Her diplomat sevilmez. Hatta, çoğu sevilmez. "Ama bu durum, her meslek için geçerlidir" notu düşeyim de baştan, sonra bir de alıngan diplomatlarla uğraşmayayım. Her gazeteci de sevilmez tabii... Ama, kimisi çok sevilir. Sadece müsteşar yardımcısı olduğu için değil, sadece Londra'ya büyükelçi atandığı için değil, sadece çok başarılı, çok ince olduğu için değil. Evet, zor ama sadece Ünal Çeviköz olduğu için sevilen vardır. Sadece kendi olarak kalmayı başarmış bir büyükelçi olduğu için sevilen.
Ankara Palas'ta onu Londra'ya uğurlamak için toplanan onlarca insanın ortak noktası buydu bence. Çoğu artist diplomata burun kıvıran birçok arkadaşım, zariflik edip ona tüm içtenlikleriyle küçük hediyeler sunuyordu. Gazze'ye yardım konvoyuna İsrail güçlerince düzenlenen saldırılardan sonra evinden çıkamaz duruma düşen İsrail'in Bergama kökenli Ankara Büyükelçisi Gaby Levy, kocaman bir kahkaha atıp "Ünal çok başka... Çok başka insan" diyordu. Türkçesi ortalama bir Türk'ü sollamış Amerika'nın Ankara Büyükelçisi James Jeffrey, "Çok tatlı arkadaştır Ünal. Çok şeker bir diplomattır o" diye tanımlıyordu, Ünal Çeviköz'ü.
Sen böyle en zor yerlerde, en zor günlerde diplomatlık yap ve kimseyi incitme. Bu kadar zarif ve yakışıklı ol, bu kadar yetenekli. 2006'da Bağdat'ta suikaste uğra ama sapasağlam ayakta kal. Tanrı'nın sevgili diplomatı. Hem kadınları, hem erkekleri hayran bırak kendine, çalışmalarına. Ben, "Nedir bu durum" diye muzip muzip gülümseyip, sorular atarken ortalıktakilere, pastayı ağzıma tıkayan,, (kimdin sen yaaa,,,) "Adam gibi adam da ondan. Pasta ye, kendine gel" diye tasvirimi kesti. Ama bak, ama bak... Ben ki, onlarca brifingin yanısıra klasik müzik konserlerini paylaştığım, filmlerden, kitaplardan, yemeklerden konuştuğum Ünal Çeviköz'ü, Londra'ya uğurluyorum. Güzel Londra'ya. Kısacası; Londra'da süper bir Türk Büyükelçi arkadaşımız olacağı için gururluyuz, mutluyuz. Ünal Bey,,, Londra'da görüşürüz...
30 Haziran 2010 Çarşamba
23 Haziran 2010 Çarşamba
Monsieur /Mr. Mevlut Çavuşoğlu....Avrupa Konseyi'nde bir Türk başkan, mösyö Çavuşoğlu
Oturumu açıyorummm, aaaçtım ! Şu zihninizi allak-bullak etmeye çalışan "Türkiye’nin ekseni mi kayıyor, Türkiye Batı’ya değil de, Doğu’ya mı gidiyor" sorularıyla başlayan tartışmalara aldırış etmeyin lütfen. Gerçek Türkiye’nin yapacak çok işleri var. Demokrasi, hak, hukuk, adam gibi yaşam standardı değil mi aradığımız. Medeniyet ve kalitenin peşinden koşuyoruz. Koşanlara, gönülden destek oluyoruz. Gerisi, gerçekten safsata. !
Avrupa Konseyi’nin yasama organı niteliğindeki Parlamenterler Meclisi’nin başkanlığını Ocak 2010’dan beri yürüten Mevlüt Çavuşoğlu ile birlikte, konseydeyiz. Hişşşt, ses yapmayın.. Çok ciddi bir durum var ortada. Avrupa Konseyi, 1949’da kuruluyor. Türkiye de kurucu üye. Evet, Avrupa’dayız. Konseyin parlamenterler meclisinin başına bugüne kadar bir Türk parlamenter, nedense seçilemiyor.( Uyuz diyorum size bu Avrupalılar. Gürültü yok Hilal, devam, devam… ) Hatta başkanlık koltuğuna hep Batı Avrupalı parlamenterler oturtuluyor. 5 Fransız, 4 İngiliz, 3 İspanyol, 2 Alman, 2 Hollandalı, 2 Belçikalı, 2 Avusturyalı, 1 Danimarkalı, 1 İsveçli ve de 1 İsviçreli, başkanlık koltuğunda boy göstermiş bugüne kadar. Ama şimdi, ama şimdiiii.... “Viyana’nın doğusundan bir ülkeden” yani Türkiye’den seçilmiş bir başkan var ortada. O biiiiirrrr Radikal,,,, O birrrrr Türk !
Valla bir "koltuğum kabardı" durumu sözkonusu. Mevlüt Çavuşoğlu’nun Avrupa Konseyi’nde Parlamenterler Meclisi Başkanı olarak nasıl çalıştığını hepinizin görmesini isterdim. Açın televizyonları açın, gazeteleri okuyun. Hatta daha kolayı var. Blogum hizmetinizde. “Hiii, öcü İslam” korkusunun dalga dalga yayıldığı bir Avrupa ortamında müslüman bir Türk, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi başkanlığına seçiliyor. Çünkü, Mevlüt Bey’in çalışkanlığı, aktifliği dillere destan bu alemde. Ayrıca, 11 Eylül olayları sonrasında Avrupa Konseyi, dinlerarası diyaloğun Avrupa’daki düşünsel merkezi olarak tanımlanmış. Benim gibi bir Radikal’e bile tolerans gösteren Mevlüt Bey’in, dinlerarası diyalogda başarıya ulaşacığına eminim arkadaşlar. Altına imza atıyorum. Ortada ciddi bir tolerans var. Bana ‘kendini beğenmiş’ deyin, 40 yıl küserim size ama Mevlüt Bey “PKK, daha çok büyük boyutlu saldırılar gerçekeştirmedi. Kınamaya değmez” diye düşünen Avrupa Konseyi’nin Norveç’li uyuz Genel Sekreteri Thorbjorn Jagland’a bile, büyük bir olgunlukla Türkiye’nin ve dünyanın gerçeklerini anlatmaya çalışıyor. Ben olsam, valla çarpardım o herife...Ankara’ya gelecekmiş zaten, icabına bakacağım onun ben, merak etmeyin.
Çavuşoğlu'nun bu anlı-şanlı göreve seçilmesinin ardından, Kasım 2010'da Türkiye, Avrupa Konseyi'nin karar organı bakanlar konseyinin dönem başkanlığını altı ay süreyle devralacak. Şöylee, güzel bir parmak hareketiyle Avrupa’ya eksen nedir gösterebiliriz değil mi... Bence evet. Avrupa’nın kalbinde, Strasburg’da Avrupa Konseyi’nde ‘aslanlar gibi çalışan’ bir başkanımız var. Bi dakka, bi dakka, bu nasıl bir çalışkanlık. Ahan da okuyorum. 1968 doğumlu Çavuşoğlu, bugüne kadar Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Başkanı seçilmiş en genç Avrupalı parlamenter. Yurt içinde AK Parti Dış İlişkiler Koordinatör Başkan vekilliği ve Türkiye-ABD Parlamentolararası Dostluk Grubu Başkanlığı görevlerini yürütüyor. Avrupa’daki parlamenterler meclisinde ise Siyasi İşler ve Denetim Komisyonu üyelikleri, Belarus Alt Komitesi üyeliği, Göç Komisyonu Alt Komite Başkanlığı, “1932-1933 Yılları Arasında Ukrayna’da Kıtlığın Sebep Olduğu Kitlesel Ölümlerin Uluslararası Düzeyde Kınanması (Holodomor) ve Eski SSCB’de kitlesel kıtlığın 75. yıldönümü” başlıklı raporun raportörlüğü ve AKPM’de en büyük üçüncü grup olan Avrupa Demokratlar Grubu Başkan Yardımcısı ve Sözcülüğü yapıyor. Allah’ım hepimize böyle bir CV… Amin..!!
Avrupa Konseyi’nin yasama organı niteliğindeki Parlamenterler Meclisi’nin başkanlığını Ocak 2010’dan beri yürüten Mevlüt Çavuşoğlu ile birlikte, konseydeyiz. Hişşşt, ses yapmayın.. Çok ciddi bir durum var ortada. Avrupa Konseyi, 1949’da kuruluyor. Türkiye de kurucu üye. Evet, Avrupa’dayız. Konseyin parlamenterler meclisinin başına bugüne kadar bir Türk parlamenter, nedense seçilemiyor.( Uyuz diyorum size bu Avrupalılar. Gürültü yok Hilal, devam, devam… ) Hatta başkanlık koltuğuna hep Batı Avrupalı parlamenterler oturtuluyor. 5 Fransız, 4 İngiliz, 3 İspanyol, 2 Alman, 2 Hollandalı, 2 Belçikalı, 2 Avusturyalı, 1 Danimarkalı, 1 İsveçli ve de 1 İsviçreli, başkanlık koltuğunda boy göstermiş bugüne kadar. Ama şimdi, ama şimdiiii.... “Viyana’nın doğusundan bir ülkeden” yani Türkiye’den seçilmiş bir başkan var ortada. O biiiiirrrr Radikal,,,, O birrrrr Türk !
Valla bir "koltuğum kabardı" durumu sözkonusu. Mevlüt Çavuşoğlu’nun Avrupa Konseyi’nde Parlamenterler Meclisi Başkanı olarak nasıl çalıştığını hepinizin görmesini isterdim. Açın televizyonları açın, gazeteleri okuyun. Hatta daha kolayı var. Blogum hizmetinizde. “Hiii, öcü İslam” korkusunun dalga dalga yayıldığı bir Avrupa ortamında müslüman bir Türk, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi başkanlığına seçiliyor. Çünkü, Mevlüt Bey’in çalışkanlığı, aktifliği dillere destan bu alemde. Ayrıca, 11 Eylül olayları sonrasında Avrupa Konseyi, dinlerarası diyaloğun Avrupa’daki düşünsel merkezi olarak tanımlanmış. Benim gibi bir Radikal’e bile tolerans gösteren Mevlüt Bey’in, dinlerarası diyalogda başarıya ulaşacığına eminim arkadaşlar. Altına imza atıyorum. Ortada ciddi bir tolerans var. Bana ‘kendini beğenmiş’ deyin, 40 yıl küserim size ama Mevlüt Bey “PKK, daha çok büyük boyutlu saldırılar gerçekeştirmedi. Kınamaya değmez” diye düşünen Avrupa Konseyi’nin Norveç’li uyuz Genel Sekreteri Thorbjorn Jagland’a bile, büyük bir olgunlukla Türkiye’nin ve dünyanın gerçeklerini anlatmaya çalışıyor. Ben olsam, valla çarpardım o herife...Ankara’ya gelecekmiş zaten, icabına bakacağım onun ben, merak etmeyin.
Çavuşoğlu'nun bu anlı-şanlı göreve seçilmesinin ardından, Kasım 2010'da Türkiye, Avrupa Konseyi'nin karar organı bakanlar konseyinin dönem başkanlığını altı ay süreyle devralacak. Şöylee, güzel bir parmak hareketiyle Avrupa’ya eksen nedir gösterebiliriz değil mi... Bence evet. Avrupa’nın kalbinde, Strasburg’da Avrupa Konseyi’nde ‘aslanlar gibi çalışan’ bir başkanımız var. Bi dakka, bi dakka, bu nasıl bir çalışkanlık. Ahan da okuyorum. 1968 doğumlu Çavuşoğlu, bugüne kadar Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Başkanı seçilmiş en genç Avrupalı parlamenter. Yurt içinde AK Parti Dış İlişkiler Koordinatör Başkan vekilliği ve Türkiye-ABD Parlamentolararası Dostluk Grubu Başkanlığı görevlerini yürütüyor. Avrupa’daki parlamenterler meclisinde ise Siyasi İşler ve Denetim Komisyonu üyelikleri, Belarus Alt Komitesi üyeliği, Göç Komisyonu Alt Komite Başkanlığı, “1932-1933 Yılları Arasında Ukrayna’da Kıtlığın Sebep Olduğu Kitlesel Ölümlerin Uluslararası Düzeyde Kınanması (Holodomor) ve Eski SSCB’de kitlesel kıtlığın 75. yıldönümü” başlıklı raporun raportörlüğü ve AKPM’de en büyük üçüncü grup olan Avrupa Demokratlar Grubu Başkan Yardımcısı ve Sözcülüğü yapıyor. Allah’ım hepimize böyle bir CV… Amin..!!
22 Haziran 2010 Salı
Les tam-tam, la musique et Strasbourg...! En uzun gün ve ilk gece : STRASBURG
Bir Alman olmuşlar tarih boyunca, bir Fransız. Pek bir Avrupai havaları var ama yine de bir yavanlık hakim bu yüzlerde. Hadi, hemen girişte çok eleştiri oku fırlatmayayım da Fransa ve Almanya’nın sınırında yaşayan bu Strasburg’luları kucaklamaya çalışayım. Önyargıyı bırak Hilosh, bırak... Bak; 21 Haziran, kuzey yarımkürenin en uzun günü. Yaza giriyoruz. Herkes bir şenlensin, bir açılsın, dökülsün hatta saçılsın.
Sen böyle hafiften dalga mı geçersin ! Al sana, müzik bayramı. 1982’den beri tüm Fransa, 21 Haziran akşamı sokaklara dökülüyormuş. Yazın gelişi kutlanıyor. Dökülen dökülene. Dar, uzun, çiçekli, arnavut kaldırımlı, şirine sokaklardan geç geçebilirsen. Her sokak kenarında, ortasında müzik grupları alabildiğince bağırıyor. Sene boyunca suskun, içi geçmiş kalmış bu zavallılar bugün kendilerini aşıyor işte. Her ses var, her renk. Tam-tam’lar, davullar, zurnalar, gaydalar...hatta..ha ha ha..vuvuzelalar... Tüm Strasburg, açık hava konseri havasında. Yerde, gökte her çeşit melodi...
Buraya bu çok sesliliği de ben mi getirdim nedir!!! Diplomat ve gazeteci arkadaş grubumda yükselen “Narsist Hilal” esprilerine hiç aldırış etmeden söyleyeceğim işte. Her zaman akşam 8.5’tan sonra inlerin, cinlerin top oynadığı bu sokaklarda şimdi neşe, çalgı, dans ve özgürlük var. Ben diyorum size, benim ayağımda bereket var...(Ben narsist olmayacağım da kim olacak. Eminim bu gece de sokağa çıkacağız ve sokak hepimizi şaşırtacak. Bahse bile girerim)
Garsonlar hizmetten anlamıyor. Fransız milleti soğuk ve uyuz. Gelip de sana ‘ne içersin, ne yersin’ diye soran yok. Veriyorsun bir sipariş, bekle Allah bekle. Pizza-lahmacun kırması bir Tartes flambees (tart flambe) yapmışlar, meşhur etmişler. İnce bir hamur, üzerinde erimiş peynir, rendelenmiş domuz eti falan, filan...biraz da mantar. Yazık yaa, bu ecnebilerin neden Türk mutfağına hayran olduğunu daha iyi anlıyorum. Bu garip pizzamsı, pidemsi şeyin yanında Allah’tan yeryüzünde soğuk içilen nadir kırmızı şaraplardan Alsace (Alsaz) şarabı içiyorsun da, ne yediğini anlamıyorsun. Ve üstüne neyse ki Creme brulee.. !
Yine de, yine de..çok şirinsin Strasburg. Gökyüzü hep aydınlık. Uzayıp giden, geniş parklar. O kadar çok milletten insanı bağrına basan bir Avrupa Konseyi. Evet Kayhan Karaca haklı. Burası bir demokrasi okulu. Ben ilk dersi geçtim, haberiniz olsun. Çok da yenilir, içilir olmasa da Fransız mutfağına çok burun kıvırmadım. Hafif yağmurlu sokaklarda bugün güneş daha bir parlak. Yaz geldi... Geçmeden, haydi hep birlikte tadını çıkaralım, haydi...
Sen böyle hafiften dalga mı geçersin ! Al sana, müzik bayramı. 1982’den beri tüm Fransa, 21 Haziran akşamı sokaklara dökülüyormuş. Yazın gelişi kutlanıyor. Dökülen dökülene. Dar, uzun, çiçekli, arnavut kaldırımlı, şirine sokaklardan geç geçebilirsen. Her sokak kenarında, ortasında müzik grupları alabildiğince bağırıyor. Sene boyunca suskun, içi geçmiş kalmış bu zavallılar bugün kendilerini aşıyor işte. Her ses var, her renk. Tam-tam’lar, davullar, zurnalar, gaydalar...hatta..ha ha ha..vuvuzelalar... Tüm Strasburg, açık hava konseri havasında. Yerde, gökte her çeşit melodi...
Buraya bu çok sesliliği de ben mi getirdim nedir!!! Diplomat ve gazeteci arkadaş grubumda yükselen “Narsist Hilal” esprilerine hiç aldırış etmeden söyleyeceğim işte. Her zaman akşam 8.5’tan sonra inlerin, cinlerin top oynadığı bu sokaklarda şimdi neşe, çalgı, dans ve özgürlük var. Ben diyorum size, benim ayağımda bereket var...(Ben narsist olmayacağım da kim olacak. Eminim bu gece de sokağa çıkacağız ve sokak hepimizi şaşırtacak. Bahse bile girerim)
Garsonlar hizmetten anlamıyor. Fransız milleti soğuk ve uyuz. Gelip de sana ‘ne içersin, ne yersin’ diye soran yok. Veriyorsun bir sipariş, bekle Allah bekle. Pizza-lahmacun kırması bir Tartes flambees (tart flambe) yapmışlar, meşhur etmişler. İnce bir hamur, üzerinde erimiş peynir, rendelenmiş domuz eti falan, filan...biraz da mantar. Yazık yaa, bu ecnebilerin neden Türk mutfağına hayran olduğunu daha iyi anlıyorum. Bu garip pizzamsı, pidemsi şeyin yanında Allah’tan yeryüzünde soğuk içilen nadir kırmızı şaraplardan Alsace (Alsaz) şarabı içiyorsun da, ne yediğini anlamıyorsun. Ve üstüne neyse ki Creme brulee.. !
Yine de, yine de..çok şirinsin Strasburg. Gökyüzü hep aydınlık. Uzayıp giden, geniş parklar. O kadar çok milletten insanı bağrına basan bir Avrupa Konseyi. Evet Kayhan Karaca haklı. Burası bir demokrasi okulu. Ben ilk dersi geçtim, haberiniz olsun. Çok da yenilir, içilir olmasa da Fransız mutfağına çok burun kıvırmadım. Hafif yağmurlu sokaklarda bugün güneş daha bir parlak. Yaz geldi... Geçmeden, haydi hep birlikte tadını çıkaralım, haydi...
18 Haziran 2010 Cuma
Behzat... Senin ne işin var ölümle?
"Ben ölüm yazısı yazamam" derdim kesin. Behzat da "Sen miiiii" diye çıkışırdı.Yapamayacağım, yazamayacağım yoktur. Elimden bir uçan, bir kaçan kurtulur. Yapma Behzat, yapma. Çok gazlıyorsun beni. O, bin yıllık bira borcumu da hatırlatmazsan olmaz değil mi her seferinde. Ya diyette olurum, ya resepsiyonda, ya yemekte. İyi de şekerim, bira senin neyine? Şu çirkin sakallarını bile kesmekten acizsin. Haaaa, küsüyor musun. Küsersen küs. Ama sen kıyamazsın bana. Küsemezsin. Küs diye ısrar ederim, yine küsmezsin. Tamam Behzat. Nescafe'ni getirdim. Diğerleri de yolda. Ama haberin olsun, bira göbek yapıyor. Uffff, çek şu fotoğraf makinesini üzerimden, çek.
Behzat böyle ısrarlıdır işte, sevmek ve paylaşmak için. En sonunda çeker bir fotoğrafımı, karşılıklı gülüşmeye başlarız. "Kal" diye ısrar eder, kalırım zaman zaman. Geceleri fakstan çıkan iğrenç ses, susmak bilmeyen telefonlar, televizyonun garip görüntüleri, "Alooo, İstanbul ! Tamam gönderiyorum haberleri" stresi...Her gün Kebap 44 menüsü, akşam yemeği için. Ama bilgisayarın ekranında küçük kamera var. Nedret, Helin ve Mustafa kameradan el sallıyor. "Ben de seni seviyorum Helinn, ben de seni seviyorum Mustafa"... Gecenin tüm stresi varsa, aile de var. Bak, yine telefon çalıyor. Bu telefonlar susmaz ama, Behzat'ın haberler kadar sevgiye, sevdiklerine ayıracak vakti hep vardır. Hep yaratır o, hep yaratır. Gerçek gazetecidir çünkü. Lunapark'ın keyfini Mustafa'yla, tiyatronun keyfini Helin'le çıkarır. 30 yıl öncesinin arkadaşlarını internette buluşturur. Bir küser, bir barışır ama paylaşmaktan asla vazgeçmez.
Oturup da, "Behzat yok" diye gece nöbeti mi tutuyorum şimdi gazetede. Evet, tutuyorum. Telefon çaldı. Mersin'den üniversite son sınıf öğrencisi Deniz arıyor. "Ben kardeşiyim Behzat'ın" diyor. Zaten çok sinirliyim, zaten çok bozuğum Behzat'ın ölümüne. Ağlayan kız çocuğuna, aptal aptal yanıt veriyorum. Diyorum ki, Behzat'ın kendinden küçük kardeşi yok. Sonra bu şeker kız, bir ödevini yaparken Radikal'i aradığını ve Behzat'a yönlendirildiğini anlatıyor. Behzat'la yapmışlar ödevini ve tam iki yıldır telefonlaşıyorlarmış. İyi de, derdin ne senin, şeker kız? "O benim manevi kardeşimdi. Telefonlarda hep bana destek oldu, gazetecilik okuyorum ve sorunlarımı ona danışıyorum. Bana gazeteciliği öğretiyordu. Peki ben şimdi kiminle konuşacağım. Öldüğü haberi doğru mu? Tamam Hilal abla, Behzat Abi için yazdığım şiiri sana gönderebilir miyim. Ver bana cep telefonunu, ilk dörtlüğünü göndereceğim..."
"Karanlık dünyalara gülümsedin / Üstüne, kardeş diye benimsedin / Girilmez, izbe hanlara girdin / Der misin şimdi, 'onları da benimsedim'?..."
Böyle geldi şiirin ilk dörtlüğü. Dahası da gelecek. Behzat, neler oluyor? Şaka mı bunlar? Yazamıyorum ben ölüm yazısı, yazamıyorum. Senin ne işin var ölümle, ne işin var?
Behzat böyle ısrarlıdır işte, sevmek ve paylaşmak için. En sonunda çeker bir fotoğrafımı, karşılıklı gülüşmeye başlarız. "Kal" diye ısrar eder, kalırım zaman zaman. Geceleri fakstan çıkan iğrenç ses, susmak bilmeyen telefonlar, televizyonun garip görüntüleri, "Alooo, İstanbul ! Tamam gönderiyorum haberleri" stresi...Her gün Kebap 44 menüsü, akşam yemeği için. Ama bilgisayarın ekranında küçük kamera var. Nedret, Helin ve Mustafa kameradan el sallıyor. "Ben de seni seviyorum Helinn, ben de seni seviyorum Mustafa"... Gecenin tüm stresi varsa, aile de var. Bak, yine telefon çalıyor. Bu telefonlar susmaz ama, Behzat'ın haberler kadar sevgiye, sevdiklerine ayıracak vakti hep vardır. Hep yaratır o, hep yaratır. Gerçek gazetecidir çünkü. Lunapark'ın keyfini Mustafa'yla, tiyatronun keyfini Helin'le çıkarır. 30 yıl öncesinin arkadaşlarını internette buluşturur. Bir küser, bir barışır ama paylaşmaktan asla vazgeçmez.
Oturup da, "Behzat yok" diye gece nöbeti mi tutuyorum şimdi gazetede. Evet, tutuyorum. Telefon çaldı. Mersin'den üniversite son sınıf öğrencisi Deniz arıyor. "Ben kardeşiyim Behzat'ın" diyor. Zaten çok sinirliyim, zaten çok bozuğum Behzat'ın ölümüne. Ağlayan kız çocuğuna, aptal aptal yanıt veriyorum. Diyorum ki, Behzat'ın kendinden küçük kardeşi yok. Sonra bu şeker kız, bir ödevini yaparken Radikal'i aradığını ve Behzat'a yönlendirildiğini anlatıyor. Behzat'la yapmışlar ödevini ve tam iki yıldır telefonlaşıyorlarmış. İyi de, derdin ne senin, şeker kız? "O benim manevi kardeşimdi. Telefonlarda hep bana destek oldu, gazetecilik okuyorum ve sorunlarımı ona danışıyorum. Bana gazeteciliği öğretiyordu. Peki ben şimdi kiminle konuşacağım. Öldüğü haberi doğru mu? Tamam Hilal abla, Behzat Abi için yazdığım şiiri sana gönderebilir miyim. Ver bana cep telefonunu, ilk dörtlüğünü göndereceğim..."
"Karanlık dünyalara gülümsedin / Üstüne, kardeş diye benimsedin / Girilmez, izbe hanlara girdin / Der misin şimdi, 'onları da benimsedim'?..."
Böyle geldi şiirin ilk dörtlüğü. Dahası da gelecek. Behzat, neler oluyor? Şaka mı bunlar? Yazamıyorum ben ölüm yazısı, yazamıyorum. Senin ne işin var ölümle, ne işin var?
12 Haziran 2010 Cumartesi
Waka Waka... This time for Africa...!!! Haydi futbol, haydi...
Ben bayılırım çikolataya. Bitter'dir tercihim hep. Sade kahvenin yanında, acılaşır da acılaşır dilim, damağım. Derin bir haz, uzanır gider her seferinde. Tenimin en ince yerlerine. Pek severim bu hallerimi, pek... Waka, waka. This time for Africa...!!! Derkennn, şov başlamıştır... Haydi kaynaş bakalım gerçek çikolatalarla. Hem beyazı, hem sütlüsü, hem bitter'i burada. Zakumi burada, Rene burada, Sarel burada, Letta burada, Moi burada... Afrika burada, Shakira da burada...
Yağmur deli gibi, çocuk gibi, bir küskün bir barışık gibi yağsa da, tüm çikolatalar çoktan kaynaşmıştı. Haydi ıslatalım, kupayı. 2010 Dünya Futbol Kupası başlamış mıdır, başlamıştır. Burası Ankara'ysa, Almanya Büyükelçiliği'nin en güzel yeri de bahçedir, bu bahçedir. Yağmur bıkmadan yağarken, dev ekranda beliren Johannesburg sokaklarıdır. İşte, açılış maçı. Meksika, Güney Afrika... Go, Bafana Bafana (Güney Afrika milli futbol takımı).
Hiç bıkmadan danseden, dansetmeyip uçan bu Afrikalılar'a uymayan ne olsun. Hiiişt, herkes çikolata olsun. Herkes Hiloş olsun. Belki anlaşılıyor bu yazıdan, geceden kalma dansöz olduğum. Olsun, olsun. Hep böyle olsun. 2010 Dünya Kupası'nı açıyoruz, boru mu. Yok değil, vuvuzela. Vuvuzela'nın ne olduğunu halen bilmiyorsanız, gidin bi daha okuyun "Lets make noise" başlıklı yazımı. Şimdi vuuuuuuu, vuuuuuuuuuu....hepinize vuuuuuuuu....Almanya ve Meksika büyükelçilikleri kupanın açılışı onuruna parti düzenliyorsa, bi daha vuuuuuuuu....
Bir bitter yedim, kahvenin yanında şimdi. Size o güzelim yağmurlu, ışıklı, danslı, aşklı partiden sonra ciddi ama kısa bilgiler de sunayım. Hani daha önce öğretmiştim ya size Güney Afrika'da 11 farklı dil kullanılıyor diye. Hani geçenlerde Dışişleri Bakanı Davutoğlu "Kak Barzani" diye sevgi sunmuştu ya, bizim Kürt Barzani'ye. Kak, abi demekti ya Kürtçe. Afrika'daki dillerden biri de Afrikan. Afrikanca'da "Kak" ne demekmiş biliyo musunuz: Bok. Valla, Rene söyledi. Ben hiç terbiyesizlik eder miyim yoksa Barzani'ye. Tamam tamam, daha ciddi bir bilgi: 1930'da Amerika Kıtası'nda Uruguay'da başlayan Dünya Kupası macerası bugüne kadar Avrupa, Asya ve Amerika kıtaları arasında dolaşırken, Güney Afrika ile ilk kez kara kıtaya ulaşmış oldu. Türkiye yok kupada, yok. Ne olacak bu memleketin hali diye kafayı kaşıyanlar, harekete geçsin... Yoksa, vakaaa!!! Elimde acı gerçekler, bitter bilgiler var... Tamam tamam, bozmayacağım kupa keyfinizi. Tadını çıkarın. Waka, Waka...! This time for Africa.. !
Yağmur deli gibi, çocuk gibi, bir küskün bir barışık gibi yağsa da, tüm çikolatalar çoktan kaynaşmıştı. Haydi ıslatalım, kupayı. 2010 Dünya Futbol Kupası başlamış mıdır, başlamıştır. Burası Ankara'ysa, Almanya Büyükelçiliği'nin en güzel yeri de bahçedir, bu bahçedir. Yağmur bıkmadan yağarken, dev ekranda beliren Johannesburg sokaklarıdır. İşte, açılış maçı. Meksika, Güney Afrika... Go, Bafana Bafana (Güney Afrika milli futbol takımı).
Hiç bıkmadan danseden, dansetmeyip uçan bu Afrikalılar'a uymayan ne olsun. Hiiişt, herkes çikolata olsun. Herkes Hiloş olsun. Belki anlaşılıyor bu yazıdan, geceden kalma dansöz olduğum. Olsun, olsun. Hep böyle olsun. 2010 Dünya Kupası'nı açıyoruz, boru mu. Yok değil, vuvuzela. Vuvuzela'nın ne olduğunu halen bilmiyorsanız, gidin bi daha okuyun "Lets make noise" başlıklı yazımı. Şimdi vuuuuuuu, vuuuuuuuuuu....hepinize vuuuuuuuu....Almanya ve Meksika büyükelçilikleri kupanın açılışı onuruna parti düzenliyorsa, bi daha vuuuuuuuu....
Bir bitter yedim, kahvenin yanında şimdi. Size o güzelim yağmurlu, ışıklı, danslı, aşklı partiden sonra ciddi ama kısa bilgiler de sunayım. Hani daha önce öğretmiştim ya size Güney Afrika'da 11 farklı dil kullanılıyor diye. Hani geçenlerde Dışişleri Bakanı Davutoğlu "Kak Barzani" diye sevgi sunmuştu ya, bizim Kürt Barzani'ye. Kak, abi demekti ya Kürtçe. Afrika'daki dillerden biri de Afrikan. Afrikanca'da "Kak" ne demekmiş biliyo musunuz: Bok. Valla, Rene söyledi. Ben hiç terbiyesizlik eder miyim yoksa Barzani'ye. Tamam tamam, daha ciddi bir bilgi: 1930'da Amerika Kıtası'nda Uruguay'da başlayan Dünya Kupası macerası bugüne kadar Avrupa, Asya ve Amerika kıtaları arasında dolaşırken, Güney Afrika ile ilk kez kara kıtaya ulaşmış oldu. Türkiye yok kupada, yok. Ne olacak bu memleketin hali diye kafayı kaşıyanlar, harekete geçsin... Yoksa, vakaaa!!! Elimde acı gerçekler, bitter bilgiler var... Tamam tamam, bozmayacağım kupa keyfinizi. Tadını çıkarın. Waka, Waka...! This time for Africa.. !
10 Haziran 2010 Perşembe
Monşer diplomasisine SON...
Aslında bugün Başbakan Erdoğan’ın ‘monşerler’ diye ikide bir yere çaldığı kesimin kimler olduğunu daha iyi anladım. Hiç de Dışişleri Bakanlığı’nda harıl harıl çalışan diplomatları kastetmiyordu. Bir zamanların ‘halktan kopuk, kendini yükseklerde gören’ diplomatlarından da sözetmiyordu. Onlar çoktan tarih olmuştu. Olsaydı, ben de birine rastlar, buraya yazardım. Haa, dün bir tanesi televizyondaydı. İnal Batu. Bakan Davutoğlu’nun ‘stratejik derinlik’ kitabıyla dalga geçip, Türkiye’nin ‘stratejik bir sığlıkla’ BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a yaptırım karar tasarısına ‘hayır’ oyu kullandığını söylüyordu. Türkiye, Amerika ne derse onu yapmalıymış. Dünyayı karşısına almamalıymış. Nesine güvenmiş de, ‘hayır’ oyu kullanmış. Her cümlesi ayrı klişe... Not alıp, gazeteye haber yapayım diye düşündüm ama sonra hiçbir cümlesini yanyana getirip de,mantıklı bir metin oluşturamadım.
Bu ‘monşer’lerin, yani Erdoğan’ın sözünü ettiği kesimin temsilcileri her yerde. Bunlar at gözlükleriyle etrafa bakmakta ısrar eden, evrendeki değişim ve devinimden bihaber, sadece kendi düşündüklerinin doğru olduğunu düşünen tipler. Farklı görüş, düşünce ve duruşa tahammülü olmayan tipler. Dediğim dedikçi tipler. Olayları analiz edip, eleştirirken illa ki iğne, hatta çuvaldız batırmayı, kanatmayı seven tipler. “Al sana da böyle geçiriyorum” diye, oturduğu yerden gazel okuyanlar.
“Yalnız kalabilirim, hatta hiç dostum olmayabilir. Eğer doğru bildiğimi yapıyorsam, yalnızlık kimin umurunda...” İşte bu sözleri size Amerika’nın ilk siyahi lideri Barack Obama’nın “Babam ve Hayaller” kitabından yazıyorum. Amerika’da ırkçılığın kol gezdiği dönemlerde, doğru bildiğinden şaşmayan, özgürlük ve eşitlik için tüm nefesiyle çalışan bir grup ‘kutsal insan’dan sözediyor Obama, bu kitabında. En çok da Kenyalı babasından. Daha çok, “siyahların da sözü dinlenebilir” inancından şaşmayan beyaz Amerikalı yakınlarından. Yüksek kalitede bir Batılı olduğunu düşündüğüm bir arkadaşım, seçim kampanyasından hemen önce “Amerikalılar, asla bir siyahı başkan seçmez” yargısındaydı. İnsanlara bakarken ‘siyah-beyaz’ diye düşündüğünü, hayretle görüp ona koca bir ‘byeeee’ demiştim. O siyahi, o babası Kenyalı, bugün Amerika’nın ilk siyahi lideri. Barack Obama.
Neymiş efendim. BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a yaptırım karar tasarısına ‘hayır’ oyu veren Türkiye yalnız kalacakmış. Tahran’la uranyum takası imzalayan Türkiye, konseyde çekimser oy kullanmalıymış. Başbakan Erdoğan, Dışişleri’ndeki diplomatlara kızgınmış. Kendisini yanlış yönlendirdiklerini düşünüyormuş. O yüzden “Gidin, konseyde ‘hayır’ deyin” demiş. Türkiye’nin İran’la ne işi varmış. Türkiye, İran’a yaptırım kararını nasıl uygulayacakmış? Dünyadaki değişimi göremeyen, bir grup at gözlüklü bunlar. Hatta, ABD Savunma Bakanı Robert Gates’in “Suçlu AB. Kötü davrandılar, Türkiye’yi doğuya ittiler” mesajını bile kavrayamayanlar. Aslında bu monşer dedikodu ve safsatalarından uzaklaşıp, size Amerikan yönetiminin kendi bilmez AB’ye İran konusu vesilesiyle verdiği mesajların içeriğini yazacaktım. Sonra, sonra,,,az sonra.. !! Haaaa... korkmayın.. Türkiye değil, yalnız kalan... Yalnız kalan AB... !
Bu ‘monşer’lerin, yani Erdoğan’ın sözünü ettiği kesimin temsilcileri her yerde. Bunlar at gözlükleriyle etrafa bakmakta ısrar eden, evrendeki değişim ve devinimden bihaber, sadece kendi düşündüklerinin doğru olduğunu düşünen tipler. Farklı görüş, düşünce ve duruşa tahammülü olmayan tipler. Dediğim dedikçi tipler. Olayları analiz edip, eleştirirken illa ki iğne, hatta çuvaldız batırmayı, kanatmayı seven tipler. “Al sana da böyle geçiriyorum” diye, oturduğu yerden gazel okuyanlar.
“Yalnız kalabilirim, hatta hiç dostum olmayabilir. Eğer doğru bildiğimi yapıyorsam, yalnızlık kimin umurunda...” İşte bu sözleri size Amerika’nın ilk siyahi lideri Barack Obama’nın “Babam ve Hayaller” kitabından yazıyorum. Amerika’da ırkçılığın kol gezdiği dönemlerde, doğru bildiğinden şaşmayan, özgürlük ve eşitlik için tüm nefesiyle çalışan bir grup ‘kutsal insan’dan sözediyor Obama, bu kitabında. En çok da Kenyalı babasından. Daha çok, “siyahların da sözü dinlenebilir” inancından şaşmayan beyaz Amerikalı yakınlarından. Yüksek kalitede bir Batılı olduğunu düşündüğüm bir arkadaşım, seçim kampanyasından hemen önce “Amerikalılar, asla bir siyahı başkan seçmez” yargısındaydı. İnsanlara bakarken ‘siyah-beyaz’ diye düşündüğünü, hayretle görüp ona koca bir ‘byeeee’ demiştim. O siyahi, o babası Kenyalı, bugün Amerika’nın ilk siyahi lideri. Barack Obama.
Neymiş efendim. BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a yaptırım karar tasarısına ‘hayır’ oyu veren Türkiye yalnız kalacakmış. Tahran’la uranyum takası imzalayan Türkiye, konseyde çekimser oy kullanmalıymış. Başbakan Erdoğan, Dışişleri’ndeki diplomatlara kızgınmış. Kendisini yanlış yönlendirdiklerini düşünüyormuş. O yüzden “Gidin, konseyde ‘hayır’ deyin” demiş. Türkiye’nin İran’la ne işi varmış. Türkiye, İran’a yaptırım kararını nasıl uygulayacakmış? Dünyadaki değişimi göremeyen, bir grup at gözlüklü bunlar. Hatta, ABD Savunma Bakanı Robert Gates’in “Suçlu AB. Kötü davrandılar, Türkiye’yi doğuya ittiler” mesajını bile kavrayamayanlar. Aslında bu monşer dedikodu ve safsatalarından uzaklaşıp, size Amerikan yönetiminin kendi bilmez AB’ye İran konusu vesilesiyle verdiği mesajların içeriğini yazacaktım. Sonra, sonra,,,az sonra.. !! Haaaa... korkmayın.. Türkiye değil, yalnız kalan... Yalnız kalan AB... !
6 Haziran 2010 Pazar
Lets make noise... VUVUZELA, South Africa, football.! Haydi futbol, Haydi Güney Afrika, Haydi VUVUZELA
Ahan da üflüyorum... Yasak değil. Borazan gibi desen değil, fil sesi çıkarıyor sanki. Güçlü erkekler üfleyince ses değişiyor. Allah,,, hele bir tane siyah insanoğlu üfledi mi, ortalık yıkılıyor. Maça geldik kardeşim, futbol maçına. Şenlik olacak, yarış olacak, takımlar, taraftarlar kaynaşacak... Bu ne biliyor musunuz, bu ne ? Güney Afrika’nın Ankara Büyükelçsi Tebogo Seokolo’dan üflemenin tekniklerini de öğrendim. Enstrümanımızın adı VUVUZELA. Tam bir Güney Afrika çalgısı. Futbolun özü, kalbi...
Bazı gerzek, entel-dantel yabancılar, içlerinde çoğu da Avrupalı... Demişler ki; bu fil sesine benzer bir ses çıkaran çalgı, yani Vuvuzela, anonsların duyulmasını engelliyor, futbolcular vuvuzela seslerinin yüzünden birbiriyle iletişim kuramıyor. Gitmişler, FIFA’ya (Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği) şikayet etmişler. .. Burada durup, konunun biraz dışında olanlara iki satır özet yapıyorum. 2010 Dünya Futbol Şampiyonası’na Güney Afrika ev sahipliği yapacak. Şampiyona’nın resmi açılışı 11 Haziran’da. Vuvuzela, Güney Afrika’ya özgü bir futbol çalgısı ama birazdan da anlatacağım üzere göreceksiniz ki, artık futbolla özdeşleşti.
Şikayetçi takımının şikayetleri üzerine Vuvuzela’yla ilgili testler yapıldı. Johannesburg’da, 90 bin kişilik Soccer City stadında Güney Afrika ile Kolombiya arasında yapılan hazırlık maçında tribünler dolmuştu. Acil üstüne acil anons çeken maç organizatörleri, vuvuzela üflemelerinin doruk noktaya çıktığı sıralarda ses seviyesi testi yaptı. Sonra FIFA yetkililerinden Dany Jordaan çıktı, dedi ki, “Vuvuzela, artık Dünya Kupası’nda. Çalgı, bu Dünya Kupası’nın da bir parçası..” Futbol severlere, hayırlı, uğurlu olsun... Şikayetçi millet, şikayetçi takım bir kibrit alsın, derdine yansın..
Vuvuzela, sadece milli marşlar çalınırken üflenemeyecek ancak maçlar sırasında nefesine güvenen, takımını vuvuzeladan çıkan sesle destekleyecek. Vuuuuuuuuu, çekilin valla, filler geliyor....FIFA Başkanı Sepp Blatter da, vuvuzela’nın diğer ülkelerdeki tezahüratlar ya da davullar gibi Güney Afrika futbolunun bir parçası olduğunu söyledi. Bana, Güney Afrika bayrağına sarılmış Vuvuzela’mı hediye eden Büyükelçi Tebogo Seokolo ise olaya daha derin bir yaklaşım içinde: I’m the master of my fate, I’m the captain of my soul... Kaderimin efendisiyim. Futbol neşesiyle, vuvuzela sesiyle bu yıl Güney Afrika’dan tüm dünyaya barış mesajları yollanacak. Tamam Seokolo; sen ne diyorsan o. Lets make noise. Haydi, gürültü yapalım. Bir kez daha tüm nefesimle üflüyorum...Futbol şahane, barış şahane...
Bazı gerzek, entel-dantel yabancılar, içlerinde çoğu da Avrupalı... Demişler ki; bu fil sesine benzer bir ses çıkaran çalgı, yani Vuvuzela, anonsların duyulmasını engelliyor, futbolcular vuvuzela seslerinin yüzünden birbiriyle iletişim kuramıyor. Gitmişler, FIFA’ya (Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği) şikayet etmişler. .. Burada durup, konunun biraz dışında olanlara iki satır özet yapıyorum. 2010 Dünya Futbol Şampiyonası’na Güney Afrika ev sahipliği yapacak. Şampiyona’nın resmi açılışı 11 Haziran’da. Vuvuzela, Güney Afrika’ya özgü bir futbol çalgısı ama birazdan da anlatacağım üzere göreceksiniz ki, artık futbolla özdeşleşti.
Şikayetçi takımının şikayetleri üzerine Vuvuzela’yla ilgili testler yapıldı. Johannesburg’da, 90 bin kişilik Soccer City stadında Güney Afrika ile Kolombiya arasında yapılan hazırlık maçında tribünler dolmuştu. Acil üstüne acil anons çeken maç organizatörleri, vuvuzela üflemelerinin doruk noktaya çıktığı sıralarda ses seviyesi testi yaptı. Sonra FIFA yetkililerinden Dany Jordaan çıktı, dedi ki, “Vuvuzela, artık Dünya Kupası’nda. Çalgı, bu Dünya Kupası’nın da bir parçası..” Futbol severlere, hayırlı, uğurlu olsun... Şikayetçi millet, şikayetçi takım bir kibrit alsın, derdine yansın..
Vuvuzela, sadece milli marşlar çalınırken üflenemeyecek ancak maçlar sırasında nefesine güvenen, takımını vuvuzeladan çıkan sesle destekleyecek. Vuuuuuuuuu, çekilin valla, filler geliyor....FIFA Başkanı Sepp Blatter da, vuvuzela’nın diğer ülkelerdeki tezahüratlar ya da davullar gibi Güney Afrika futbolunun bir parçası olduğunu söyledi. Bana, Güney Afrika bayrağına sarılmış Vuvuzela’mı hediye eden Büyükelçi Tebogo Seokolo ise olaya daha derin bir yaklaşım içinde: I’m the master of my fate, I’m the captain of my soul... Kaderimin efendisiyim. Futbol neşesiyle, vuvuzela sesiyle bu yıl Güney Afrika’dan tüm dünyaya barış mesajları yollanacak. Tamam Seokolo; sen ne diyorsan o. Lets make noise. Haydi, gürültü yapalım. Bir kez daha tüm nefesimle üflüyorum...Futbol şahane, barış şahane...
3 Haziran 2010 Perşembe
Here's Barzani... Kak Barzani.. Buyrun, Abiniz Barzani.. !
Ne ben o eski ben, ne sen o eski Barzani... Ortada ya bir kuyu var, yandan geçiyoruz. Ya da cidden hep birlikte bahçeye çıkıp, ip atlıyoruz. Türk, Kürt, Arap, Türkmen...Huuuu, kim varsa gelsin... Çekilin, Barzani de bizimle oynamak istiyor. Bize dağları, tepeleri, inleri, çukurları, pusuları anlatacak... Anlatsın ya, yazık. Bak nasıl da uyum sağlamak istiyor bizimle, kaynaşma peşinde...
Bana bak Barzani, numara yapıyorsan ayvayı yersin. Daha da yaşatmazlar seni !
Valla ben Barzani olsaydım, nasıl Amerika’da peşmerge kıyafetiyle dolaşırsam Ankara’da da dolaşırdım. Dışişleri Bakanlığı kürsüsüne çıkıp da, sadece Türk bayrağının önünde durmak istemez, arkamda bir Kürt bölgesinin bayrağı da dalgalansın diye tuttururdum. Madem iddialıyım, Irak’ın kuzeyini ‘Kürdistan’ ilan etmişim, 9 yıl sonra ayak bastığım Ankara’da Kürt kardeşlerim için her türlü reklamı yapardım. Ama o da ne? Yapamadım. Ben Barzani değilim!
Bööööyle sinik, sinik geldi. Takım elbise, kravat modelinde çıktı kameraların karşısına, Türk bayrağı önünde alçak sesle Kürtçe konuşup, ‘işbirliği’ dedi, ‘Türk-Kürt, kanı dökülen herkes bizden’ dedi. Bıraksan, kardeşlik türküsü söyleyecek. Dışişleri Bakanı Ahmet Davuoğlu’ndan da Kürtçe “Kak Barzani” gazını aldı ki, tut tutabilirsen şimdi. Koskoca Dışişleri’nin gözünde “Abi Barzani’” oldu yani. “Size bir de limonlu pasta verelim mi” diye de, sulu gözlerle bakıyordu bir de Davutoğlu. Kime? Barzani’ye. Gazoz içeçekler beraber nerdeyse, dışarıya çıkıp birlikte ip atlayacaklar.
Kameraların önünde Kürt bayrağını (o da neymiş canım..diyebilirim. çünkü KKTC bayrağına bile böyle muamele çeken milyonlarca densize laf anlatmış birisiyim) unutuyor. Yok yok, koymamış kürsüye Dışişleri Bakanlığı Kürt bayrağı. Irak bayrağı da yok. Adamcağızın, yani Barzani’nin kim olduğu, nereden gelip, nereye gittiği belli değil. Basın toplantısındayız. Dışişleri’ndeyiz. Ortada bir Türk bayrağı. Sağında Davutoğlu, solunda Barzani. Irak bayrağı olsaydı bari diyoruz, bu Barzani o zaman Irak bayrağının yanında Kürt bayrağı da olsun diye tutturuverirdi diyor sevgili bir Türk diplomatımız. Yaniiii, Barzani bir ezik, bir ezik.
Hişşt! Vatanseverler, “Kahrolsun Kürdistan” diye slogan atanlar, mutlu musunuz. Barzani Ankara’ya geldi de, ezik ezik çıktı kameraların önüne, sevindiniz mi? İntikamınızı aldınız mı? İntikama değil, işbirliğine bakma günü bugün. Ben ona bakarım. Bu Barzani, basına kapalı toplantılarda ne PKK ne de terör sözünü ağzına almış. PKK’yı kınamamış, terör örgütü saymamış. Böyle sinsice ayak diriyor. Ama 1 minute Tayyip, onu yola getirmeye kararlı. Kardeşler arasında oyunbozanlık olmaz. Madem geldin Ankara’lara, teröre karşı Türkiye’yle ortak olacaksın. PKK’ya göz yummayacaksın. Terör azarken, sen azmayacaksın. Diye umuyorum. Diye düşünüyorum. Söylemiştir bunları Recep Bey...kesin söylemiştir. Yoksa, alırlar mıydı Barzani’yi Türkiye’ye. Koyarlar mıydı, ana yurdumun baş kucağı, başkenti Ankara’ya... Olacak şey değil... Haydi, hep beraber bir ip atlayalım da, ben bu işin, yani Barzani’nin şanlı Ankara ziyaretinin ciddi boyutlarını bir araştırıp, yeniden siz değerli okurlarımla paylaşayım.
Bana bak Barzani, numara yapıyorsan ayvayı yersin. Daha da yaşatmazlar seni !
Valla ben Barzani olsaydım, nasıl Amerika’da peşmerge kıyafetiyle dolaşırsam Ankara’da da dolaşırdım. Dışişleri Bakanlığı kürsüsüne çıkıp da, sadece Türk bayrağının önünde durmak istemez, arkamda bir Kürt bölgesinin bayrağı da dalgalansın diye tuttururdum. Madem iddialıyım, Irak’ın kuzeyini ‘Kürdistan’ ilan etmişim, 9 yıl sonra ayak bastığım Ankara’da Kürt kardeşlerim için her türlü reklamı yapardım. Ama o da ne? Yapamadım. Ben Barzani değilim!
Bööööyle sinik, sinik geldi. Takım elbise, kravat modelinde çıktı kameraların karşısına, Türk bayrağı önünde alçak sesle Kürtçe konuşup, ‘işbirliği’ dedi, ‘Türk-Kürt, kanı dökülen herkes bizden’ dedi. Bıraksan, kardeşlik türküsü söyleyecek. Dışişleri Bakanı Ahmet Davuoğlu’ndan da Kürtçe “Kak Barzani” gazını aldı ki, tut tutabilirsen şimdi. Koskoca Dışişleri’nin gözünde “Abi Barzani’” oldu yani. “Size bir de limonlu pasta verelim mi” diye de, sulu gözlerle bakıyordu bir de Davutoğlu. Kime? Barzani’ye. Gazoz içeçekler beraber nerdeyse, dışarıya çıkıp birlikte ip atlayacaklar.
Kameraların önünde Kürt bayrağını (o da neymiş canım..diyebilirim. çünkü KKTC bayrağına bile böyle muamele çeken milyonlarca densize laf anlatmış birisiyim) unutuyor. Yok yok, koymamış kürsüye Dışişleri Bakanlığı Kürt bayrağı. Irak bayrağı da yok. Adamcağızın, yani Barzani’nin kim olduğu, nereden gelip, nereye gittiği belli değil. Basın toplantısındayız. Dışişleri’ndeyiz. Ortada bir Türk bayrağı. Sağında Davutoğlu, solunda Barzani. Irak bayrağı olsaydı bari diyoruz, bu Barzani o zaman Irak bayrağının yanında Kürt bayrağı da olsun diye tutturuverirdi diyor sevgili bir Türk diplomatımız. Yaniiii, Barzani bir ezik, bir ezik.
Hişşt! Vatanseverler, “Kahrolsun Kürdistan” diye slogan atanlar, mutlu musunuz. Barzani Ankara’ya geldi de, ezik ezik çıktı kameraların önüne, sevindiniz mi? İntikamınızı aldınız mı? İntikama değil, işbirliğine bakma günü bugün. Ben ona bakarım. Bu Barzani, basına kapalı toplantılarda ne PKK ne de terör sözünü ağzına almış. PKK’yı kınamamış, terör örgütü saymamış. Böyle sinsice ayak diriyor. Ama 1 minute Tayyip, onu yola getirmeye kararlı. Kardeşler arasında oyunbozanlık olmaz. Madem geldin Ankara’lara, teröre karşı Türkiye’yle ortak olacaksın. PKK’ya göz yummayacaksın. Terör azarken, sen azmayacaksın. Diye umuyorum. Diye düşünüyorum. Söylemiştir bunları Recep Bey...kesin söylemiştir. Yoksa, alırlar mıydı Barzani’yi Türkiye’ye. Koyarlar mıydı, ana yurdumun baş kucağı, başkenti Ankara’ya... Olacak şey değil... Haydi, hep beraber bir ip atlayalım da, ben bu işin, yani Barzani’nin şanlı Ankara ziyaretinin ciddi boyutlarını bir araştırıp, yeniden siz değerli okurlarımla paylaşayım.
1 Haziran 2010 Salı
SAVAşTAYIZ... State of "Israel" does not represent world Jewry
Gemide öldüm. Sabahı göremedim. Yalanlar, dolanlar, bir de ağıtlar uçuşuyordu havada. Hiç gözümü açmasam ben, hiç. Kan, kin ve öfke girmese bir daha hayatıma. Neydi beni öldüren, neydi bu kavga...
Gerilere gittim. 1 yıl önceye. Başbakan Tayyip Erdoğan, Davos'ta İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'i "Siz adam öldürmeyi iyi bilirsiniz" diye haşlıyordu. Sözünü kesmek isteyen moderatöre de "1 minute, 1 minute" çıkışını çakıyordu. Onu televizyonda izleyip de, "Daha da Davos'a gelmem" sözünü duyanlar, özellikle de diplomatlar "şoke olmuşlar"dı. Çok ayıptı, çok. Diplomatik nezaketten yoksun bir başbakan, İsrail'le ilişkileri dünyanın gözü önünde çamura batırıyordu.
Oysa İsrail, diplomatik nezaketsizlikte Türkiye'yi sollayacak kapasitedeydi. Davos'un üzerinden neredeyse 1 yıl geçmişti. İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon, Türkiye'nin Tel-Aviv Büyükelçisi Oğuz Çelikkol'u İsrail Parlamentosu Knesset'te kendisinden alçak koltuğa oturtmuştu. Türkiye'yi aşağılıyordu aklınca. Türkiye, 'özür' istedi ondan. Sonra, o da geçiştirdi: "Tamam, tamam. Alın size özür."
Bunlar sidik mi yarıştırıyordu? Yani biri Türkiye, öteki İsrail. İsrail diyor ki, Hamas terörist. Türkiye'den 'cık'. Türkiye diyor ki, Gazze'yi ablukaya alamazsın. İsrail'den "Hamas bizi torpilliyor. Savunmadayız." Siviller ölüyor her gün. Ölümsüz gün yok. Türkiye'yle İsrail dalaşıyor, tüm dünya izliyor. Öyle mi, öyle mi? İsrail'e atıp, tutan onca ülke var ama. Kim var? Arap dünyası mı. Kim var, kim ? Amerika'nın, BM'nin, Avrupa'nın ruhu duymuyor. Gazze ölüyor. İnsanlar ölüyor.
Benim gibi kaç kişi öldü gemide? Rotamız Filistin'di. Gazze'ye yardım götürecektik. Yardım filosuyduk. Mavi Marmara vardı filomuzda ve diğer gemiler. Saldırdılar bize, öldük. Kaç kişi öldü, halen bilinmiyor. Şimdi sadece Türkiye'ye değil, tüm dünyanın siyasi baskısına aldırış etmiyor İsrail. Göz göre göre öldük biz. Göz göre göre. Gazze'de ölüm var yine, göz göre göre. Uyanmasam ben, hiç uyanmasam. SAVAŞTAYIZ. Her yanım, yangın yeri.
Gerilere gittim. 1 yıl önceye. Başbakan Tayyip Erdoğan, Davos'ta İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres'i "Siz adam öldürmeyi iyi bilirsiniz" diye haşlıyordu. Sözünü kesmek isteyen moderatöre de "1 minute, 1 minute" çıkışını çakıyordu. Onu televizyonda izleyip de, "Daha da Davos'a gelmem" sözünü duyanlar, özellikle de diplomatlar "şoke olmuşlar"dı. Çok ayıptı, çok. Diplomatik nezaketten yoksun bir başbakan, İsrail'le ilişkileri dünyanın gözü önünde çamura batırıyordu.
Oysa İsrail, diplomatik nezaketsizlikte Türkiye'yi sollayacak kapasitedeydi. Davos'un üzerinden neredeyse 1 yıl geçmişti. İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon, Türkiye'nin Tel-Aviv Büyükelçisi Oğuz Çelikkol'u İsrail Parlamentosu Knesset'te kendisinden alçak koltuğa oturtmuştu. Türkiye'yi aşağılıyordu aklınca. Türkiye, 'özür' istedi ondan. Sonra, o da geçiştirdi: "Tamam, tamam. Alın size özür."
Bunlar sidik mi yarıştırıyordu? Yani biri Türkiye, öteki İsrail. İsrail diyor ki, Hamas terörist. Türkiye'den 'cık'. Türkiye diyor ki, Gazze'yi ablukaya alamazsın. İsrail'den "Hamas bizi torpilliyor. Savunmadayız." Siviller ölüyor her gün. Ölümsüz gün yok. Türkiye'yle İsrail dalaşıyor, tüm dünya izliyor. Öyle mi, öyle mi? İsrail'e atıp, tutan onca ülke var ama. Kim var? Arap dünyası mı. Kim var, kim ? Amerika'nın, BM'nin, Avrupa'nın ruhu duymuyor. Gazze ölüyor. İnsanlar ölüyor.
Benim gibi kaç kişi öldü gemide? Rotamız Filistin'di. Gazze'ye yardım götürecektik. Yardım filosuyduk. Mavi Marmara vardı filomuzda ve diğer gemiler. Saldırdılar bize, öldük. Kaç kişi öldü, halen bilinmiyor. Şimdi sadece Türkiye'ye değil, tüm dünyanın siyasi baskısına aldırış etmiyor İsrail. Göz göre göre öldük biz. Göz göre göre. Gazze'de ölüm var yine, göz göre göre. Uyanmasam ben, hiç uyanmasam. SAVAŞTAYIZ. Her yanım, yangın yeri.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Öne Çıkan Yayın
Aradığınız sakinliğin adresini veriyorum : Göynük
Kaçıp, gitme dürtüsünün içimizi günde milyon kez yokladığı, dahası içimizi zonklattığı dönemler bunlar. Hep bir mayhoşluk, hep bir serse...
-
Kız çocukları babalarından bahsederken sanki bir film kahramanından sözederler. O kahraman hırçın, korkunç, garip olabilir çoğu zama...
-
Türkiye’nin zencileri ve beyazları olmadı hiç. Kimse kimseye “senin rengin siyah” diye öfke beslemedi. Tüm çocuklar kardeşçe futbol oynadı s...
-
Simitçiye de sordum: Sen hangi sesi duyunca mutlu oluyorsun? “Her türlü günaydın bana hayat veriyor” dedi, kocaman gülümsedim. Onun sokağı...