Ne yapmalı, ne etmeli... Bir bilene mi danışmalı.... Suriye, Libya değil. Suriye, Mısır değil. Tunus değil. Burda Arap baharı falan hissedilmiyor. Bildiğin Suriye. Karmaşa, kurmaca, kutu kutu gizem... çöz çöz, bağlansın. Yüzde yüz şüphe, yüzde yüz paranoya.... Anlaşıldı, bu Hama halkı sevmiyor Esad’ı. Zaten tarihte de burası hep direnişçilerin diyarı olmuş. Bu direnişten özgürlük rüzgarı, hadi bilemedin bizi romantizmin doruklarında gezdiren Arap baharı çıkar mı, hiç sanmam....
Dört bir yan askerle çevrili, ortalıkta bağıranlar, çağıranlar. Toza bulaşmış bir hayat, toz kent Hama. 3 saatlik bir gözlemde mi çözeceğim ben orayı, ya da bir başka dünyalı. Ya da bir başka kendini çok iyi gazeteci zanneden arkadaş. Bu çelişkiden çıkamaz kimse... Hiç kimse...
Yoksa insanlık dediğin bu mudur? Biri yerken, birinin geberip gitmesi midir. İnsanlığın tanımıyla uğraşmak kadar sıkıcı bir şey olmadığından bırakıyorum şimdi ben bu konuyu bir kenera.
Peki, ne olmaktadır ? İşte bir bilen... Bu adam bilir. Zehir gibidir, gittiği coğrafyaları hatmetmiştir. Hem de yakışıklıdır. Yakışıklıların zeki olduğunun açık kanıtıdır benim gözümde. İsim veremem arkadaş, önemli bir şahsiyettir.
Der ki; Suriye’de kırılma yeni yeni başlamaktadır. Daha uzun zaman alabilir, halkın örgütlenip de, birilerinin tepesine çıkması. Özgürlük diye sokaklarda kavrulması. Her mahallenin, her sokağın bir akıllısı, bir bileni vardır burda. O sokak bilicileri, akil adamları birleşecek de, bir oluk olup akacak. Çok zaman alır, çok. O sırada bu Suriye ömrümüzü yer. Nasıl mı? Esad’a “Çekil, git”, “Çekil, git” diye bas bas bağıranlar, Türkiye’nin kapısını tokmaklayıp, dururlar her seferinde. Esad da, “Sizinle mi uğraşacağım” der, sağa-sola saldırır. Eyvah, sınır. Eyvah, Suriye en yakın komşumuz !!!
Dört bir yan askerle çevrili, ortalıkta bağıranlar, çağıranlar. Toza bulaşmış bir hayat, toz kent Hama. 3 saatlik bir gözlemde mi çözeceğim ben orayı, ya da bir başka dünyalı. Ya da bir başka kendini çok iyi gazeteci zanneden arkadaş. Bu çelişkiden çıkamaz kimse... Hiç kimse...
Derken, bindik otobüse... Derken, indik otobüsten. Kocaman bir otelden içeri akıyoruz. Krallara layık bir sofraya oturtuluyoruz. Burası da Hama. Şimdi acıyı, kederi, isyanı, yılmışlığı görmüş ben, çelişkilerle boğuşmuş kalbim, bu sofrayı görünce deliye dönmesin de ne yapsın. İnanılır gibi değil. Burası da Hama. Masada bir kuş sütü eksik nerdeyse... O, tepsiler dolusu kuzu tandır mıdır, pilavlı et midir, bademli kuzu çevime midir tepemizde gezinenler, onların fotoğrafını çekmeye yanaşamadım bile ben. Ayıp artık, insanlık var.
Yoksa insanlık dediğin bu mudur? Biri yerken, birinin geberip gitmesi midir. İnsanlığın tanımıyla uğraşmak kadar sıkıcı bir şey olmadığından bırakıyorum şimdi ben bu konuyu bir kenera.
Peki, ne olmaktadır ? İşte bir bilen... Bu adam bilir. Zehir gibidir, gittiği coğrafyaları hatmetmiştir. Hem de yakışıklıdır. Yakışıklıların zeki olduğunun açık kanıtıdır benim gözümde. İsim veremem arkadaş, önemli bir şahsiyettir.
Der ki; Suriye’de kırılma yeni yeni başlamaktadır. Daha uzun zaman alabilir, halkın örgütlenip de, birilerinin tepesine çıkması. Özgürlük diye sokaklarda kavrulması. Her mahallenin, her sokağın bir akıllısı, bir bileni vardır burda. O sokak bilicileri, akil adamları birleşecek de, bir oluk olup akacak. Çok zaman alır, çok. O sırada bu Suriye ömrümüzü yer. Nasıl mı? Esad’a “Çekil, git”, “Çekil, git” diye bas bas bağıranlar, Türkiye’nin kapısını tokmaklayıp, dururlar her seferinde. Esad da, “Sizinle mi uğraşacağım” der, sağa-sola saldırır. Eyvah, sınır. Eyvah, Suriye en yakın komşumuz !!!
Size Şam’daki entel-dantel gezmelerimizi, gözlemlerimizi de anlatacağım. Ama önce buyrun bakalım Hama sofrasına... Kursağınızdan geçerse... Ya da YERSE !!!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder