Bir anda gelişti, bir anda oldu:
Gazze'ye gidiyoruz.
Ne ürkünç bir
cümleymiş ki bu, duyandan “Ah, vah, aman dikkat,
n'apacaksınız orda ya, olur mu ya” inlemeleri, sızlamaları
yükseldi. Orda insanlar ölsün, sen burdan uzaktan
uzağa inle, sızla. Bu mu adalet? Tabii herkes gidemeyebilir ama
giden gider, ağlayan ağlar, ölen ölür kardeşim.
Hayat ne kadar gerçekse, Gazze de o kadar gerçek işte.
Ben heyecanlandım. Bombalar yağarken
girmemiştim hiç o şehre daha önce. Aldım çantamı
çıktım. “Ne yapacaktım ki o insanlar için.
Görecektim o kadar. Ne yapacaktım ki o insanlar için.
Ağlayacaktım o kadar...” Empati yoksunu, kolaycı insanlar böyle
konuşsun dursun değil mi, hep konuşurlar zaten. 'Ne yapacağımı',
var mı? Görüp, ortak olacaktım. Paylaşacaktım...
Sahi, “Sizin hiç babanız öldü
mü”... Okudunuz mu bu şiiri, bir anlam yüklemeye
çalıştınız mı?
Kahire Havalimanı'na indikten hemen
sonra ilk bakışta insanda Hawai sempatisi uyandıran otobüslerimize
bindik. Sonra markete gittik. Ne bulduysak doldurduk poşetlere. O
dünya iyisi insan, büyükelçilik görevlisi
diye hatırlıyorum, “Gazze'de yemek bulamayacaksınız. Bu
marketten alabileceğinizi alın” dedikçe, doldurduk
çantaları.
Korkunç olacaktı biliyordum.
Havadan ölüm yağan bir şehre doğru ilerliyorduk. Ama
benim tek düşündüğüm; telefonların ve 3G
mucizesinin çalışıp çalışmayacağıydı. Gazze'den
yayın yapmak için ölüyordum.
Otobüs saatlerce salladı bizi. Onlarca kontrol noktasından geçtik. Yol hiç bitmedi. 8 saate yakın sürdü otobüs içindeki sallanmamız. Korku tünelinde ilerledikçe özgürleştiğimizi düşündüm oysa ki ben. Bütün dünya, yalan dünya geride kalıyordu. Güneşin uzaktan bütün güzelliğiyle doğuşuna tanıklık ettiğim anda “Ölelim, n'olmuş” bile diyebildim. İnsanlığa giden bir yolsa Gazze yolculuğu, bu yolculukta ölüm küçücük bir adım olurdu ancak.
Ve o kutsal kapı : Refah Kapısı.
Keşmekeşin filmlere taş çıkartan tablosu... Bizi kapıdan
içeri sokan kutsal bayrak: Türk bayrağı.
“Türk bayrağına sarılı
otobüslerle ilerleyeceğiz ki şehirde, bombalara hedef
olmayacağız” dedi genç adam. Otobüs sarılıp,
sarmalandı. Ve öfkeli tercüman konuşmaya başladı...
“Gazze'deyiz...Şehri boydan boya
kesen Selahaddin caddesinde ilerliyoruz”
Gazze bomboş. Şehir terkedilmiş. Hayır. İnsanlar, evlerinden çıkamıyor. Ve biz de o ölüm sireni gibi gelen heronların sesini duymaya başlıyoruz. İç sızlatan füze sesleri...Havada vızıldıyor ve pat düşüyor. Öldün. Bu kadar kolay, bu kadar yalın, bu kadar anlamsız işte. Ölümün insanlara dokunuşunu hissediyor ve yaşıyorsun. Sen de öleceksin. Hepimiz öleceğiz.
İsrail'den gelen insansız hava
araçlarının şehre verdiği hasarı sadece izlemek istiyorum
o an. Bu anlamsızlığın fotoğrafı olmamalı hayatımızda. Saçma
sapan fotoğraflar çektiğimin farkındayım.
Bulut Sütunu bu operasyonun adı.
Ölü sayısı 120'yi aştı. 900'den fazla yaralı var.
İsrail'le Hamas arasında ateşkes olur mu, olmaz mı? Canı
cehenneme ateşkesin. Siz bunu tartışırken insanlar ölüyor.
İsrail, bunu niye yapıyor? İsrail, Gazze'yi niye bombalıyor? Hiç
analize gerek yok. Büyükler, kendilerince analiz
ettiklerini zannediyor. Gerçek şu: İsrail saçmalıyor.
Niye saçmalıyor?
Yapay bir devlet olmanın acizliği mi
bu? Böyle söylemek istemiyorum. Onlarca İsrailli arkadaş,
dost edindik. Onlar da hep mutsuz olduklarını anlattılar içten
içe her zaman. Politikacılardan dert yandılar. Büyük
balık, küçük balığı yutsun. Büyüklüğünü
göstersin. Ortalık karışsın. Egon şişsin.
Amerika'dan nefret ediyorum yine derin
derin. Gazze'nin ortasındaki Şifa Hastanesi'nin bahçesinde
ambulans sesleri, füze seslerine karışıyor. Ama Amerikalı da
çok arkadaşım var benim. Hiçbirinin ölmesine
tahammül edemem. Öldürülmesine izin vermem. Ama
Amerikan devleti, 'devlet edası'nda, İsrail'e arka çıkıyor.
İnsanlar ölüyor ve politikacılar bunu kendi hanelerine
olumlu puan diye yazıyor.
Ambulans sesleri uzayıp gittikçe,
bahçenin ortasında küçüldükçe
küçüldüğünü duyuyorum. Büyük
balık diye birşey yok. Süper güç de
yok...Yalanlarla örülmüş gerçeklere karşı
aslında tek bir gerçek var: Gözyaşı...
Şifa Hastanesi'nde her yer acıya,
kana bulanmışken, ölüm herkese ama herkese yetişecek
kadar güçlenmişken umutla çalışan doktorlarla
tanışıyorum. Halen pırıldıyor gözleri. Benimkiler de
pırıldar mı diye gözlerinin tam içine bakıyorum. 'Yardım'
diyoruz, bahçenin tam kenarına bir füze düşüyor...
Hayat patlıyor, sessizce ağlıyoruz.
O hastaneyi asla ama asla unutmayacağımı biliyorum. İçeri dalıp, hayattan kopuk şekilde hayat aradığım dakikalar hep aklımda olacak. “Hastane iyi” demek istiyorum. “İçerden yaşam fışkırıyor” demek... Düzenli, konforlu yataklar değil elbet yaşam belirtisi her zaman. Burda da savaş koşulları var. Kargaşa bulutu genişledikçe genişliyor. Keşke bir sebep bulabilsem buna, bulamıyorum...Bahçeye yeniden döndüğümde hiçkimsenin gözüne bakmadan ağlıyorum...
Ben Şifa Hastanesi'nin bahçesinde
ağlarken, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da hastanenin içinde
acılı bir babaya sarılırken ağlıyordu... Gözyaşlarımızla
dalga geçenlere, eğlenenlere hiç kızmıyorum. Belki
günün birinde okurlar, belki günün birinde
anlarlar... Onların da günün birinde “Sizin hiç
babanız öldü mü...” mısralarıyla karşılaşıp,
duymalarını, anlamalarını umut ediyorum... Sahi... Sizin hiç
babanız öldü mü?