denver’da ortaya çıkmış. Dünyanın ilk rodeosu 1869’da Deer Trail’de gerçekleştirilmiş. Tim Allen (aktör), M. Scott Carpenter (astronot), Gene Fowler (yazar), Colorado’nun ünlülerinden. Colorado’nun merkezindeki Rocky Dağları’na gezintiye haftasonu çıkacağız ama şimdiden hazırlıklara başladık. Yok, yok,,,ben ne alsam faydası yok..Kesin donacağım..!! Ölümün böylesi de güzel olur değil mi hem… !!! Bi dee, çoook yaşanılası yer ilan edilmiş bu eyalet, özellikle Denver’dan sonra uğradığımız Boulder kenti…Yaniiiii…kim takar soğuğu….Hem öyle zevkli ki, ıslak ıslak karda yürümek, titremek….arada bir Starbucks’a uğramak,,,,olmadı sıcak şarap yudumlamak, sıcak kuki’lerle arkadaşlık etmek…. Yılda yaklaşık 1.5 milyon kişinin alkollü ya da uyuşturucu etkisi altında araç kullanmak suçundan tutuklandığı Amerika’da, Colorado’nun 'En sarhoş eyalet' seçildiğine dair notumu da buraya yazsam hiç fena olmayacak….Soğukta yapılabilecek iki şey var değil mi…Biri sex, öteki de içmek… !!! Bu yüzden olsa gerek, Colorado’ya seçimlerde ‘salıncak eyalet’ diye isim takıyorlar. Ne cumhuriyetçi ne de demokrat oldukları tam belli olmayan bu arkadaşların son seçimde gönlünü tabii ki Obama kazanmış. Obama, Batı’da da lider…ne diyebilirim ki…!!!

Bir yandan Halloween bir yandan da Christmas hazırlıklarının yapıldığı soğuk Denver sokaklarında gezinirken, nerdeyse siyahların tek tük görüldüğü bu yerde de Obama’nın kazandığını insan istemeden de olsa düşünüyor. Denver’lı gazeteciler Obama’nın kendileriyle pek fazla ilgilenmediğini söyleseler de ona ‘profesyonel’ demeden geçemiyorlar. Peki, bir lider nasıl profesyonel olur…? Yanıtı kısa: Bara girdiğinde insanların arasına geçer oturur ve sorar “Ne içiyoruz…”........ Yorumu size kalmış!!

6 Ekim 2009 Salı

"Life is what you make it"


Raleigh, Chapel Hil ve Durham, ‘güneyin üçgeni’ olarak biliniyor. Bu üç popüler kent, üniversite gençliğinin, işadamlarının ve yatırımcıların merkezi. North Carolina’nın bu şirin ve canlı kentlerini gezerken, insan biraz Washington’ın sıkıcı politik havasından kurtulduğuna seviniyor, biraz da hırs küplüğünden uzaklaşmış, hayata daha rahat takılan ama ‘fark yaratan’ insanlarla kaynaştığına seviniyor. Üniversite gençliği, North Carolina’da Obama’yla birlikte gelenekleri yıkmış ve Cumhuriyetçiler’e hezimet yaşatmış, Demokratlar’ı iktidara taşımayı başarmış.

Gençler, siyahlar ve hayata umutla bakmak isteyenlerin oylarıyla başarıya ulaşan Obama’nın, North Carolina’daki başarısında, kendisini ‘fark yaratıcı’ imajıyla ortaya koymasının büyük önemi var. Bunu sadece burada aldığımız brifinglerden, akademisyen ve siyasetçilerle yaptığımız tartışmalardan değil, dün akşam bizi evinde ağırlayan Amerikan ailemizde de açıkça gözlemlemek doğrusu hiç fena olmadı. Sahi, neydi fark yaratmak.

“Life is what you make it” ....Belki de doğru çeviremem ama bu, hayatı sen yaratırsın, sen belirlersin anlamına geliyor. Gerçek Amerikalılar için bu felsefe tam bir klasikmiş. Bak, evini tam bir uluslararası müzeye dönüştüren evsahibimiz Sharon, yahudi olduğunu söylüyor ama yahudi lobisine tıkanıp kalmamış, hem bir modacı, hem de bankacı olarak dünyayı dolaştıktan sonra biraz evde oturmaya karar vermiş. Bir yılını da İstanbul’da geçiren bu renkli hanımefendi, şirket sahibi kocasıyla bize yemek hazırlarken, “Hayatın tadını doya doya çıkarın, istediğinizi yapın” diyor. Sonra bunun ne demek olduğunu eve bizimle birlikte evine konuk aldığı insanlardan daha iyi anlıyoruz. Moni, 55 yıllık bir evliliği, bir zamanlar aşık olduğu adam için bitirmiş ve aşkıyla 10 yıl yaşamayı başarmış. Aşkı 10 yıl aradan sonra öldüğünde Moni, kendi kendine “En azından içimde kalmadı” diyerek hayatı hazmetmiş. Hikaye gerçekten üzücü gibi ilk bakışta ama “Hayat,,,hayat...” dedirtiyor. Ve bu insanların son seçimde adresi Obama olmuş....Niye,,,Life is what you make it....Evde, 12 yıllık karısından ayrılıp başka bir adamla beraber olmaya başlayan bir adam daha vardı....Ve o da farklılıktan bahsediyordu....”Manyak mı bunlar ne” diye içimden geçirmedim değil ama .....sonra....insanlar neyi, nerde, nasıl yanlış yaptıklarını ya da neyi, niçin istediklerini zaman içinde keşfedince istediklerini yapmaktan çekinmiyorlar..diye düşündüm.. Ve ülke onları üzmüyor. Çünkü üzüntü geçmişte kalmış....Bu ülkede demokrasi çoğu zaman doğru düzgün işlemese de, insanlar geçmişte verdikleri savaşlardan sonra kazandıkları güçten ilham almayı başarıp, yollarına devam edebiliyorlar.....Belki, ayrıntıları daha sonra yazarım.. Çünkü şimdi yine bir ‘Life is what you make it...’ hikayesi için yola çıkmak zorundayım....

4 Ekim 2009 Pazar

U2....But,,,,the seks was good... :)))))))


Burada halen Bono rüzgarı esiyor. Önce Malta’lı arkadaşımız (adı neydi yaaa, kim bulup dosyayı da yazacak şimdi ) Nathaniel’in odasındaki tüm içkileri bitirdik, sıra şimdi Katalan kızımız Gemma’ın odasındakilere geldi. Nerdeyse güneş doğacak Raleigh’de ama biz halen uyanığız ve şarhoşuz....Aman be Bonoooo,,,,,ne yaptın bize !!!! Yok yok, böylesi cumartesi ne görülmüştür, ne duyulmuştur.

Hafta boyunca Washington’da brifing üstüne brifing alan beynimiz, kendini birden okyanus suyuna bırakınca yeniden canlı olduğunu hissetmeye başladı galiba. Washington’ın güneyindeki bu şirin kentte, Raleigh’de, hava sıcaklığı neredeyse 30 dereceyi gösteriyor. Cumartesi olup da, brifinglerden kurtulunca kendimizi okyanusa attık. Yaaa, ben diyordum kendime...Okyanusların balığıyım diye...Boşuna değil,,,,Bugüne kadar yüzemememin nedeni küçük denizlermiş. Bak okyanusta nasıl da yüzdüm. Tabii burda 16 Avrupalı gazetecinin okyanus sularındaki oyun bilmişliğinin hakkını vermem lazım. Oyun çok zevkli olunca,,,katılıyorum... : ))) Bu okyanus hikayesi sonraya kalsınnnn...Kalsın....Bono geliyor....

Okyanusların balıkları olarak, üniversite gençliğinin merkezi diye bilinen Chapel Hill’e koştuk. Niye...Tabiii Bono’yla buluşmaya. Bu Bono, Türkiye’ye gelecek diye bekleyecek halim yoktu. Hem bak, Avrupa’dan gazeteciler gelmiş dedi ve bizi davet etti. Kırar mıyız onu....Heyecandan kudurduk bilem. İşte VIP olmak budur...Adam 3 metre ötemizde şarkılarını söylerken, bize varolmanın dayanılmaz hafifliğini yaşattı. İşte,,,,benim şarkım çalıyor.... (But I’m still haven’t found what I’m looking for.....))) Bul artık, bulll .....Yok işte, hep aynı, hep aynı....aradığını bulamazsın bir türlü....belki de aradığını zannedersin de....yanılırsın.... !!!!

Bu manyak North Carolina’lılar var ya, deli gibi üşüşüyorlardı stadyuma. Stadyumu nasıl anlatsam ki....Tam bir uzay üssüne çevirmişler U2 için. Onlarca ışık gösterisi. Bono adım attıkça, o güzel pırıltılı tişörtlü arkadaşları gitarlarını çaldıkça, ışıklar üzerimize geliyordu ve sanki onlarla sarılıyorduk. Aslında, böyle de hissetmemize gerek kalmadı ve Bono dibimize düşüp.....benim kulağımaaaa (Only with youu......) bile dedi...Kanacak mıyım bu adama bilemiyorum ama bir zamanlar başucu cd m, U2’lu yıllarıma gittim. Kendisini deli gibi sevdiğim adam sabahın köründe U2 dinlemeye başlar ve “But I’m still haven’t found what I’m looking for” derdi.....Ben de....”Hiç bulamayacaksın” deyip, sabah kahvesinin tadını çıkartırdım...O halen U2 dinliyor ben de, kahvemin tadını çıkartıyorum....Heyyyy,,,benim U2 aşkım, benim sabah kahvem, benim konuşamadığım, benim dokunamadığım, benim çekingenliğim.....Hep sevdiğim, duy beni......Standy by me..... : ))))) Dinle,,,,Bono söylüyorrr.... !!!! Stand by me...

Stadyumda U2 için yapılan ışık gösterisinin ne kadar göz kamaştırıcı olduğunu anlatmam için binlerce fotoğraf çekmek zorunda kaldığımızı söylemem yeterli olur sanırım. Bono, yukardan sallanan ışıklı bir mikrofona tutunup, sallanmak bir yana mikrofonu sallayıp dinleyicilere atışıyla da büyüleyiciydi...Işıklı ceketi, insan hakları mesajları ve “I love you” deyişiyle Bono’ydu, kendiydi...U2’yu, çılgın ama meşhur gazeteci grubumuzun İrlandalı güzeli Shona’nın torpiliyle daha da yakından izlemenin ayrıcalığına erişince aramızda bir de ‘Irish mafia’ espirisi başladı....I love Irish mafia.... !!!!! Shona var ya,,,,,İrlanda’da meşhur bir radyocu ve U2 ne ki,,,,,kimlerle ilişkisi var...Bize şimdi bir Dublin buluşması ayarlayacak.... !!!!! (Kızlar, U2 dibinizdeyse,,,,,,,daha kimler dibinizde olacak...Vaaaay,,,I love Irish mafia.....again )Hem ne dedi Bono.... (Bu akıllı gazeteci grubunu İstanbul'a bekliyorum...Yaniiii, İstanbul'da da U2 için buluşçazz)))

2 saatlik Bono konserinden sonra uyuyamazdık herhalde...Halen içiyoruz, halen müzik dinliyoruz. Bizimle dalga geçer gibi yarın sabaha bir kilise ziyareti programı koymuşlar ama grubun önemli bir bölümü bu programı es geçecek....Sarhoş gazetecilerin, sarhoş müzikleri arasında ve halen kırmızı şarabımı yudumlayarak neler yazıyorum bilmiyorum ama,,,,belki yazdıklarımmmm çok kötü.....çok kötü..... But,,,the seks was goood... : )))))

Katalan gazetecimiz Gemma, sen bu sözü sabah sahile giderken etmiştin yaaaaa.....Yaz da demiştin.....oldu galiba.....But, the seks was good... : )))) Bono etkisiyle uykusuz kaldık,,,,,daha ne yazayım....!!!! SEKS was really good !!!

2 Ekim 2009 Cuma

Personally I'm so excited !


Bu kadar aklı başında, bu kadar entellektüel ve bu kadar da çatlak gazetecinin arasına düşersen olacağı budur Ms. Carly. Sen ki, elalemin eyalet dışından girmek isteyip de asla kabul görmediği North Carolina Üniversitesi’nin Gazetecilik Okulu’na atlayıp, zıplayıp bir şekilde girmişsin gururumuzsun, onurumuzsun. Bilmem, dedikodu yapmaya gerek var mı? Washington’dan otobüsümüze atlayıp da, 4.5 saatlik güzelim yolculuğumuzun sonunda ulaştığımız Raleigh’deki ilk gün için hislerimize senden başka kimse ama kimse tercüman olamazdı: Personally, I’m so excited. (Kişisel olarak çok etkilendim)

Kişiseli mişiseli kalmadı bu işin. Otobüsteki 16 gazeteci, ilk günlerin garipliğinden çoktan sıyrılıp kaynaşma mı dersin, sataşma mı dersin, dedikodu mu dersin, merak mı dersin, ne dersen de marifetini ortaya koymaya başladı. Kusura bakma Vladimir, halen uyku sersemi gibiyim ve seninle içki konusunda yarışamayacağım. Ver şu bilgisayarını da seni bloguma yazacağım. İnanamıyorum, bütün resimlerimi kopya da çektin bu arada. Otobüste de bu kadar içilmez ki kardeşim. Çek misin, nesin ama ülkesindeki televizyonunda kendi özel şovuna sahip Karolina’nın ‘honey’isin. Kıskanıyorlar beni kıskanıyorlar. Hangi toplantıya girsek, konuşmacı söze”hımmm, durun bakiiim…Ben daha önce Türkiye’ye gittim. Aranızda da güzel bir Türk var” diye başlıyor. Herkes Türkiye’ye gelmek istiyor. Acaba yeni evimde ilk önce kimi ağırlasam? Tamam Karolina. Madem çok istiyorsun, gel bakalım.

Bu kadar da olmaz ki arkadaşım. Adam Danimarka’da araştırmacı gazeteci ama asansör fobisi var. Claus, sen yoksa asansörde kızların elini tutmak için mi yapıyorsun bu numarayı. Fobiyi de babasından devralmış….Mış..! yemezler !! Neyse, yakında çözülürsün. Ben geçen sene Letonya’ya gidip, Riga’ya aşık olmuştum ya, Tanrı oradan dünya güzeli bir Mara gönderdi bana. N’oldu Alexandru…Hem bara gelmiyorsun hem de Mara’nın kamerasındaki gece klubündeki çılgınlıklarımızı anlatan fotograf lara ağzının suyunu akıtarak bakıyorsun. Yes, yes…Hem de sandalyelerin üzerinde dansettik. Siyah adamlar da, beyazlardan daha seksiydi ve daha güzel dansediyorlardı. Yok mu bunlardan Romanya’da. Kankilerimizi ilan et tik biraz önce Karolina’yla. İrlanda’nın en tatlı radyocusu Shona ile otelin dışında buluşup, kırmızı şaraplarımızı içtik. Raleigh’de gezmediğimiz televizyon stüdyosu, radyo, gazete kalmayınca, yorgunluktan kendimizi zar zor attığımız alışveriş merkezinde yeniden toparlandık. Alışveriş manyaklığımızı anlatmayacağım. Utanıyorum!!!

Adam Sırp ama bu gazetecilik programına Kosova’yı temsilen katılmayı başarmış. Goran, Amerika’nın tanıdığı Kosova’ya böcek muamelesi yapıyor. Dövemiyorum, çünkü uzun ve kıvırcık saçlarıyla çok tatlı. Hem bana limuzinle yaptığımız gazete ve televizyon ziyaretlerinde refaket ediyor hem de Vladimir’in içkileri tek başına bitirmesine engel oluyor. Goran’la Amerikalı gazeteciler röportaj yapmak için sıraya gir ince en çok İspanyol, pardon Katalan Gemma kıskandı. Kız, illa ki Katalan olduğunu vurgulayacak her fırsatta. Vurgula canım,,,Basın, burda sonuna kadar özgür. Daha aramızda bir Norveçli, bir İsviçreli, Alman güzelimiz var. Offf 16 tanesiniz, hepinizin dedikodusunu aynı anda yapamam. Kafa kafaya vurunca ve tüm marifetlerinizi sergileyince tabii ki Carly’i etkilediniz. Carly, radyo ziyaretinin ardından bizi ağırlayan gazeteciye ‘Personally I’m so excited’ dediğinde de koptunuz di miiii….Tamam, sıkıştırmayın kızı artık bu sözlerle….”Personally I’m so excited’……Oooo, kızlar …! Bu kadar dedikodu ayıp mı oldu ne !!!! XOXO Gossip Girls !!!

Öne Çıkan Yayın

Aradığınız sakinliğin adresini veriyorum : Göynük

Kaçıp, gitme dürtüsünün içimizi günde milyon kez yokladığı, dahası içimizi zonklattığı dönemler bunlar. Hep bir mayhoşluk, hep bir serse...