23 Nisan 2015 Perşembe

Çocuk onlar, çocuk...


Onlara “arsız” diyen de var, hırsız gözüyle bakan da. Büyükşehirlerde trafiğin ‘baş belası’ olarak da görülüyorlar. Çoğunun elinde “Suriyeliyim, yardım edin” yazılı bir pankart var. Konuşmaya çalışıyorsun, “Abla bana para ver” yakarışından başka da bir şey duyamıyorsun. Araba her kırmızı ışıkta durduğunda kendine acılardan acı beğeniyorsun. Sokaktaki çocuk sayısı arttıkça artıyor, sen zaman zaman onlara uzattığın bozuk paralarla vicdanını teselli etmeye çalışıyorsun. Hayata küsüyor, devletin başındakilere küfür sallıyorsun. Sokağa çıktığın anda mutsuzsun.

 “Gelsin de, elindeki silecekle arabamın camını silsin”derken, onlarcası cama yapıştı birden. Onlar, “Sen silersin, ben silerim kapışması” yaşarken, ben zombiye çoktan dönüşmüştüm. Birden yeşil oldu trafik lambası, küçük kızın “Parayı bana ver” bağırışıyla çarpıldım. Parayı kime verdiğimi hatırlamıyorum. Saatler geçti,  kalbimin oyulduğunu hissediyorum. Her yıl, her gün bu oyuklara yenisi ekleniyor kalbimde. Büyükşehirlerde kalbi oyulmuş ne çok insan, ne çok zavallı var. Çok var, hem de çok var.

Türkiye, Suriyeli mültecilere kucak açtıktan sonra sokaklardaki çocuk sayısının arttığı doğrudur. Bu çocuklar için hiçbir şey yapılmadığı, her birinin köle gibi sokaklarda çalıştırıldığı da gözümüzün önünde cereyan etmektedir. Haydi bu işin bir boyutu. Daha başka çok boyutu da var. Türkiye genelinde 1 milyon çocuk sokaklarda çalıştırılıyor. Türkiye genelinde 6-17 yaş arası çocukların yüzde 91.5’i okula devam ederken, yüzde 8.5’i okula gitmiyor. Okula giden de, gitmeyen de çalışmak zorunda kalıyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) açıklamış; demiş ki, “Geliri düşen aile, yasak da olsa çocuğunu çalıştırmak zorunda kalıyor.” 15 yaşından küçük çocukları çalıştırmak yasak ama yasağı dinleyen kim… Dinlese rakamlar böyle mi olur: Türkiye’de yaklaşık 3 milyon çocuk var ve bu çocukların yarısı yoksul ailelerden geliyor. Çalışmayıp, ne yapacaksın… Türkiye’de okul çağındaki 900 bin çocuğun işbaşında olduğu gerçeği değişmiyor.

Durup, durup “Memleket atladı, zıpladı. Refahta tavan yaptı” diyen yöneticilere de sadece “Utanmıyor musunuz” diye sormak istiyorum. Mülteci ya da değil, her kimse kim, çocuk onlar çocuk… Sahiden, utanmıyor musunuz?


19 Nisan 2015 Pazar

Diploman kadar konuş !

Ben küçük bir çocukken pırıl pırıl okullara, parlayan diplomalara, büyük notlara hayran hayran bakardım. Babamın asla dört çocuğu kolejlere, yurtdışındaki üniversitelere, kurslara gönderecek parası yoktu. Üzülür müydüm? Hayır. Kendi kendime hep “daha çok okumalıyım, kendim kazanmalıyım” derdim. Yıllar yılları kovalayıp, kocaman üniversite öğrencisi olduğumda sınavdan 100 değil de 99 aldığıma üzülürdüm, ağlardım. Oysa ki o güne kadar gittiğim bütün okullardan yıldızlı diplomalar almıştım. Hep takdirlik, örnek öğrenci olmuştum. Bir iki not kırığına oturup günlerce ağladığımı hatırlayıp, sessiz sessiz gülüyorum şimdilerde. 


Nasıl bir hırs yapmışsam; istediğim tüm okullara gidip, hepsinden ay yıldızlı diplomalarla mezun oldum. Diplomalarım benim her şeyimdi. Hiçbirini alıp da duvara asmadım ama bazen aklımdan geçmiyor değil. Bir duvar yapsam, diplomaları dizsem, karşısına geçip, benim sevgili egomu şişirsem de şişirsem. Ne kadar komik olurdu değil mi? Böyle insanlarla karşılaşıp da, içimden ‘egoist yahu’ dediğim zamanları da hatırlıyorum. Çoğuna ‘zavallı’ derdim. Diplomalarından başka da bir şeyi yok. Hatta ‘ruhsuz’ derdim. İçimi kıpırdatan; davranışlarından zarafet, sözcüklerinden bilgelik, gözlerinden pırıltı fışkıran insanlar da vardı elbet. Hayat diploması olan insanlardı onlar. Bugün yolda giderken, artık bu dünyada olmayan bir diplomat arkadaşımı düşündüm örneğin. Bana; espri yeteneği ile uluslararası ilişkiler bilgisini o kadar doğalca sunardı ki; “İnsan olmak çok farklı bir şey; öğrendikçe öğreneceksin ve bunları yaşama geçirirken başkalarına da yol göstereceksin. Üstelik dünyanın en büyük keyfini alacaksın” düşüncesiyle ruhum, başım dönerdi. Sahi; insan diplomayla mı adam oluyordu?

“Evet öyle, öyle”  diyenler olurdu. Öyle, nasıl? : Özgeçmişler imparatorluğunda diplomalar büyük iş yapıyordu hep. Kişi ne kadar ruhsuz olursa olsun, kendini kurtarmak için “Ben şu kolejdenim. Ben şu üniversitedenim. Ben falanca kursa gittim” klişelerine sığınıp, sonra bir de utanmadan hava atabiliyordu. Etraf “oldum ben, oldum” diyenlerden geçilmiyordu. Asil ruhlar; sessiz sedasız varlığını sürdürürken, zavallı ruhlar; havada uçuşan balonlara dönüşüyordu... “Yeter” deyip durduralım dünyayı. Durun bir, durun. Bir zamanlar beni de üzen, derin acılara gönderen bu çelişki; bugün hayatın gizemli yolunda ‘kendini bilerek’ ilerlemenin temel nedenini oluşturuyor. Çelişkilerden kurtulmak da mümkün. Kendine doğru yaptığın yolculukları, dış dünyaya açtığında asil ruhlarla daha sık buluşup, hayattan daha çok keyif alabiliyorsun. Güzelce bir tebessümden ibaret de değil diğerleriyle iletişim: Anlamak ve anlaşmak üzerine ama hep öğretici olsun istiyorsun ve çaba gösteriyorsun. Gerisi arkasından geliyor. Bak; şimdi ruhumu kıpırdatan Leonardo Da Vinci bir kez daha karşıma çıkıyor: İnsanın bilgisi arttıkça sevgisi de çoğalır.

Da Vinci’nin sözünün iliştirildiği felsefe diplomamı alıyorum ve hepimize “Diploman kadar konuş” diyorum. Konuşun bakalım… 


17 Nisan 2015 Cuma

Hayat ne garip !

Sorular hiç yakamızı bırakmıyordu: Üzüldüğümüz neydi? Ne istiyorduk, ne bekliyorduk? Neden ama neden kırgındık? Kendimizi yeterince ifade edememiş miydik? İçimizdeki bu durgunluk iyi miydi yoksa?

En son; ‘blogu günceleme’de karar kıldık. Blog güncellendikçe sorular da güncellenecek, anlam kazanacaktı. Yani; anlamsız mıydı sorularımız esasında? Evet; çoğu anlamsızca uçuşuyor ve hayatın en olur olmaz yerlerinde aklımızı kurcalıyordu. Ama nasıl anlam katacaktık bu sorulara? Soruya, soruyla mı karşılık verecektik? Gazetecilikten bilirdik, duyardık, yaşardık biz: Soru sormaktan vazgeçmeyecektik ama doğru soruyu, doğru yerde sormaya çalışacaktık.

Haydi soralım: Doğru yerde miydik? Doğru yerde, doğru insanlarla mıydık? Bu soruların doğru sorular olduğunu düşünmemiz için öncelikle ‘doğru’yu da tanımlamamız gerekiyor. Ben olaya doğrudan giriş yapıyorum ve diyorum ki; doğru dediğiniz şey; sizin en derin yerinizden, en içinizden hissettiğinizdir. Kalbinizin sesini dinleyin diyorum arkadaşlar ama kendinizi de incitmeye kalkışmayın. Hepimiz biliyoruz aslında kalp sesinin paldır, küldür olaylara dalmamak olduğunu. Akıllı, akıllı dinleyelim. Kalbimizi iknaya, kandırmaya, salak yerine koymaya kalkışmayalım. Bildiğimizden şaşarken, kendimizce bilge dediğimiz insanlara bir danışalım.

Peki; gelelim doğru yerde olmaya. Çok uzun yıllar uğraştık, didindik, saçımızı süpürge ettik, belimizi büktük. Bunun için miydi yani? Soru bu mu? Bu klişe sorulardan özellikle nefret ettiğimi burada dile getirmeyi ve bir kaşık nutella yemeyi öngörüyorum. Geçmişle uğraşmayı bırakmak için çok ama çok acele etmekte fayda var. Neden mi? Çünkü şu an; her dakika kaçabilir. Geldiğimiz yer; her ne olursa olsun bize ait bir yer. Çok mu dışında hissediyoruz? Neden içine girmeye çalışmıyoruz? Bir kerecik olsun denemekten ne çıkar? Çok şey çıkar: Bu an...

Bir kaşık nutelledan sonra canım deli gibi kahve içmek istiyor. Ve ben bunu yaptığım anda doğruyu yaptığımı düşünüyorum. İstediğimizle istediğimiz an bütünleşebilmek. Bunun için de geçmişimizi, bugünümüzü, isteklerimizi, beklentilerimizi deli gibi kucaklamamız gerekiyor. Hiçbir şey düşünmeden kucaklayalım. Evet; dünyanın bütün kitaplarını okumuş, siyaset literatürünü hatmetmiş, tiyatrolarda uyumuş, protokol masalarında boy göstermiş olabilirsin. Ya da hep tembel tembel, silik silik yaşadın. Her nasıl olursa olsun, kim tanımlayabilir ki geçmişi. O artık geçmiş. Ben bir kahve içmeye gidiyorum ve sizi birazcık olsun “Doğru yerdeyim ve ilerleyebiliyorum” diyebilme cesaretinizle başbaşa bırakıyorum.

3 Nisan 2015 Cuma

Sen beni bırakıp, böyle gitmezdin hiç

Tazecik bir Nisan gününü güneşle dansediyorken yakalamışken, hayat birden firene basmıştı. Kötü olduğu kadar acı, acı olduğu kadar ezici, ezici olduğu kadar uzak bir haber beliriyordu akıllı telefonumda. Yine bir gerçek, içli içli haykırıyordu. Bir, “Sen beni böyle bırakıp gitmezdin hiç, yapmazdın” diyordu, bir “Seninle her şeye varım ben”… Gerçek, çok ciddi haykırıyordu. Kayahan’ın ölüm haberi sıradan değildi. Ölüm bu haberin altında ezildikçe eziliyor, dile geliyordu: Sarı saçlarından sen suçlusun… Ölümü ezip geçen bu haber, garip bir umuda dönüşüyordu. Nisan; acı acı gülümsüyordu. 





“Yeni şarkılar” yeni albümün adı. Fazıl Say; Edip Cansever, Turgut Uyar, Cemal Süreya, Nazım Hikmet ve Ömer Hayyam’a yepyeni bir ruh veriyor. Sen beğenmesen de, itici bulsan da, güzelim dizeleri yeniden süslendiriyor, önüne sunuyor. Fazıl Say da; mutsuzluk imtihanlarındaki bu topluma yeni notalarla sesleniyor. Yargılamadan, anlamaya çalışsak, kanatmasak üretileni daha çok keyif almayacak mıyız? Yapamaz mıyız bunu? Fazıl Say’ı da dinleyip, ruhumuzun tozlarını alamaz mıyız? Aldık çıktık bile… Kayahan’ın şarkılarıyla adımladığımız Kızılay sokaklarında Fazıl Say coşkusu yaşadık.

Dost Kitabevi’nden yeni çıkmıştık ki Hüseyin’le karşılaştık. 15 yaşında bir ayakkabı boyacısı. Babası yok. Sibel, “At o sigarayı, sana hiç yakışmıyor” dedi, hemen attı. Benim ayakkabılarımın tozunu almaya başladı Hüseyin. 7 yaşından sonra okuyamadığını söyledi. Annesi evdeydi. “Haydi bak bana” dedim, fotoğrafını çektim. Ey hayat, al sana söylüyorum: Sana sevdanın yolları bana kurşunlar.
Kızılay’da sokaklar daha mı içten, daha mı bizdendi? Evet, öyle geldi. Her yerden hayat fışkırıyordu. Arka fonda hep Kayahan çalıyordu. Kulağıma hafif hafif “Seninle her şeye varım ben” diyordu. Sibel’le adımlarken sokakları öğle yemeği için gittiğimiz Kebo’nun da tarifsiz keyfini çıkartıyorduk. Nefis Antakya mutfağı Ankara’nın ayağına gelmiş. Gidip keşfeden mutlu: La fa, la sol….
Gün bitmiyordu, uzuyordu. Kocatepe kahvesi içsek, hayatın azgın sularında daha güçlü olabilir miydik? Olurduk. Dost sohbetinde bir kahve, dünya gibiydi. Kayahan yine söylüyordu: Senle topla beni, çarp uzaklarla…..

Hayat akıyor, akıyordu. İçinde olmak, içinde derin derin hissetmek vardı. Başka yolu yoktu bu işin. Sahi siz; en  son ne zaman Kızılay sokaklarında dolaştınız. Belki de o uzaklarda aradığınız hayat tam da dibinizde. Ey Ankara…. Bak yine Kayahan söylüyor: Bizimkisi bir aşk hikayesi, siyah beyaz film gibi biraz….. 

 


Öne Çıkan Yayın

Aradığınız sakinliğin adresini veriyorum : Göynük

Kaçıp, gitme dürtüsünün içimizi günde milyon kez yokladığı, dahası içimizi zonklattığı dönemler bunlar. Hep bir mayhoşluk, hep bir serse...