Simitçiye de sordum: Sen hangi sesi duyunca mutlu oluyorsun?
“Her türlü günaydın bana hayat veriyor” dedi, kocaman gülümsedim. Onun sokağı
çınlatan ‘simitçiiiiiiii’ sesiyle ne zaman irkilsem, bu irkilişin çok farklı
bir tadı oluyor kimyamda. Tuhaf tuhaf mutlu oluyorum. Sanki Bach çalıyor. “Yok
artık” diye garipseyenlerle “Sen hangi sesi duyunca mutlu oluyorsun” oyunu
oynarken, simitçinin sokağa üflediği hayat iksirinin Bach’tan farksız olduğunu
keşfettim. “Duyunca hem bir köşeye çekiliyorum hem bir kalabalığa karışıyorum”
diyenler oldu Bach için. “Ne alaka, ne alaka… Kel alaka” diyenlere biraz
hislerine kulak vermeleri için Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nı adres
gösteriyorum. Bak, bak,,, güzel bir adres için yanyana gelen kelimelere bak…
Cumhurbaşkanlığı,,, Senfoni,,, Orkestra…. Tabii benim içime en çok işleyen Bach
olduğu için ‘sevdiğimiz sese’ örnek olarak Bach’ı verdim. Siz de oraya bambaşka
müzisyenler, bambaşka besteciler koyabilirsiniz…
Şehrin seslerine kafa yormamla, dört ay önce kulaklarımla
duyup da kulaklarımı kaybettiğimi zannettiğim o sesin her şeyi mahvetmesi aynı
ana denk geldi… Hiç ayrıntıya girmek istemiyorum. Dört ay önce canlı bombayla
patlayan Ankara, bir kez daha patladı. Onlarca acı çığlık, onlarca isyan,
onlarca mutsuz ses içimize, beynimize üşüştü.
“Oysa biz bu şehri sevmeye çalışıyoruz. Oysa biz bu şehrin
güzel seslerle çınlamasını istiyoruz” dedi başka bir sabah, başka bir simitçi.
Ben hiç yorum yapmadım. Ne simitçiye ne de kendi kendime. Bütün kötü sesleri
bastırmaya, bütün kötü sesleri unutmaya adadım kendimi. Sonra bu terapiyi
onlarca insanın yapmaya çalıştığını öğrendim. Kötü sesler nasıl unutulur ki?
Sorarken, sorarken böyle Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nda dinlediğim
pırıl pırıl iki genç arkadaşım geldi aklıma. Bütün benliğimi yeniden ele
geçirdi güzelim notalar. Onları dinledikten iki gün sonra beni tam da sokakta
yakalayan patlama sesine teslim olmamalıydım. Kulaklarımda Bach çalmalıydı. Bir
kemancı, bir piyanist esintisiyle dolmalıydı içim. Bir şehir, koskoca bir şehir, patlama sesleriyle anılmamalıydı. Çok ama çok uğraştım. Güzel fotoğraflar,
güzel anılar, güzel sesler yerleştirmek hafızaya ne kadar da yaşamsaldı. Ne
kadar da, ne kadar da anlamlıydı. Şimdi hayat bize anılarımızı kategorize edip,
belki de içinden en iyileri, en öncelikli olanları öne çıkarma şansı sunuyordu.
İyimserliğimi biraz zorluyorum ama yaşamak için zorlamamız, yaşamak için kötü
seslerin önüne geçmemiz şarttı.
Şimdi buraya tıpkı hafızama yaptığım gibi güzel bir fotoğraf
koyacağım. Taylan Ergül o güzel kemanıyla, Cem Babacan güzel piyanosuyla beni
hayallere sürükleyecek, bir kentteki en güzel seslerin anlamı olacak.
Hafızamızın buna çok ama çok ihtiyacı olduğu bir dönemden geçiyoruz. Sesleri
filtreleme şansımız var mı? Bunu da uzman bir doktora sordum. “Hayır” dedi
elbette ki. Kafamı karıştırmamasını istedim ve bülbül gibi öttü: “Sesler de
birbirine karışır ancak en uyumlu olan kazanır. Seslerin uyumuna katkıda
bulunmak için bir kenara çekilmek değil, bir kenarda karınca gibi çalışmak
gerekiyor.” Yani; müziğin ve uyumun kazanmasına katkıda bulunmamız şart. Daha
çok konser, daha çok sanatçı, daha çok müzik istemeliyiz. Ruhumuzun bu istek
doğrultusundaki hareketlere olan ihtiyacına yanıt vermeliyiz. Bu soru üstünde
tekrar tekrar durmakta fayda var: Siz hangi sesi duyunca mutlu oluyorsunuz?