30 Mayıs 2010 Pazar

EUROvision : What a stupid game.... Yarışma yok, parti var... !

Sabahın köründe iki burun deliği de kapalı, bitkisel hayata girmiş zombiler gibi uyanmasaydım akşamki “Eurovision” geyiklerini daha iyi yazardım, eminim. Ne de olsa bir “Eurovision” partisinin onur konuğuydum. İki gün önceki boğaz ağrımı hafiften yatıştırmış olmanın cesaretiyle, bir saatlik kan-ter karışımı spor seansımdan sonra tam da “Eurovision” partime doğru yol alacaktım ki, Rene depara kalktı. Güney Afrika’nın tüm sıcaklığını, samimiyetini, enerjisini yine gönderdi, telefonda bana. “Hilosh’cum; büyükelçi, Güney Afrikalı bir işadamı arkadaşı ve eşleriyle bizi akşam yemeğine davet ediyor”... Tabii ki ‘evet’,,, evet, evet... !

Ver elini Kitchenette.... Eurovision’cılar nasılsa şarkıları dinleyecekler bu arada, bize de en eğlenceli bölüm, oylama bölümü kalacak. Oylamada yakalarız onları. Güney Afrika Devlet Başkan Yardımcısı Motlanthe’nin Türkiye z iyaretini başarıyla tamamlamış olmasının mutluluğunu yaşayan Büyükelçi Tebogo Seokolo’nun (bu nasıl bir isim kardeşim, her seferinde google taraması yapıyorum doğru yazmak için) aklında varsa yoksa Erdoğan, bir de Gandi Kemal var. Gandi Kemal başbakan olursa, Türkiye’nin Afrika açılımı askıya alınır mı, alınmaz mı? Alınmaz diyorum, şüpheli şüpheli bakıyor. Gandi Kemal Avrupa’ya, Amerika’ya daha yakın gibi duruyor diyor. Çok yanlış, çok yanlış. Kim anlatmış bunları size. Hımmm, AKP’liler. Bana bakın AKP’liler, sağa sola yanlış bilgi vermeyin. Sizi düzelteceğim diye gece yemeklerinde göbeğim çatlıyor. Gandi Kemal’in ‘halkçı’ olduğuna, olmak için çalışacağına öyle bir ikna ettim ki Güney Afrikalılar’ı, Gandi Kemal’in de bana para vermesi gerekiyor. Yok canım, propaganda yok. Siyasi tarihi bir bir özetledim. Bu arada, AKP’nin de Türkiye’de neler başardığını anlatmadan geçemedim. AKP alerjisi olanlar hemen laf atmayın ordan. Adamların yaptığı iyi işler de var şimdi, Allah için... 1 minute... ! Haberiniz olsun, bu 1 minute esprisi Güney Afrika’da bile halen konuşuluyormuş.

Kitchenette’in DJ’yi yok bu akşam. Rene diyor ki, “Güney Afrika’ya tatile gitmiştir”. Müzikler i-pod’dan geliyor. Ama ben bulup bu müzikleri, büyükelçiye vereceğim. Adam, uçtu bu müziklerle. Karısı coştu. İşadamı da Victoria Şelaleri’ne varıncaya kadar Afrika’nın en tatlı yerlerini anlatmaya başladı.

Burnum tamamen tıkanıp da, masadakilere “Hilal hasta” izlenimi vermeseydim, bitmezdi bu Afrika gecesi. Rene, dayadı burnuma bir Vicks tamponu, açmaya çalışıyor burnumu. Daha Eurovision’a gideceğiz. Haydin Eurovision’a,,,,

Estonyalı diplomat Gerli kızımız güzel bir masa hazırlamış. Ne içeceğim ben? Vanna Tallin. Çikolotalı, sütlü bir likör. Burnuma da iyi gelirmiş. Evet, Eurovision'da o komik oylama bölümü de o an başladı. Rene diyor ki, “Bırakın bunları, Afrika’ya gelin.” Hırvat diplomatımız Agşe (bu ne biçim isim gene..) kimsenin şarkıları dinlemediğinden, politik hesaplarla oy verdiğinden yakınıyor. Gözleri çakmak çakmak. “Hilal, AB’de işler kötü gidiyor. Girmeyin oraya, girmeyin..” Kıbrıs, oy veriyor bu sırada. “Heyyt, sen de kimsin be Kıbrıs” diyorum. Haaa bizim Luca da var orda. İtalyan diplomatımız. Çok seviyormuş Kıbrıs’ı. Ben senden daha çok seviyorum. Biz kavga ederken, Kıbrıs’ın puanları Yunanistan’ın oluyor. Sevimli Sırpımız Slobish, “Kadınları güzel, oyları Gürcistan’a verelim” diyor. Yok Ukrayna’ya. Kime verirseniz verin diyorum ben sinirli, sinirli. Rusya, Ermenistan’a yağdırıyor oyları. Estonya’dan da 12 puan alamıyor Türkiye. Gerli’nin oyu da boşa gitmiş, üzgün. “Hilalcim, burnunu da, boğazını da düzeltcem..” Bana, o güzel likörün üstüne bir de değişik bir bal yediriyor. Yarışma bitti... Almanya birinci.... Yok yok, ben daha da bu gece dışarı çıkamam sizlerle. Türkiye olmuş ikinci... Burnum iptal.. Bak bu Avrupalılar’dan gene fayda yok..Rene bırakıyor beni evime. .. Slobish haklı... Eurovision : What a stupid game... Çok aptal, Eurovison...çooook!!!!

25 Mayıs 2010 Salı

Seni Seviyorum AFRiKA.... South Africa,,,,,: its possible...

Söz, ondan-bundan sonra arkadaşlara, nasıl vakit geçirdiğimizi konuşmaya geldiğinde ağzımdan çıkan; "Güney Afrikalı, Rene" oluyordu. Heyecanla Afrika'yla ilgili Rene'den öğrendiklerimi karşımdakiyle paylaşmaya başlayan ben, "Siyah mı, beyaz mı. Zenci mi bu kadın" sorusuyla afallıyordum birden. Avrupalı bir büyükelçi bile Güney Afrika'da siyahlar kadar beyazların da yaşadığını, her iki ırkın da eşit haklar için mücadele ettiğini, Afrika'nın kriz içindeki dünyada her türlü yatırım için altın gibi parladığını, cazibenin ta kendisi olduğunu benden dinliyordu.

Evet, onlarca yıl hep öyle bildiniz Afrika'yı. Afrika denilince aklınıza; köleler, siyahlar, yoksulluk, AIDS, bulaşık görüntüler, çatışmalar, silahlar geldi. Çok iyi koştuklarını, uzun mesafelerde rakip tanımadıklarını öğrendiniz uluslararası spor etkinliklerinde bir de. "Kaderimin efendisiyim" felsefesinin arkasından koşan Nelson Mandela'nın da ismini duydunuz sık sık. Bizim gibi yabancılar, Mandela'nın öyküsünde Afrika için "Herşey mümkün" dese de, günlük hayatlarına döndüklerinde Afrika'yı hep 'uzak, yoksul, geri kalmışlık' kavramlarının içine attılar. Dünyanın bir yerinde süper güç Amerika, öteki tarafında entel-dantel Avrupa dururken, Afrika da neyin nesiydi, değil mi? Neyin nesi?

"Hadi ben Afrika'yla ilgili en ince ayrıntıları yeni öğreniyorum, siz demi yeni öğreniyorsunuz" diye keyifle hor gördüğüm Avrupa büyükelçisine, "Güney Afrika: Its possible" sloganıyla havamı atmayı da bir borç bilmiştim kendime o sıra. Dünyanın 17. büyük ekonomisine sahip Türkiye, Güney Afrika'nın Ortadoğu ve Avrupa'daki en büyük ticaret ortağıydı örneğin. Avrupalı züppeler "hayır, başaramazlar" diye tuttursa da, Güney Afrika iki hafta sonra 2010 Dünya Futbol Kupası oyunlarına evsahipliği yapacak. Milyonlarca futbol gönüllüsü Güney Afrika yolunu çoktan tuttu. Afrika ülkeleri arasındaki dayanışmayı, kıtanın siyasi ve ekonomik açıdan güçlenmesini pekiştirmek için kurulan Afrika Birliği, dün 47. yılını kutladı. Evet, 25 Mayıs Afrika Günü'ydü.

Afrika'dan bir konuk da tam da Afrika Günü'nde Ankara'daydı. Güney Afrika Başkan Yardımcısı, yani Başbakanı Kgalema Matlanthe futbol kupasına iki hafta kala, kupa koordinatörlüğünün yoğun yükü altında olmasına aldırmadı ve aldı 4 bakanını yanına, Türkiye'ye geldi. Hem de Afrika'yla ticaret için AB'nin, Amerika'nın, Çin'nin birbiriyle kapıştığı bir dönemde. Demek ki, Türkiye'nin 1998'de başlattığı Afrika'ya açılım planı sonuç veriyor. Türkiye'nin sadece Sahra'nın güneyindeki Afrika ülkeleriyle yaptığı ikili ticaret hacmi 5 milyar doların üzerine çıkmış durumda. G-20 ülkeleri içinde Türkiye'yle dayanışması göz dolduran Güney Afrika, Türkiye'yle birlikte dünya ekonomisine yön vereceği günlerin hesabını yapıyor. AB, Türkiye'nin Afrika atağını öylesine kıskanıyor ki, Afrika ülkeleriyle ticarette neredeyse tüm kural ve kaideleri kaldırma noktasında. Hımmm... Neydi bu Afrika, neyin nesi? Açın bakın kitaplarınıza, en yenilerine. "Siyah mı, beyaz mı" görün Afrika'yı. Şöyle bir cümle göreceksiniz....Bi dakka, bi dakka... ITS POSSIBLE...

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Forever liberty... New York,,,, hoşçakal, özgür kal..!

O sersemsepelek halde insan içinden "ne gerek vardı da şimdi, Ankara'ya geldim yeniden" diyor. Aradan bir uyku vakti geçiyor, bir adaptasyon süreci, Ankara yine şirin görünmüyor. Nerdesin New York, saat kaç orda, yağmurlu musun, nem mi kokuyorsun. Geride kaldın, geride kal. New York; al hatıralarımı, al fotoğraflarımı. New York; sevgilim kal, aptal aşık kal, özgürlük kal, sersemlik kal. Öylece kal, öylece...


Son New York fotoğrafımızı, tüm hatıralarıyla birlikte ben de buraya yerleştiriyorum. Bu yazıyı da, bu fotoğrafı da, sevinç içinde geçen New York gezimizin 'özgürlük heykeli' ilan ediyorum. Sevgili, Isabelle Eugenie Boyer kaldır bakalım meşaleni, tabletini oku.... Artık dul değilsin, bizimlesin. Yaşasın, özgürlük...

Gördüyseniz, bir daha görün. Görmediyseniz, yazııııık... Singer dikiş makinelerinin kurucusu Isaac Singer'in dul eşi Isabelle Eugenie Boyer'in modellik yaptığı bu özgürlük heykeli, 28 Ekim 1886'dan beri etrafına özgürlük saçıyor. Öyle mi öyle. Bindik feribota, Özgürlük Adası'na ulaştık. Feribota binmeden önce işkence vari bir güvenlik kontrolünden geçseniz de, yılmıyorsunuz. Özgürlük uğruna, soyunulur kardeşim. Soyun, çıkar herşeyini işte. Terör belasındandır bu soyunma halleri... yani, yaniiii...

Heykelimizin başındaki taçta 7 sivri uç, yani 7 kıta var. O sağ elinde tuttuğu tablete 4 Temmuz 1776 tarihi kazınmış. Ünlü Bağımsızlık Bildirgesi'nin tarihi. Bakır makırsın ama halen havalısın. Heykeli Amerika'ya hediye eden Fransızlar bile heykelin ününe kıskançlıktan, aynısını bir de Paris'e dikmişler. "Haydi, haydi özgürleşelim" derken, onlarca poz verdik kameralara. Güneşle birlikte özgürlüğün tadını çıkardık. Belki yalan, belki balon, belki şaka bu özgürlük kavramı ama inanasım var. İçimden geliyor, içimin içinden. Haydi, haydi New York...! Özgür kal, benim kal...

13 Mayıs 2010 Perşembe

You know that I'm no good... in New York...!!! Amy de, Sinatra da New York'ta şarkı söylüyor

“…You know, I’m gonna make it just about anywhere/ come on, come through/New York, New York, New York…..” Şarkıdan da anlayacağınız üzere New York’un icabına bakılmaktadır. Bu şehrin margaritaları, cin tonikleri ve seksi cosmopolitanları, BM binasındaki yararlı brifinglerin, Büyükelçi Ertuğrul Apakan’la yapılan derin sohbetlerin üstüne çok iyi gitmektedir. Bana “şurda bunu ye, burda bunu iç, şu köşede insanları gözetle” tavsiyeleri yağdıran ey New York hayranları…. Its up to youuu, New Yoooork,,, New Yorrrk…. !

Dünkü yağmurlu ve hatta ince karlı havanın üstüne bugün güneşle uyanıyorum. Ama rüzgar aynı rüzgar olacak eminim. Dünkü aynı ben olmayan vücudumu, canavar gibi yalayacak. Derin ve uzun, yüksek ve havalı binaların arasından ustalıkla sıyrılan rüzgarın özel bir hakimiyeti var New York’ta. Rüzgar, alıp sizi geçmişin koridorlarına da atabilir, geleceğin çıplak kollarına da. N’oluyor bana, sabah sabah. Bir duygusallaştım, bir yoğunlaştım. Ha ha!!!! Etrafındaki bir grup gazeteciye “Çocuk gibisiniz” fırçası çekip, sonra da günün esprisinin kahramanı olan Zeynep Gürcanlı haklı belki de… Çocuk gibiyim, çocuk. Bir saat içinde kahvaltıma kavuşmazsam, ağlayabilirim !

Ama şu noktada, yani sizinle yazışırken “profesyonel bir blogger” gibi olmalıyım. Kendisine “profesyonel diplomat” diyen Büyükelçi Ertuğrul Apakan’a hak verirken, bu şehirde profesyonel olmayanların işinin olmadığını düşündüm hızla. BM binasında profesyonel bir basitlik, Türk diplomatların konuşlandığı Turkish Center’da profesyonel bir sempatiklik, şehre acaip cool bir hava veren trafik ışıklarında profesyonel bir doğallık var. Evet, evet! “Simple and easy” tadı. Zaten profesyonellik dediğin de bu değil mi… İşte gezinin ince ayrıntısı: Türk gazeteciler böylesi profesyonel bir hizmetiçi eğitimden geçiyor. Bu eğitim, herkese ama herkese tavsiye edilir. Buyrun gelin,,, New York,,,New York… !!

12 Mayıs 2010 Çarşamba

the 5th, New York...5-5-5-Beş, New York !

Sanki her köşesi tanıdık, her caddesinde bildiğiniz tipler yürüyor. Markaların devleşmiş mağazalarından buram buram tüketim canavarlarının kokusu yükseliyor. Işıklar hep garip, hep çekici. Tek tek baktığınızda hiçbir özelliği, tarzı olmayan insanların, sokak kalabalığına daldığında bir anlamı var sanki. Birden bir New York insanı olup çıkmışlar. İmaj herşey, imaj herkes. Ne olursan ol, New York’tasın. Bu şehri böylesi yücelten, yükselten imaj adamlarını kutlasam mı, lanetlesem mi bilmiyorum. New York’tasın ve cool’sun, o kadar. Neydi bu cool...Havalısın, tarzsın ve bir çeşit ‘Sex and the city’ kahramanısın. Broadway’sin ya da 5. cadde, Soho ya da Willage...aman da aman, falan da filan...

New York’u kutsayanların önemli bir bölümünün benim gibi gazeteci olduğunu akılda tutup, çok da acı ok fırlatmadan etrafa bu havalı 5. Caddede eğlenceye dalmalıyım. Ohhh be, sokaklardayız. Bizim kızlarla sağı solu kesip, havalı geyiklerle boş boş vakit geçirmenin tadı da bambaşka. O meşhur 5. Cadde mağazalarında, kendimizi daha meşhur hissetmek için herşey mevcut, herşey... Öyleyseee, enjoy..! Derkeeen, bak neler oluyor Abercrombie and Fitch’te... Şu gözde atlet, tişört, kot, sort, etek, parfüm yani trendy gençlik mağazasının önünde akılalmaz bir kuyruk var...Hadi sor, sor...Kapıdaki yakışıklı, konuşulmayacak gibi değil...

Efendim, içerde çikolota tadındaki genç erkek ve kızların satıştan çok gösteri yaptığı bu mağazada, insanlar daha keyifli dakikalar geçirsin kalabalığa karşı önlem alınmış. Sırada bekleyeceksin, sonra içeri gireceksin. Karşına, yukarda fotoğrafını gördüğünüz genç çocuklardan çıkacak. Erkek olsaydı diyeceğim ama değil. Daha 17’sine bile basmamış ama vücut yapmış çocuklarla her yaştan alışveriş canavarı, imaj manyağı ya da New York kaşifi fotoğraf çektirmeye başlıyor. Free...Eğleneceksin ki, alışveriş yapacaksın. Çikolata kıvamındaki kızlar benimkilerden daha kısa boylu mini etekleriyle popolarını sallıyor, ritmik müzikler eşliğinde. Parfümlerin izleri kalıyor kol bileklerimde bir de. Kokulu ve büyülü bir ortam mı desem yoksa çok mu sanal, yoksa çok mu filmvari... Bilmem işte, New York bir garip, 5. cadde bir garip. En iyisi biz gidelim Soho’ya da birer kadeh şarap içelim...Caz dinleyelim, ufak ufak...Taksiye biniyoruz, yaşasın. Taksiye binmek daha havalı valla. Bilmiyorum işte, galiba benim Taksi fantezilerime en uygun kent burası...

11 Mayıs 2010 Salı

Çatır, çatır BM... Çatır, çatır New York..! New York is happy with Turkey...

Güneşin sırtımıza yumuşak masajlar yaptığı bir Pazartesi öğle sonrasında Central Park’ta çimlerin üzerindeydik. New York’un kalbi gibi duran Birleşmiş Milletler (BM) binasında eğlenceli dakikalar geçirdikten sonra Türk kahvemizi Başkonsolos Mehmet Samsar’la içmiş, sonrasında da BM Daimi Temsilcimiz Ertuğrul Apakan ve dinamik ekibinden sıkı bir BM brifingi almıştık. BM Güvenlik Konseyi’nin geçiçi üyeliğine sahip Türkiye, dünyada eşitlik, adalet, hukuk ve insan haklarının hakim olması için Apakan’ın deyimiyle ‘çatır, çatır’ diplomasi yürütüyordu.

Evet, evet hani bize Dışişleri Bakanlığı Müsteşarlığı görevini yürütürken Ankara’da kök söktüren ama babacan tavırlarından asla taviz vermeyen Ertuğrul Apakan’ı yeniden görme şerefine eriştik. Onunla, BM’den çıktıktan sonra hemen karşıdaki Turkish Center’da buluştuk. Bizi, tek tek isimlerimizle selamlarken gözlerinin içi parıldıyordu. “Beni haber kaynağınız gibi görmeyin, ben sizin bilgi kaynağınızım” diyerek söze başlamadan eden Apakan’ın esprilerinden, ekibiyle şakalaşmasından ve mutlu görüntüsünden etkilenmemek mümkün değildi. Sevgi doluydu, sevgi…

Apakan, Türkiye’yi “BM’de görüşü dinlenilen, ciddiye alınan” diye tanımlarken, İran, Ortadoğu, Kıbrıs, Balkanlar , Afrika, terörle mücadele, kadın ve eşitlik konularında Türkiye’nin ne denli aktif olduğunu da bir sağına, bir soluna dönerek anlatıyordu. Bir de karşısına bakıyordu. “Hüseyin, Gülin, Levent, Fazlı, Can, Ramis, İlknur, Burcu…” diyordu, beraber çalıştığı diplomatları, olgun bir takım kaptanı gibi yüceltiyordu. Türkiye, genç ve aktif diplomatlarıyla BM’ye katkı sunuyordu. Ve bizi gülümsetmeden edemeyip, “Abarttıysam söyleyin. Biliyorsunuz ben minumumları konuşan biriyim” notu düşüyordu, sözlerinin altına. Onu, sorularımızla sıkıştırdığımızda gazetelerin baş köşesine oturacak manşetlerin peşinde olduğumuzu da anlıyor, “Manşet olmadan emekli olmak istiyorum” esprisi patlatıyordu. Yani, New York’ta hiç sıkıcı olmayan diplomasi brifingi almak güzeldi. Samsar’la Türk kahvesi içmek pek keyifliydi. Central Park’ta gezinmek harikaydı. Akşam yemeğinde nefis bir İtalyan lokantasında ağırlanmak da, tüm bunların üstüne ‘bonus’ etkisi yaratmıştı. Yani,ne demeli… Çatır , çatır BM… Çatır, çatır New York.. !

10 Mayıs 2010 Pazartesi

New York, I love you.... Hepinizi Seviyorum....

Didem’le doyasıya film izledik New York yolunda. All About Steve, Love Happens ve New York,I love you... En güzel sahneler Bradley Cooper’la dolu olanlarıydı. Bu çocuk Hollywood’un yeni gözdesi olmalı. New York’ta sanırım taksiye en güzel binme sahneleri ona ait. 10 saati aşan yolculukta sadece film yok elbet. Uçağın stratejik noktalarına dağılmış diplomasi muhabirleri, zaman zaman mutfak önlerinde toplaşıp güzel New York planlarını da gözden geçirme imkanı buldular. Bol bol bilgileneceğiz Birleşmiş Milletler binasında, Türk Evi’nde... Büyükelçimiz Ertuğrul Apakan’la, Başkonsolosumuz Mehmet Samsar’la ve Müsteşarımız Selçuk Ünal'la diplomasinin en riskli ve eğlenceli sularında beraber yüzeceğiz. Öğrenecek çok şey, yapılacak çok iş ve gezeceğimiz koca bir New York var. Elde var 1 hafta. Haydi bakalım... New York, New York...

Zeynep Gürcanlı yönetimindeki diplomasi muhabirleri ekibi New York’a iner inmez şehrin ışıklarıyla kutsandılar. Dağıldık dört yanına, sürprizlerle dolu bu kentin. Uykuya dalmadan önce Times meydanına daldık. Hem de titreye titreye. Hava inanılmaz soğuk. Beni biraz ısıtan TRT’den arkadaşım Sibel Karakazu’nun verdiği yağmurluk ve McDonalds’ta içtiğimiz sıcak çikolata oldu. Etrafta şimdilik Bradley Cooper gibi seksi, Sandro Bullock gibi hoş kızlar yok ama cıvıl cıvıl dolaşıyoruz. Diplomasinin yükselen yıldızı Servet Bey, keskin zeka ürünü esprileriyle sadece Sibel’i ve beni değil tüm ekibi kırıp geçiriyor. Aramızda bir de kim var biliyor musunuz: Amberin Zaman. İsmini duyunca bir dakika durup bekleyeceğiniz, o alımlı ve güzel gazeteci. Öyle bir “Hilalcim” diyor ki, eriyorum. Habertürk’ün en harika yazarı şimdi. Yanımızda, yanıbaşımızda...

Tamam geldik. Büyükelçimiz Ertuğrul Apakan çağırdı, geldik. Diplomasi Muhabirleri Derneği üyeleri New York’ta bir bakıma hizmetiçi eğitimden geçecek. Kamu diplomasisi yolunda hızlı bir açılım yapan Dışişleri Bakanlığı’nı, Diplomasi Muhabirleri Derneği’yle de böylesi örnek bir işbirliğine gittiği için kutluyoruz. İlk geceyi kısa tutup, güzel bir uyku çektikten sonra tam da pilates saatimde yani sabahın 6’sında uyanmanın mutluluğuyla size New York’tan kucak dolusu sevgilerimi gönderiyorum. Bakalım neler olacak, başımıza neler gelecek şu önümüzdeki 1 haftada. Hadi ben, filmden esinlenip “New York, I love you” diyorum ama siz de anlayın ki... Hepinizi seviyorum. Umarım, Times meydanında ellerim titreye titreye çektiğim bu fotoğrafı beğenirsiniz...

1 Mayıs 2010 Cumartesi

1 Mayıs 2010.... Change has come !!!

Kızılay'da metrodan indim, yukarıya doğru yürüdüm. Işıl ışıl bir, 1 Mayıs sabahı. Gazeteye doğru adım attıkça umut fışkırdı mutlu ağaç dallarından, bahar mavisinin tadını çıkaran gökyüzünden. Gerçek bir değişim, gerçek bir dönüşüm kokuyordu her yer. 1 Mayıs çocuğuydum. Kalbim İstanbul'daydı, kalbim Taksim'deydi. "Kutlayamazsınız, başaramazsınız, kavga olmadan olmaz" diyenlere "hayır" diye bir kez daha bağırdım içimden. 1 Mayıs 2010'u göstermektedir takvimler. Ve Taksim'e gönderdiğim kalbim, heyecandan patlamak üzeredir. Ve Türkiye, benim ülkem değişmektedir.

Çalışıyorum şimdi ofiste. Taksim'de yüzbinleri görüyorum televizyon ekranlarında. Olay yok, kavga yok. Bayram var, sokaklarda. 32 yıldır 1 Mayıs kutlamalarına kapalı olan Taksim, mutluluktan havalara uçmuş bugün. Yüzbinler Taksim'de "1 Mayıs..İşçinin, emekçinin bayramı..." şarkısıyla çoşuyor. Kutu kutu reçel, bu da sana geçer. Diyorum. Kime? "Hilalcim, siz Türkler beceremeyeceksiniz" diyen Avrupalı arkadaş bozuntularıma diyorum. Bu 'bozuntu' lafını çevirmek için çok sözlük karıştırdım ama açıklamalarım onların da hoşuna gitti. 1 Mayıs kutlamaları Taksim'de coşkuyla bittiğinde telefon açıp da bana "Bozuntular, seni öper" diyen siz Evropalılar'ı buradan sevgiyle selamlamayı da kendime bir borç biliyorum.

Kimi küçük görür bu değişimi. Haklıdır. Taksim'de yürüyebilen işçi, toplu sözleşme ve grev gibi temel haklarını ne kadar kullanmaktadır ve bu haklar ne kadar saygı görmektedir diye sorabilir. Anayasayı değiştirirken, memura toplu sözleşme hakkını verip de grev hakkını yok sayan AK parti, gerçekten Türkiye'yi ak günlere taşıyabilecek midir. Uzasın gitsin bu sorular içinizde, kafanızda, ruhunuzda, kimyanızda, damarlarınızda. Ama önce, ama önce "Değişim" sözüne inanın. Umutsuzsanız, 'olmaz' diyenlerdenseniz ağaçlara, yapraklara, ışıldayan güneşe bakın bugünlerde. Küçük değişimlerle başlayın. Eleştirirken, yerlere vururken, sevin ülkenizi. Neden? diye sorarsanız, hatırlatırım size: Burası Türkiye. Tarih: 1 Mayıs 2010.

Öne Çıkan Yayın

Aradığınız sakinliğin adresini veriyorum : Göynük

Kaçıp, gitme dürtüsünün içimizi günde milyon kez yokladığı, dahası içimizi zonklattığı dönemler bunlar. Hep bir mayhoşluk, hep bir serse...