24 Mayıs 2012 Perşembe

Her an Kürtçe kursuna gidebilirim. Ne dersin Kake ?






Aslında benim çok uzaklara gidesim vardı. Ne zamandır “Çölde Çay”, “İngiliz Hasta”, “Matrix”, “Pulp Fiction” gibi film ortamlarının kokusu geliyordu burnuma. Uzun ama amaçlı bir yolculuk yapmak istiyordum. İçimde ya da dışımda yeni bir keşif zamanı diye düşünüp duruyordum.... Ama birden kendimi Kuzey Irak'ta, Erbil'de buldum. (Victoria burda 'niçin olmaz' diye bağırabilir, ben de ona 'Evet canım, evet' diyebilirim. Tabii Kuzey Irak niçin olmaz da, o filmlerdeki uzaklığın içinde belki de yakında olurum, kimbilir...)



Burnumuzun dibi Kuzey Irak. Erbil, Türk dolu. Türk-Kürt karışmış işte birbirine. Ahenkle biraraya gelmiş renkler. Ulan ekmek parası, neler yaptırıyorsun sen insana. Boşverelim değil mi Kürtlüğü, Türklüğü değil mi... Yani boşvermeyelim de, bir arka plana atalım. Yok atmayalım. Olmaz, buralar Kürt topraklar. Vay arkadaş, bu Kürtler de, Türkler kadar inatçı. Yok yok, milliyetçilik sözkonusu olduğunda herkes birbiriyle yarışıyor işte. Ben girmem bu sidik yarışına. Bu topraklara bizim de katkımız büyük. Heyt beeee, coş Hilal coş. Bana gaz veremezsin tamam mı, ben bir dünya vatandaşıyım. Kimine sempatim olur, kimine olmaz ama Kürtlere ciddi bir sempatim var. Kırmızı çizgilerimi de ayrıcana bildireceğim sizlere...

Arabaya atlayıp, gidiyoruz. Bir daha gidiyoruz. Etrafta buram buram çöl havası. Sıcaklık basıyor, insan yanıyor ama temiz terliyor. Kokmuyor bu ter. Şehir insanının pis teri yok işte burda. Sonra bir farkettim ki, jipten başka araba yok bu memlekette. Var, var: BMW X5'ler, öteki büyükler falan filan. Markaların anlamsız dünyasında bu büyük arabaların anlamlı seçimini görüyorum. Çöldesin Hilal, çöldesin. Başımı öylesine bir çevirdim, baktım: Arabanın arkasında var bir şapka. Algım birdenbire değişti bak. Oldu bu, oldu : Çölde Çay.

Bak Kake; oturup salak salak Türkler mi Kürtleri öldürüyor yoksa Kürtler mi Türkleri öldürüyor diye konuşmayalım. PKK'nın terör örgütü olduğu konusunda hemfikir miyiz, o kadar. Düşmana fırsat vermeyelim. Evet, tabii ki senin de yapacakların var. Barzani Amca'dan daha somut tavır bekliyoruz. Kapına koyma PKK'yı, koyma. Ben tabii ki inanıyorum PKK'nın, Bölgesel Kürt Yönetimi'nin başkenti Erbil için de baş belası olduğuna.
E öyleyse, terörden niye halen çekiyoruz. Demek ki yapacağımız çok şey var. Sadece Kürt Bölgesi'nin değil, tüm Türkiye'nin de efsane gazetecisi Çetiner Çetin, elimden, kolumdan tuttu tartışmalar uzadı da, uzadı. Taaaa Barzani'ye kadar gitti. Ama bana hak verdiler. “Öyleyse niye insanlar ölüyor?” sorusuna onlar da anlamsızca takıldılar. Bana Kürtlerin ne kadar tatlı, şeker olduklarını anlatma, bana düşmana karşı birlikte miyiz onu söyle. Evet, öyleyse bitsin ölüm, bitsin.



Toz bulutu kaplıyor etrafı zaman zaman. Bambaşka bir evrene geçiyoruz hep birlikte. Oldu bu, oldu: Matrix. Yapabildiğimi, yapıyorum. Çölde ilerleyen HaberTürk ekibine gösterdiği incelik yüzünden ona hayran kalıyorum. Seviyorum lan, seviyorum. Mustafa Barzani'yi seviyorum. Çok sevdiğim birinden daha sözedeceğim. 22 yaşında şirinlik abidesi, zehir gibi genç bir işadamı: Neçirvan Kapkiç. Senin ismini yesinler.. İnternetin varlık gösteremediği, tüm elektronik sistemlerin çöküş yaşadığı bu topraklara hayat vermeye çalışıyor. İşte karşınızda Eda Telekom. Arkadaşın ofisinde internet cayır, cayır. Çıkarım çatıya, yayın yaparım. Helooo Erbil... Nefis yayındı, nefis. Her ay basarsan bin doları, senin de internetin olur. Türkiye'deki internet fiyatlarından şikayet etmeyin olur mu, civcivler. Burda hayatın karşlığı dolar. Dolar hayat burda, hayat !



Erbil muhteşem. Tarih yazıyor sokaklar. Ben yükseklerden uçarım, evet uçarım. Çıktım işte Erbil kalesine. Tanrıların aşk kalesindeyim. Uzaklara bir bakıyorsun, kendini uzaklarda buluyorsun. Benim ciddi bir önerim var. Bırakalım şu terör belasını, PKK işlerini de keyfimize bakalım. Aşka bakalım. Ne diyorsun Kake, olur mu?

Not: Hani Kürtçe'de Kak, abi anlamına geliyordu ya,,, Kake de, kardeş demek. Kürtçe'ye sempatim artıyor. Niye artmasın Kake, niye....

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Urfa-Adıyaman.... Bir dahakine daha temiz !


 İnsanın resmen göğsü kabarıyor, gözleri yaşarıyor. Toprak ne kadar kutsalsa, insan emeği de o kadar kutsal. "Bizim barajımız var" dedirtiyor işte. Ben bu barajı düşünenleri de, planlayanları da, yapanları da, şimdi yönetip, çalışıp milyonlarca umudu yeşertenleri de öperim, o kadar: ATATÜRK BARAJI.

Çok tartıştık, çok; dünyanın kaçıncı büyük barajı diye? Ben ısrarlıyım, 8. büyük barajı diyorum. Türkiye'nin en büyük. Rakamların ne önemi var? Çok önemi var. Tüm Doğu, Güneydoğu, yok yok tüm Türkiye'yi besliyor bu baraj. Coştum, coşuyorum : ATAM, SEN ÇOK YAŞA.

Urfa'da çok tur attı ama onu da en çok Atatürk Barajı etkiledi. Gözlerinin içi gülüyordu. Tutku, saygı vardı bakışlarında. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Urfa-Adıyaman sınırındaki Atatürk Barajı'nda daha bir candan oldu, daha bir içten, daha bir sıcak. "Hadi gelin çocuklar, sizinle de çektirelim" dedi. Atladık hemen. İnsan böylesi anlarda sağındaki, solundaki, önündeki, arkasındaki herkese sarılmak istiyor. Sarılamadık Gül'le ama sarılmış kadar olduk. Bir daha ki sefere artık...



Bakın, iştahınız kabarsın hayata karşı. Güller bu kadar saf sarı olsun. Burda bir de lale ekilseymiş neler olurmuş acaba? Hayata aşkım depreşir, Atatürk Barajı'ndan çıkamazdım herhalde. Sağa sola ekilen çiçeklerden sadece sarı gülleri paylaşıyorum sizinle. Sadece sarı, sadece gül, sadece içten...

Sonra, Adıyaman yolunda karşınıza çıkan bu yeşil tarla. Atatürk Barajı'nın yarattığı kücük cennet bahçelerinden bir bölüm. Balıklar yıllarca suda. Balıklı Göl, hep gizemli. Hava yine sıcak. Urfa, yine sakin. Sokaklar, binalar, insanlar, zaman... Hepsi aynı yerde duruyor sanki. Ama dönüş yolunda yine aynı soru? Daha temiz olamaz mıydı buralar. Daha pırıl pırıl. Herşeyi doğadan beklemek haksızlık değil miydi? Bir daha gidişimde daha temiz bir Urfa bekliyorum, o kadar. Daha temiz....


                                       


Öne Çıkan Yayın

Aradığınız sakinliğin adresini veriyorum : Göynük

Kaçıp, gitme dürtüsünün içimizi günde milyon kez yokladığı, dahası içimizi zonklattığı dönemler bunlar. Hep bir mayhoşluk, hep bir serse...