23 Ekim 2015 Cuma

Suriyeli çocuklarım


Bazen saçmalıyorum. Çok saçmalıyorum: Umut et, nereye kadar? Güzel günleri düşünmek kurtarmayacak. Hayallerin de boş çıkma olasılığı yükseliyor… 

Ama bazen de mutlulukla doluyorum. Yanağıma konan o tatlı öpücüğün beni sarmaladığı, hayatın ritmine ortak ettiği zamana bırakıyorum kendimi. Son zamanlarda en çok bunu yapıyorum. Reyhan beni öpüyor, öpüyor… Sonra bir daha öpüyor, bir daha…

İki göz, umut dolu bir evde annesiyle konuşurken biz, pıt diye çıktı ortaya. Ben onu şaşkınlıkla izlerken o elimi öptü, ‘nasılsınız, iyi misiniz’ diye sordu. ‘Öpücük isterim’ dedim ve yanağıma o tatlı öpücükler konmaya başladı. Dünyanın en tatlı öpücükleri… Annesinin yanına yavaşça kıvrıldı, oturdu. Hayata dair yaptığım tüm sorgulamaları yanlışlamak için büyük büyük bakıyordu gözlerimin içine. Annesine dönüp “Ama siz nasıl kaçacaksınız. Burda hayat güzel değil mi” diye soruyordum, Reyhan’ın gözleri “İstersek gideriz” diyordu. “Belki bulamazsınız kocanızı, ölüme atlamaktan korkmuyor musunuz” soruma yine o sihirli bakışlar yanıt veriyordu: Daha iyi bir hayat bizim de hakkımız.

Reyhan’ın annesi Azize Hanım, fotoğraflarda yer almak istemedi. Onun çok ama çok ciddi bir hedefi var: Suriye’den kaçıp geldiği Ankara’dan sonra Avusturya’ya da kaçmayı başaran kocasının yanına gitmek. Çocuklarını alıp, gidecek. Türkiye’den de kaçacak. Başka yolu yok kurtuluşun. Başka yolu yok hayatın.

Hepiniz aylardır kaç ölüm teknesi, botu izlediniz televizyon haberlerinde? Yollara düşmüş kaç kadın, kaç adam, kaç çocuk gördünüz? Sayı saymak anlamını yitirdi değil mi? Sonra bir gün insanlığın kıyıya vuruşuna tanıklık ettiniz. Çaresiz baktınız etrafınıza. Nedir bu Suriyeli mültecilerin çektiği? Gözümüzün önünde insanlığı yok etmek moda oldu, rutin oldu… Ama sonra belki siz de eliniz, kolunuz bağlı oturdunuz…

“Türkiye’de misafiriz ama geleceğimiz yok” diyor Azize Hanım. Reyhan; sessiz sesiz bakıyor bana. “Nedir ki gelecek” diye düşünürken, Azize Hanım anlatıyor: “Sürekli yardım gelmesini bekleyerek yaşamak anlamsız. Benim de çalışmam, hayat kurmam gerekiyor. Tıpkı Avusturya’ya kaçan kocamın yapmaya çalıştığı gibi”…

Evet Türkiye onlara kucak açtı. Ama ‘ucuz işçi’ olarak görüldüler. Onlara mülteci statüsü bile verilmedi. Misafirlik nereye kadar? Azize Hanım’ın bu sorusunu apartman bahçelerinde oturan süslü-püslü, ya da ‘sadece benim çocuğum’ diye tutturan biyolojik anneler de soruyor. Ama onların utanmadan sorduklarına tanıklık ediyorum. Sokakların karıştığını, hırsızlığın arttığını anlatıyorlar. Ve diyorlar ki; Gitsinler, nereye giderlerse gitsinler… Misafirlik değil, rezillik.

Sonra ne oldu? Türkiye’nin topluca eline yüzüne bulaştırdığı bu misafirlik meselesini ele almak için kocaman kocaman Avrupalı adamlar toplandı. Avrupa küçüldü, çekti hatta yok oldu gitti bu vesileyle. Günlerdir yapılan toplantılardan ya bir plan, ya bir çözüm, ya bir yol-yordam çıkıyor ya da hepsi yalan oluyor. Bu arada hayat devam ediyor. “Acımasızca” diyorum ama Reyhan bana bakıyor ve hatta ve hatta elindeki peynirli dürümünü uzatıyor. Ben günlerce ‘sevmek yetmiyor, yetmiyor’ diye çırpınmıştım ama sevmek çok ama çok şey ifade ediyor. Sevmek; onlarla umuda yürümek, sevmek; onlarla dünyayı büyütmek oluyor….

Hiç yorum yok:

Öne Çıkan Yayın

Aradığınız sakinliğin adresini veriyorum : Göynük

Kaçıp, gitme dürtüsünün içimizi günde milyon kez yokladığı, dahası içimizi zonklattığı dönemler bunlar. Hep bir mayhoşluk, hep bir serse...