10 Ekim 2015 Cumartesi

Ankara'da bombayla da ölünür...

Kimse kimsenin yüzüne bakamıyordu. Ankara Tren Garı’nın önünde kendimi ne yapacağını bilemez halde bulduğumda bir polis ordusunu yürüyerek geçmiştim. 3-5 yaralı, bir ambulansa yerleştirilmeye çalışılmıştı. Yaralı kadınlar, ağlayan adamlar geçmişti gözümün önünden. Garın tam önüne geldiğimdeyse birden ayaklarımın ucuna bakma gereği hissettim. Kafamdan ‘olamaz’ dediğim şey, oluyordu. Bir ceset parçasına basıyordum. Sonra aniden etrafa göz gezdirdim, insanlar ceset parçalarının üstünden atlayarak geçmeye çalışıyorlardı. Herkes paramparçaydı.

O anda konuşulmuyor, soru sorulmuyor. Eli, ayağı titreyen insanlar, bağırmak istiyordu ama bağıramıyordu sanki. Etrafı yaşlı gözlerle izliyorlardı. Ne olup bittiğini kimse ama kimse anlamamıştı. Bir grup öfkeyle irkildim sonra: Sizi de öldürecekler, haydi gidin burdan. Kadınlar, polise ‘gidin’ diye bağırıyorlardı. Ortalık savaş alanına dönmüştü. Kanlı ayak izleri çoğaldıkça çoğaldı.


Ambulans sesleri vardı ama insanlar ‘ambulans’ diye çaresizce bağırışıyordu. Sesi olan ambulansların kendisi neredeydi? Evet, uzun bir süre ortalıkta görünmediler. Tıpkı olay yeri incelemesi yapmaya gelen polisler gibi. Kanlı ayak izlerinin üstünden onlarca insan geçtikten, cesetlerin üzeri pankartlar ve bayraklarla örtüldükten çok ama çok sonra geldi o polisler. Akıllı telefonumla çektiğim fotoğrafların kimisini Twitter adresimden paylaştım. Ama internet ciddi ciddi kesildi uzun bir süre. Hiçbir şey yazamadım. Etrafta ceset parçaları gördükçe ben de elimi, ayağımı kaybettim.

Bir adam geldi yanıma, “Bizim suçumuz ne” diye sordu. O anda konuşamadığımı hissettim. Sonra o adam kendi kendine bağırdı: Kim kime kötülük yaptı, kim kimi öldürdü. Polisler niye üzerimize geliyor.


Hiçbir şey anlamadığımı, zavallı olduğumu, utandığımı, öldüğümü hissetttiğim doğruydu. Sanki savaş bittikten sonra yeni polisler geldi meydana. Etrafa şeritler çektiler. Ankara’yı, ülkenin başkentini ölü ilan ettiler. Olay yeri inceleme ekipleri geldiğinde etraftaki ceset parçaları onlarca metre sürüklenmiş, tozlanmış, unufak olup gitmişti. Neyin fotoğrafını çekiyorlardı hiç anlamadım.
Ben Ankara Tren Garı’na gazetecilerin ‘özgürlük yürüyüşü’ne katılmak için gitmiştim. Garda ODTÜ’den hocam, Gazetecilere Özgürlük Platformu’nun da Sözcüsü Doğan Tılıç’la buluşacaktım. Barış mitinginin toplanma noktasının da gar olduğunu bilmiyordum. Ülkede aydınlık, barış isteyen insanlar biraraya gelemez miydi yani? Biraraya gelmek, ölüm mü demekti? Aylardır kafamı kemiren sorular canlandı, yürüdü gitti, kalabalığa karıştı. Kocaman bir ülke ölüyor, kendini kocaman zanneden büyükler seyrediyordu. 86 kişi öldü deniyordu öylesine, 186 da yaralı olduğu söyleniyordu. Ama hiçkimse güvenmiyordu resmi açıklamalara. Vatandaşından kopuk bir yönetim, yönetimden uzak vatandaş… Barış, çok uzaklara gitmişti. Türkiye’de demokrasi yerde yatıyordu... 
Bu şehirde; başkentte insanlar sadece aptal trafik kazalarından ötürü ya da gelişigüzel sebeplerle ölmüyordu. Barış isteyenler de bilinçli şekilde öldürülüyordu. 




Hiç yorum yok:

Öne Çıkan Yayın

Aradığınız sakinliğin adresini veriyorum : Göynük

Kaçıp, gitme dürtüsünün içimizi günde milyon kez yokladığı, dahası içimizi zonklattığı dönemler bunlar. Hep bir mayhoşluk, hep bir serse...