Kimse kimsenin yüzüne bakamıyordu. Ankara Tren Garı’nın önünde
kendimi ne yapacağını bilemez halde bulduğumda bir polis ordusunu yürüyerek
geçmiştim. 3-5 yaralı, bir ambulansa yerleştirilmeye çalışılmıştı. Yaralı
kadınlar, ağlayan adamlar geçmişti gözümün önünden. Garın tam önüne geldiğimdeyse
birden ayaklarımın ucuna bakma gereği hissettim. Kafamdan ‘olamaz’ dediğim şey,
oluyordu. Bir ceset parçasına basıyordum. Sonra aniden etrafa göz gezdirdim,
insanlar ceset parçalarının üstünden atlayarak geçmeye çalışıyorlardı. Herkes
paramparçaydı.
O anda konuşulmuyor, soru sorulmuyor. Eli, ayağı titreyen
insanlar, bağırmak istiyordu ama bağıramıyordu sanki. Etrafı yaşlı gözlerle
izliyorlardı. Ne olup bittiğini kimse ama kimse anlamamıştı. Bir grup öfkeyle
irkildim sonra: Sizi de öldürecekler, haydi gidin burdan. Kadınlar, polise
‘gidin’ diye bağırıyorlardı. Ortalık savaş alanına dönmüştü. Kanlı ayak izleri
çoğaldıkça çoğaldı.
Ambulans sesleri vardı ama insanlar ‘ambulans’ diye çaresizce
bağırışıyordu. Sesi olan ambulansların kendisi neredeydi? Evet, uzun bir süre
ortalıkta görünmediler. Tıpkı olay yeri incelemesi yapmaya gelen polisler gibi.
Kanlı ayak izlerinin üstünden onlarca insan geçtikten, cesetlerin üzeri
pankartlar ve bayraklarla örtüldükten çok ama çok sonra geldi o polisler.
Akıllı telefonumla çektiğim fotoğrafların kimisini Twitter adresimden
paylaştım. Ama internet ciddi ciddi kesildi uzun bir süre. Hiçbir şey
yazamadım. Etrafta ceset parçaları gördükçe ben de elimi, ayağımı kaybettim.
Bir adam geldi yanıma, “Bizim suçumuz ne” diye sordu. O anda konuşamadığımı hissettim. Sonra o adam kendi kendine bağırdı: Kim kime kötülük yaptı, kim kimi öldürdü. Polisler niye üzerimize geliyor.
Hiçbir şey anlamadığımı, zavallı olduğumu, utandığımı, öldüğümü
hissetttiğim doğruydu. Sanki savaş bittikten sonra yeni polisler geldi meydana.
Etrafa şeritler çektiler. Ankara’yı, ülkenin başkentini ölü ilan ettiler. Olay
yeri inceleme ekipleri geldiğinde etraftaki ceset parçaları onlarca metre
sürüklenmiş, tozlanmış, unufak olup gitmişti. Neyin fotoğrafını çekiyorlardı
hiç anlamadım.
Ben Ankara Tren Garı’na gazetecilerin ‘özgürlük yürüyüşü’ne
katılmak için gitmiştim. Garda ODTÜ’den hocam, Gazetecilere Özgürlük
Platformu’nun da Sözcüsü Doğan Tılıç’la buluşacaktım. Barış mitinginin toplanma
noktasının da gar olduğunu bilmiyordum. Ülkede aydınlık, barış isteyen insanlar
biraraya gelemez miydi yani? Biraraya gelmek, ölüm mü demekti? Aylardır kafamı
kemiren sorular canlandı, yürüdü gitti, kalabalığa karıştı. Kocaman bir ülke
ölüyor, kendini kocaman zanneden büyükler seyrediyordu. 86 kişi öldü deniyordu
öylesine, 186 da yaralı olduğu söyleniyordu. Ama hiçkimse güvenmiyordu resmi
açıklamalara. Vatandaşından kopuk bir yönetim, yönetimden uzak vatandaş… Barış,
çok uzaklara gitmişti. Türkiye’de demokrasi yerde yatıyordu...
Bu şehirde; başkentte insanlar sadece aptal trafik kazalarından
ötürü ya da gelişigüzel sebeplerle ölmüyordu. Barış isteyenler de
bilinçli şekilde öldürülüyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder