Sorular hiç
yakamızı bırakmıyordu: Üzüldüğümüz neydi? Ne istiyorduk, ne bekliyorduk? Neden
ama neden kırgındık? Kendimizi yeterince ifade edememiş miydik? İçimizdeki bu
durgunluk iyi miydi yoksa?
En son; ‘blogu
günceleme’de karar kıldık. Blog güncellendikçe sorular da güncellenecek, anlam
kazanacaktı. Yani; anlamsız mıydı sorularımız esasında? Evet; çoğu anlamsızca
uçuşuyor ve hayatın en olur olmaz yerlerinde aklımızı kurcalıyordu. Ama nasıl
anlam katacaktık bu sorulara? Soruya, soruyla mı karşılık verecektik?
Gazetecilikten bilirdik, duyardık, yaşardık biz: Soru sormaktan
vazgeçmeyecektik ama doğru soruyu, doğru yerde sormaya çalışacaktık.
Haydi
soralım: Doğru yerde miydik? Doğru yerde, doğru insanlarla mıydık? Bu soruların
doğru sorular olduğunu düşünmemiz için öncelikle ‘doğru’yu da tanımlamamız
gerekiyor. Ben olaya doğrudan giriş yapıyorum ve diyorum ki; doğru dediğiniz şey; sizin en derin yerinizden, en içinizden hissettiğinizdir. Kalbinizin sesini
dinleyin diyorum arkadaşlar ama kendinizi de incitmeye kalkışmayın. Hepimiz
biliyoruz aslında kalp sesinin paldır, küldür olaylara dalmamak olduğunu.
Akıllı, akıllı dinleyelim. Kalbimizi iknaya, kandırmaya, salak yerine koymaya
kalkışmayalım. Bildiğimizden şaşarken, kendimizce bilge dediğimiz insanlara bir
danışalım.
Peki;
gelelim doğru yerde olmaya. Çok uzun yıllar uğraştık, didindik, saçımızı
süpürge ettik, belimizi büktük. Bunun için miydi yani? Soru bu mu? Bu klişe
sorulardan özellikle nefret ettiğimi burada dile getirmeyi ve bir kaşık nutella
yemeyi öngörüyorum. Geçmişle uğraşmayı bırakmak için çok ama çok acele etmekte
fayda var. Neden mi? Çünkü şu an; her dakika kaçabilir. Geldiğimiz yer; her ne
olursa olsun bize ait bir yer. Çok mu dışında hissediyoruz? Neden içine girmeye
çalışmıyoruz? Bir kerecik olsun denemekten ne çıkar? Çok şey çıkar: Bu an...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder