Bazen kaçmaktan başka çare yoktur. Hayat üzerinize üzerinize
gelmiştir ve siz sadece bir kaçış düşüncesine odaklanırsınız. İnsanoğlunun en
mutsuz olduğu andır o an. Ama bir anda hayat, bir bulmacanın eksik parçalarını
tamamlarcasına hareket eder ve sizin tıkanmış ruhunuza cesaret verir.
Gözlerinize yaşam ışığı dolar. İçinizde atlar koşar, eşsiz gün batımları
birbirini izler. Hayat, yapıyor bunu. Nasıl yapıyor diye sormak yanlış. Yapıyor
mu, yapıyor.
Japonya’nın en ünlü filozofu Nishida Kitaro her gün Kyoto
Üniversitesi’ne giderken bir yürüyüş yaparmış. Daracık ve uzun bir nehir
düşünün. Ben diyeyim ki; hayat nehri. Siz deyin ki; yürüyüş işte, abartmayalım.
Bu nehirle beraber yürüyormuş Kitaro. Sağdan soldan çiçekler, uzun ağaçlar,
kediler, konuşan ağaçlar, sessiz yapraklar fışkırıyor. Her adımınızı
attığınızda ‘hayat da hayat’ diye inliyorsunuz bir anda. Bugün dünyanın her
yerinden insan bu filozof yürüyüşünü yapmak için buraya geliyor; Kyoto’ya. Bu
yolda insan kendini görüyor. Garip bir sessizlik içinde kendinize doğru
yürüyorsunuz. İnsanın kendisiyle buluşması bu kadar mı heyecan verici olur.
Dünya küçülüyor da küçülüyor. Ama yepyeni bir dünya büyüyor kalbinizde.
Kalbinizi açıyorsunuz. Hayat hem çok zor hem çok güzel. Zorlukların anlamı var.
Yeter ki cesaretini kıranlara karşı güçlü dur. Evet, hepimizin zayıf anları
olacak ama o zayıf anların değerini bilmekte fayda var. O anlar bizi aslında
hayata sıkı sıkı bağlayan anlar. Asla bir kopuş yok.
Kyoto’nun meşhur gizemli Filozof Yolu’nda ikinci kez yürümüş
biriyim. Mutluyum ben. Gözyaşlarımı, üzüntülerimi, saçmalıklarımı seviyorum.
Ama en çok umutlanmayı seviyorum. Rene, Jason ve ben bu yoldan sonra heyecanla bizi bekleyen çay seramonisine katılacağız. Sabırla evet sabırla karıştırılıyor
yeşil çay. Dostluğun ve sempatinin işareti. Göz temasıyla içiyoruz. Güzel geyşamız
sanki bir anda içimizdeki boşlukları dolduruyor: Hayat da böyle taze bir çay
gibi değil mi... Bilmem; kahve gibi de olabilir !
Kyoto; “On bin Tapınak Şehri” olarak biliniyor. Bin yıldan
uzun bir süre Japon İmparatorluğu’nun merkezi olmuş. Japon tarihinin, mimarisinin,
geleneklerinin korunup da günümüze ulaştırıldığı enfes bir şehir. Budist ve
Şinto tapınakları adam gibi restore edilmiş ve bugün milyonlarca turistin uğrak
yeri. Ağaçların sesini, çiçeklerin kokusunu duymak için insanlar buraya koşuyor.
Evet;
Japonlar doğayı yaşatıyor. Burda onlara övgü dizmem bile anlamsız. Doğa zaten
korunmalı, doğa zaten insanoğlunun temel bir parçası, ona bakılmalı. Peki
niçin? “Bir ağaca sarılınca kendimi gezegende iş görüyor, yani bir işe yarıyor
gibi hissediyorum” der Rene. “Kuşların cıvıltısını duyunca ellerim, ayaklarım
mutlulukla doluyor, harekete geçiyor. Temiz bir sokakta yürüyünce
gururlanıyorum” diye devam eder. Peki niçin? Ben de diyorum ki; “Estetikse
varlığımızı anlamlı kılan; biz de ressamlar, mimarlar, mühendisler, gazeteciler,
doktorlar gibi küçük dokunuşlar yapabiliriz doğaya. Güzellik değil mi bize
hayatı cazip kılan, ya da bizi hayata cazip kılan…” Şimdi size çok garip
gelebilir ama Japonlar küçücük bir yaprak parçasının bile peşinden koşuyorlar
Kyoto’da. Sokaklar, parklar, bahçeler gönül sarayı olmuş. Evde olmuşsun, evin
güzel olmuş kaç yazar. Ne ayıp, ne ayıp ‘sadece evim’ diye tutturmak. Sokakta
bir ağacı korudun mu örneğin. Evet, ağaçlar korunabiliyor burda. Rüzgara ya da sert kış günlerine karşı. Havadan kapacakları enfeksiyonlara karşı. Gövdeleri
hassas bantlarla sargılanıyor. Mümkün, evet mümkün. Hem, kalp açmanın en kolay
yolu da doğaya kucak açmak. Biz yapamaz mıyız diye sormuyorum. Sormayacağım.
Filozof yolunda diyor ki; sen yürü, bir ışık, bir pırıltı mutlaka yakalayacaksın
başka gözlerde, başka kalplerde. Sonra birlikte yürüyeceksiniz. Ve hangi zaman,
ve nasıl,,,, bilmem....