31 Ağustos 2011 Çarşamba

Lüküs hayat,,, Oh ŞAM ne rahat ... Cham de Palace....


Bir ben miyim perişaaaan Şam sokaklarındaaaa..... Bir taksiden indim, ötekine bindim. Yürüdüm, gecenin karanlığındaaaaa... Garip, garip adamlar elimdeki kameranın içindeki videoyu seyretmek istediler. “Ver onu bize” diye gözümün içine acı acı baktılar. Kolumdan tuttu hatta biri. Ama bennn... Verir miyim ha, verir miyim... 

Şam değil Paris... Işıl, ışıl... At sandalyeyi sokağa, şarkılar söyle gökyüzüne. Yıldızlara takıl... Bangır, bangır göterici seslerine dal, git istersen. Şam ayakta, Şam uykusuz. Burdaki arkadaşlar da “Canımız, ciğerimiz Esad” sloganı atıyor. Suriye bayrakları her yerde. Esad Amca, her binadan sırıtıyor. “Banane ya, banane sizin Suriye’nizden” çıkışlarım bile kurtarmıyor bunalım hallerimi. Sen git, Hama’da görüntüler çek, gel Şam’ın ağır-çekim hayatına takıl. Hiloş, engellendin. Dur işte, dur ! İnterneti durdurmuş bu Esad’cı arkadaşlar sizin anlayacağınız. Sıkıysa bir mesaj yaz, görüntü geç. Ne yani, görüntünün turşusunu mu kuracağız...  Offf, ömrümü yediniz. Ara, tara, tırım, tırıs yok. İnternet yok. 

Şam iyi mi, iyi. Güzel mi, güzel. Ben de görüntüleri unutup, bir sakinleşebilsem. “Hem zaten ne vardı ki Hama’da? Değil mi ya. Hikaye orası. Üç-beş isyankar çıkıp, slogan atıyor orda. Aklın sıra Esad rejimine karşı geliyor. Amerika’nın öncülüğündeki  ‘kafirler’ de çıkıp, Suriye’yi yerinden oynatmak istiyor. Haşaaaa, sümmü haşaaa,,, moskof olurum da, kafirlere yedirmem bu ülkeyi.”  Tek kelime abartmıyorum, eksiltmiyorum.  Şam sokaklarındaki insanların bu yorumlarını dinledim sabaha kadar. 

Ertesi gün de, Şam halkı kendi işinde, gücündeydi. Sanki bir yerlerde Sezen çalıyordu, onların Esad konusunda olup bitenlerden bihaber hallerine şahit oldukça : Ben anlamam toptan tüfekten, ben anlamam taştan yürekten. Bunları boşver, ne haber aşktaaaaan... 

Görüntü geçme sevdasına uykusuz kaldığım ama beceremediğim Şam’da bana ağırlığını hissettiren tek izlenimim vardı : Bu Şam’ı, Suriye’yi anlamak için çok çalışmak lazım çoook. Arap baharı deyip geçemezsin. Rüzgar dersin, kara saplanırsın. Yağmurda şemsiyesiz bile kalırsın. Öyle her çiçeği koklayamazsın, koparamazsın...

Alalım biz şurdan ofisteki arkadaşlarımıza tatlılarımızı, Şam konusunu çalışmaya devam edelim.
Tabii ki buraya Şam’ın fotosunu koymuyorum. Yeter artık ! Ben önde olmalıyım. Sefilliğim değil, sedef koltuğumla keyfim önde olmalı. Yine bir klasik : öl, geber ama hayat devam etsin. Şam’da da hayat akııııp, gitsin !!!
Not : Bana Suriye gezisinden çok özel fotoğraflarını verip de, sizinle paylaşmamı sağlayan Salih Bilici arkadaşıma buradan kocaman bir teşekkür ediyorum. İnsanlık ölmemiş arkadaşlar. İnsan var, insan var. Umudunuzu yitirmeyin hayattan....

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Ben bu çelişkiyi yerim.. Hama'ya gittim (3)

Ne yapmalı, ne etmeli... Bir bilene mi danışmalı.... Suriye, Libya değil. Suriye, Mısır değil. Tunus değil. Burda Arap baharı falan hissedilmiyor. Bildiğin Suriye. Karmaşa, kurmaca, kutu kutu gizem... çöz çöz, bağlansın. Yüzde yüz şüphe, yüzde yüz paranoya.... Anlaşıldı, bu Hama halkı sevmiyor Esad’ı. Zaten tarihte de burası hep direnişçilerin diyarı olmuş. Bu direnişten özgürlük rüzgarı, hadi bilemedin bizi romantizmin doruklarında gezdiren Arap baharı çıkar mı, hiç sanmam....

Dört bir yan askerle çevrili, ortalıkta bağıranlar, çağıranlar. Toza bulaşmış bir hayat, toz kent Hama. 3 saatlik bir gözlemde mi çözeceğim ben orayı, ya da bir başka dünyalı. Ya da bir başka kendini çok iyi gazeteci zanneden arkadaş. Bu çelişkiden çıkamaz kimse... Hiç kimse...

Derken, bindik otobüse... Derken, indik otobüsten. Kocaman bir otelden içeri akıyoruz. Krallara layık bir sofraya oturtuluyoruz. Burası da Hama. Şimdi acıyı, kederi, isyanı, yılmışlığı görmüş ben, çelişkilerle boğuşmuş kalbim, bu sofrayı görünce deliye dönmesin de ne yapsın. İnanılır gibi değil. Burası da Hama. Masada bir kuş sütü eksik nerdeyse... O, tepsiler dolusu kuzu tandır mıdır, pilavlı et midir, bademli kuzu çevime midir tepemizde gezinenler, onların fotoğrafını çekmeye yanaşamadım bile ben. Ayıp artık, insanlık var.

Yoksa insanlık dediğin bu mudur? Biri yerken, birinin geberip gitmesi midir. İnsanlığın tanımıyla uğraşmak kadar sıkıcı bir şey olmadığından bırakıyorum şimdi ben bu konuyu bir kenera.

Peki, ne olmaktadır ? İşte bir bilen... Bu adam bilir. Zehir gibidir, gittiği coğrafyaları hatmetmiştir. Hem de yakışıklıdır. Yakışıklıların zeki olduğunun açık kanıtıdır benim gözümde. İsim veremem arkadaş, önemli bir şahsiyettir.

Der ki; Suriye’de kırılma yeni yeni başlamaktadır. Daha uzun zaman alabilir, halkın örgütlenip de, birilerinin tepesine çıkması. Özgürlük diye sokaklarda kavrulması. Her mahallenin, her sokağın bir akıllısı, bir bileni vardır burda. O sokak bilicileri, akil adamları birleşecek de, bir oluk olup akacak. Çok zaman alır, çok. O sırada bu Suriye ömrümüzü yer. Nasıl mı? Esad’a “Çekil, git”, “Çekil, git” diye bas bas bağıranlar, Türkiye’nin kapısını tokmaklayıp, dururlar her seferinde. Esad da, “Sizinle mi uğraşacağım” der, sağa-sola saldırır. Eyvah, sınır. Eyvah, Suriye en yakın komşumuz !!!

Size Şam’daki entel-dantel gezmelerimizi, gözlemlerimizi de anlatacağım. Ama önce buyrun bakalım Hama sofrasına... Kursağınızdan geçerse... Ya da YERSE !!!


Suriye'de neler oluyor..? Hama'ya gittim.... (2)


Meydanın hemen ortasının sağındaki bölümde dikkat çeken bir grup asker var. Siper almış gibiler. Durun ben bir anons çekeyim. Allah, Can Ertuna’dan razı olsun da, anons çekebiliyorum. Olmadı, bir daha... “Yok, yok.. Oldu” diyor Can her seferinde. Beni kibarca başından defediyor. “Kesersiniz şurasından, yapıştırırsınız orasından olur” açıklamaları bile yapıyor. Allah gerçekten razı olsun, bak çektim bile bir anons :

“Esad ordusunun Ramazan arefesinde bile operasyon yapmaktan çekinmediği Hama’da hayat, şimdi kendiliğinden akıyor sanki. Herkes sokakta. Askerler de sokakta. Tedirginlik ve korku var yüzlerde. Kimse konuşmak istemiyor....”

Böyle mi, böyle. Şaşkın, şaşkın bakışlar sarıyor dört bir yanımızı. Kavgaya, gürültüye aç gazeteciler gibi meydanda boy gösteriyoruz. Biz de neyin nesiyiz. Onlar da çözmekte zorlanıyor bizi. Esad diyoruz gak, Suriye diyoruz guk, Türkiye diyoruz haaaa... !!! İmdadımıza yarı Suriyeli, yarı Türk olanlar yetişiyor. Biz gazeteci grubuna “Alın, kimliğim sizde kalsın” diyecek kadar güvenen arkadaşımızın ismini yazmak istemiyorum yine de ben. Güvenlik bu. N’olmaz, n’olmaz...

“İnsanları öldürdüler, geberttiler. Ben Türkiye’ye kaçtım. Korkuyor bak insanlar, konuşmak istemiyorlar. Yaktılar, yıktılar...” Eeeee.... “Gitsin bu Esad, bitsin bu rejim”... derkennn, çember genişliyor. Sokağın orta yerinde, meydanın göbeğinde Esad karşıtı gösteriler başlıyor. Slogan atıyorlar. Benim, yüzünü birdenbire açmak istediğim kara karşaflı bir kadın avaz avaz bağırıyor : Syria is bad... very bad....

Dövülmüş, öldürülmüş, acımış insanlar var Hama’da. Hep korku hakim yüzlerinde. Esad gitsin de, n’olursa olsun halleri. Nerden çıktı bu yangın, nerden çıktı bu kavga... Bu isyancılar dalga, dalga sarıyor mu Suriye’yi. Ama benim anladığım öyle örgütlü, kendine hedef belirlemiş insanlar yok burda. Soruyorum, soruyorum bir reform talebi bulamıyorum. İlle de Esad gitsin... Tamam da, ya sonra,,,, ya sonrası... Sonrası tufan.... Kader, sen çok kötüsün... İsyanları, büyük ve güçlü bir ordu tarafından bastırılmış insanlar ülkenin geleceği için ne yapabilir ??? Ülkenin geleceği var mıdır ? Bu insanlar yarın da bağırıp, çağırır mı ??

Ve polisler, askerler dalıyor bir anda bizim kalabalık protestocu gruba. Birkaç kişinin gözaltına alındığını duyuyoruz. Kontrolsüz trafik, çılgınlaşıyor. İnsana ölümü çağrıştıran korna sesleri bastırıyor ortalığı.... Bir küçük Hama, bir küçük hayat... Bir kocaman soru: Suriye’de neler oluyor ?

Size bir de Hama’nın arka sokaklarından fotoğraf göstereceğim ey okurlarım. Bakın çocuklar ne de güzel gülüyor, her zamanki gibi...



Suriye'de neler oluyor... ? Hama'ya gittim.... (1)

Şimdi heyecan dorukta... Birazdan o meşhur Hama’ya gireceğiz. Kameralar, fotoğraf makineleri elde. Benim zavallı küçücük, minnacık ama çok akıllı kameram var elimde. Fotoğraf makinesini unuttum ey dostlar... Fotoğrafa hiç zamanım yok. Niçin, nasıl ? Babalar gibi televizyonculuğa soyunmuşuz bir kere,,, gerisi yalan, gerisi dolan... Gerisi; sadece gerisi....


Varsa, yoksa görüntü... Çektin, çektin... Çekemedin, mutsuzsun... Çektin, gönderdin... Gönderemedin, mutsuzluktan ölürsün. Ya ben,,, ? Ya benim gibi ‘herşey tastamam olsun’ diye ömrünü çarçur eden ben ? N’olurum ? Bu bölümü sonra anlatacağım. Mutsuzluğun en ücra köşelerinde, en mutsuz hayvanlar gibi nasıl süründüğümü sonra yazacağım....

Evet, kameralar fıstık gibi çalışıyor... Otobüsün en önünde cama yapıştım. Yanımda dev bir Rus kameraman var. Muhabiriyle hoş beş halinde. Kardeşim, bu Ruslar'ın nasıl muhabir-kameraman ikilisi halinde gelmesine izin vermişler de, ben tek başına gelmişim Suriye’ye ? Nerde benim kameramanım ? Yok, yok, yok...

Neler olmuş Suriye’de, neler oluyor, daha neler olacak. Benim gibi cin gazeteciler, televizyoncular görüp, yazacak... Sadece 2 günümüz var Suriye’de... Şam’dan 3 saatlik otobüs yolculuğuyla işte geldik Hama’ya... Esad ordusunun en çok insan öldürdüğü kente... Öyle mi ? Günlerce öyle yazdı gazeteler, öyle söyledi televizyonlar... Bir de sen bak Hilal, bir de sen...

Kafam sağa sola dönüyor Hama yolunda. Otobüs camından gördüklerim beni hayatın saçma sapanlığıyla bir kez daha başbaşa bırakıyor. Bir yanda seyahat halindeki araçlar, bir yanda kamyonete doluşmuş askerler. Amaçsızca gülüşen tipler. Sağda, solda askerler var işte. Neyin nesi, kimin fesi belli değil. Öööööf, kameram çalışıyor mu acaba... Yakaladım, evet talebayı da yakaladım. Yani, onca hengamenin içinde hiç durmadan konuşan iç sesim. Sessiz ve de sakin, öylesine ama tedirgin girdik Hama’ya. Otobüsler dolusu gazeteci Hama’ya dalıyor. Hama’da neler oluyor? Yaşam ölmüş mü burda, yoksa akıp gidiyor mu her zamanki saçmalığıyla ? İşte, sokakta insanlar var. Kadınlar var, çocuklar var. Bisiklet pedalı çeviren telaşlı insanlar bile var. Haydi bakalım Hama’nın ortasında, meydandasın Hilal. Söyle bakalım, neler oluyor orda ?

Şimdi buraya bir-iki Hama’ya giriş fotoğrafı koyup, öteki blog yazıma geçeceğim. Halen beni okumak istiyor musunuz.....

Öne Çıkan Yayın

Aradığınız sakinliğin adresini veriyorum : Göynük

Kaçıp, gitme dürtüsünün içimizi günde milyon kez yokladığı, dahası içimizi zonklattığı dönemler bunlar. Hep bir mayhoşluk, hep bir serse...