29 Temmuz 2010 Perşembe

Güle güle TÜRKİYE.... güle güle....

"Ayrılııııık.... amannn ayrılıkkkkk...." Bir de şarkının dediği gibi 'yaman'dır ayrılık. İster sadece 3 yıllık bir aradan sonra olsun, ister 21 yıl aradan sonra. Hepsinde yamandır işte. Hele de Türkiye'den ayrılık. Çok sevgili patronunuz, incelik eder sizi çalışma arkadaşlarınızla biraraya getirir, onlara 3-5 kelime edersiniz, bağrınızdan kopup gelenleri söylersiniz.. : "I love Turks..... " Anlamı, daha bir derindir, derin... "Türkleri çooooook seviyorum. Hayatımın neredeyse en güzel yıllarını Türkiye'de yaşadım..."

3'ü birden Türkiye'den ayılıyormuş. Amerika'nın Ankara Büyükelçiliği Kültür Ataşesi Craig Dicker, yardımcısı Bill Henderson ve bizim Haldun Abi'miz. Topla valizini al başını git Washington'a. Mr. Dicker, böyle yapacak ama kalbi Tükiye'de kalacak. Aklı burda olacak. Gülümsemesiyle eminim Ankara'daki herkeste pozitif etki bırakan Mr. Henderson, "Şimdi Kiev zamanı" diyor. Aynı zamanda sıkı bir blogger olan, kültür ve sanat alemindeki incecik zarifliklerden tutun, en sağlam mekan ve etkinlik eleştirmeni olan, sinema-kitap eleştirileriyle pekçok okuyucunun sıkı takip ettiği Haldun Abi'miz de Washington'a gidiyor. 21 sene büyükelçilikte basınla ilgili her işte emeği var.

Kadehler kalksın bakalım 'ayrılık' için. Gelelim patron, yani Basın ve Halkla İlişkiler Müsteşarı Thomas Leary'le yanyana ve sevdiklerimize "Güle güle" diyelim. Yalnız burada en dikkat çekici olan; yapılan tüm konuşmalarda Türkiye sevgisinin kendisini aşırı dozda göstermesi. Demek ki, kamuoyları yani Türk insanı ile Amerikan insanı çooooktan kaynaşık olmuş. Amerikan hükümetinin ya da Türk hükümetinin insanları kaynaştırmak amacıyla yaptıkları çalışmalardan çok bir elektrik çarpması var bu iki kültürün insanlarında. Konuşurken böyle iki kültürün yakınlık derecesini yine bir büyükelçilik çalışanıyla dedi ki,,, aynen dedi ki,,, "Türkler, insanları bağırlarına basmayı çok iyi beceriyorlar, çok içten yapıyorlar, doğalarında var... Ve sevilmek, içten sevilmek en çok Amerikalılar'ın hoşuna gidiyor...." Ama ben ekledim,, "Kimin hoşuna gitmez ki..... Güle güle Türkiye, güle güle... "

27 Temmuz 2010 Salı

Bir ülke gördüm, adını AFGANİSTAN koyamadım....... I saw a country not called Afghanistan.

Bir ülke gördüm: Her arabanın camına gencecik dilenciler yapışıyor ve onların bizdeki 'modern dilenciler'den çok farkı var. Dilenmekten başka hiç ama hiç şansları yok.


Bir ülke gördüm: Kadın olup olmadıklarını bile anlayamadığım burkalı insanların kucaklarında çocuklar var. Bu sorudan hiç kurtulamayacağım galiba: Bir gelecek var mıdır bu çocuklar için, çocuklar burada da anne-babaları için gelecek midir? Bu yanıttan da kurtulamayacağım: Hilal, umut etmekten başka şansın yok gibi.


Bir ülke gördüm: Bisikletler korku ve ölüm saçıyor. Hepsi olağan şüpheli. Hepsi, her an patlayabilir. Her teker dönüşünde, kalbim parçalandı. Kalbimi o ülkede bırakamadım.


Bir ülke gördüm: Polisler silahlı, çocuklar silahlı, şalvarlı adamlar silahlı, korumalar silahlı. Silahlarla korunmaktan utandım. İçinde gezdiğim zırhlı arabalar, alsın başını gitsin istedim ama nereye gideceğine dair düş kuramadım.

Bir ülke gördüm: Yerlisi kadar yabancısı da çaresiz. Çelik yelekli İsveç, Alman, Amerikan ve binlercesi çaresiz. Silahları susturamadım. Güvenlik sözcüğü anlamını yitirdi. Zaten, insanlık anlamını yitirmemiş miydi burda. Sadece demokrasiye değil, ekmeğe de aç insanların diyarı değil miydi burası. Burası Afganistan'dı. Çektiğim fotoğraflara bir daha hiç bakmak istemedim, kalbim parçalandı. Kalbimi o ülkede bırakamadım. Bir ülke gördüm, adını AFGANİSTAN koyamadım...

26 Temmuz 2010 Pazartesi

We need women in Afghanistan... / Afganistan'da kadınlar nerde ?

Kabil'den uçup, Mezar-ı Şerif'e ulaştığımızda sevgili internet bağlantımız da kayıplara karışmıştı. Turkcell'in çekim gücüne kendini kaptıran cep telefonları, iş haber yazmaya geldiğinde “olmuyoooor, yapamıyoruuuuum” diye bas bas bağırıyordu. Hadi sen, aşmışsın gelmişsin kum fırtınaları arasından, dal bakalım Afganistan’ın kucağına doğru, dal. Kadınların, askerlerin, çoluk çocuğun arasına dal... Tam da bu dalma konusuna dalmışken, yani kuzeyde Mezar-ı Şerif’te ‘Afganistan-Türkiye Dostluk Çocuk Hastanesi’nin önünde kendi kendime “Allahım nasıl bir diyardayım. Rüyada mıyım, gerçek miyim” sorgusu yaparken, of yani off, nasıl desem bilmem ki, erkeği-kadını geçtim, insan olmanın en utanç verici noktasında kıvrım kıvrım kıvrandım. Döndüm sağıma, Servet de karın ağrısıyla çekiyordu etraftakilerin fotoğrafını, diğer gazeteci arkadaşlarım da. Hüzün ve acı, koca bir dalga boyunca yalıyordu tüm yüzleri...

Şimdi bu kadının gözlerini perdeleyen, hayattan kopartan burkanın arkasında nasıl bir kadın vardı?  Acaba kadın mıydı? El-kol işaretiyle olsun iletişim kurmaya çalışsan da, ses çıkarmadan kaçıyordu. Hastenin önünde çaresiz bekleşiyordu. Zamanın durduğu, hayatın alıp başını gittiği bu yerde, bu kadına ulaşacak olan Türk doktoruydu öyle mi ? Evet öyleydi. Sessizce bekleyen, sonra içeri girip, doktora çocuklarının derdini anlatıyordu. Doktorlar, 15-16 çocuktan az çocuk doğurmayan bu kadınlara modern dünyanın sağlık hizmetini sunmaya çalışıyordu. Hizmetler birinci sınıftı, doktorlar süperdi ama kadınlar, ama çocuklar neden sağlıklı bir görüntü veremiyorlardı.

Aslında Afganistan’da 1996'ya kadar; kadınların çalışma, istediği gibi giyinme, araba kullanma, sokağa çıkma konularında göreli bir özgürlüğü varmış. Taliban gelmiş yönetime, kadınlar için hayat zindan olmuş. Koca bir kuyruklu yalan bu. Böyle bir tarih bilgisi okursanız, inanmayın.  Taliban denen illetin, kadınlara garezi varmış öyle mi ? Evet, öyle! Öyleyse, bütün kadınlara ölüm. Böyle bir mantığı olamaz, bu kadar sapına kadar batmış ilkelliğin. Kabil’deki otelde burka satan dükkan sahibi “müslüman kültürü” diye pazarlamıştı burkayı. İslam ne diyorsa, oymuş. İslamın kadınları yücelttiğini, pis bir yaşamın yerine temizliği farz gördüğünü bilmesek, yiyeceğiz bu numaraları. Öyleyse, suçlu kim. Suçlu arayalım mı, arayalım. Afganistan’ı sömürenler kimler ?

Hillary Clinton’un fotoğrafını, pervanelerle soğutulmaya çalışılan basın merkezinden çok Sinekli Bakkal’ı andıran salondaki dev ekrandan çekmiştim. Kabil’de dünyanın bütün büyükleri toplanmış, Afganistan’a gelecek aşışı bulmaya çalışıyorlardı, koca bir konferansın içinde. Clinton, “Bu sefer özgür, bu sefer daha huzurlu ve mutlu bir Afganistan için hep beraberiz” diyordu. Obama yönetiminin sıpsıkı kadın dışişleri bakanı Clinton’dı... Kararlılık ve güzellik abidesi gibi konuştukça konuşuyordu. O konuşurken, dışarda kim bilir kaç kadın ölüyordu? İstatistiklere bakmak istemiyorum hiç. Afganistan öldürülmüş, kadınlar yok edilmişti işte birilerince, hem de göz göre göre. Öyleyse, şimdi onları kurtarma zamanıydı. Umuttan başta tutunacak hiçbir şeyim yoktu, hiç.... Sadece umut... HOPE... !

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Life goes in Afghanistan too, indeed.... Afganistan için VARIZ...

Ölümün kol gezdiği, havanın acı acı  ‘öteki dünyadan’ sinyaller çaktığı Kabil sokaklarında, gerçekten kuş bile uçamıyor. Yarın 49 ülkeden dışişleri bakanı, ‘Kabil Konferansı’ için burada olacak. Her yer ve herkes silahlı, diken üstünde ama bir o kadar kendinden. Tel örgüler içinde, çamura batmış, bisiklet tekerlekleri üzerinde olsa da hayat, çok güzel... Evet, bu satırları Kabil’den yazıyorum. Zırhlı araçlarla dolaştığımız, 10 dakikadan fazla kalamadığımız, Kabil Konferansı yüzünden çoğu kepengin kapalı olduğu çarşı gözlemlerimden yazıyorum. Hayat, acı acı kokuyor ama güzel kokuyor. Konvoyumuzu korumak için çırpınan her güvenlik görevlisi üzerimize titrerken geldi bu güzel koku burnuma. Çünkü yaklaştı biri tam yanımıza “Bizimle de fotoğraf çektir” anlamında el-kol işaretleri yaptı. Gözlerinden koku fışkırdı o an, o koku... Yeşil yeşil, hayat kokusu....

Bahçeye girdik, cennete düştük. Türkiye Cumhuriyeti’nin Kabil Büyükelçiliği Bahçesi’ne. Tel örgüler, silahlı hayat, şehri kaplayan toz bulutu uçtu gitti birden. Kafasını öylesine gökyüzüne çeviren, yine de  görüyor ama yukardan hayatı dakika dakika izleyen zeplin’i. Bembeyaz bir balina görüntüsünde havada asılı kalmış bir baloncuk belki de o.. Evet,, haydi şimdi kameralara ‘hellooooo....’ Ve o bahçede kısa bir süre sonra Türk diplomasisinde eşine rastlanılır türden süper diplomatlarla “Kabil Konferansı” için müthiş bir beyin fırtınası yapıyoruz. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’dan tutun tam 49 ‘very important person’ Kabil’e ‘gelecek umudu’ aşılamak için geliyor. İçlerinde Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da olacak. Ve hepsi, Türkiye’nin Afganistan’ın özgürlük mücadelesine verdiği içten yardımlara yüksek tonda bir vurgu yapacak. Türkiye’nin canla, başla Afganistan’ın ‘demokrasi  mücadelesine, ayakta kalma arzusuna’ verdiği desteği görmek için Müsteşar Yardımcısı Engin Soysal’ın, Kabil Büyükelçimiz Basat Öztürk’ün ve Türk Dışişleri’nin Ankara’daki en çalışkan diplomatlarından Burak Akçapar’ın gözlerini okumak yetiyor bu kez. Türkiye, Afganistan’da demokrasi rüzgarlarının en yoğun eseceği güne kadar burada... hep burada... Zaten, daha Cevizcan’a gidip yeni bir il imar timi açacağız, hep birlikte. Heyecanlı ve gururlu gazeteci grubumuzun, büyükelçilik bahçesinde yaşadıkları gerçekten ayrı mutluluk kaynağı.

“Burası sizin eviniz” diyor Basat Bey ve bizi bahçeyle başbaşa bırakıyor. Kimimiz çimlerin  üzerinde keyif yaparken, kimimiz iddialı bir basket maçına dalıyor. Maçın en süper isimlerini gururla buraya yazıyorum: Anadolu Ajansı’ndan Gülsen Solaker, CNN-Türk’ten Deniz Kilislioğlu ve Zaman Gazetesi’nden Servet Yanatma... Ben çok kötüyüm bu basket işinde, çoook... Bir sayı bile yapamadım... Ama basket oynama fikrinin sahibi Servet sayesinde hepimiz nefis, unutulmaz zaman geçirdik.Tabii, tam bu bahçe keyfimizden önce hepimiz toplu bir fotoğraf çektirdik ve dedik ki... Yaşasın özgürlük,  yaşasın Afganistan.... !

18 Temmuz 2010 Pazar

Good morning Afghanistan.. Lets be free, lets cycling... Afganistan'dan günaydın, millet ! Dışişleri'nden don servisi

Anadolu Ajansı’ndan Gülsen ve ben ve bir de foto muhabiri arkadaşımız Mehmet bir gün rötarla da olsa Dubai’den Kabil’e ulaşabildik. Kabil’de yolumuzu dört gözle bekleyen arkadaşlarımız, ne yazık ki yine bavullarına kavuşamadılar. Kabil Havaalanı’na indiğimizde çıkan bavullar arasında sadece Gülsen’inki ve benimki vardı. Amma da şanslıyız...! (Diğer arkadaşlarımız, kendilerine Dışişleri Bakanlığı Enformasyon Dairesi'nin muhteşem elemanı Tolga'nın dağıttığı donları giyerken, biz kendi eşyalarımızla başbaşayız... ) Sonra deli bir toz bulutunun içindeki Kabil sokaklarında Türk Dışişleri Bakanlığı’nın bizi almaya gelen arabasıyla ilerledik. Uzun entariler içindeki adamları, kara çarşaflı kadınları şimdilik geçti gözlerim, özgürce bisiklet kullananlara takıldı.

Kocaman tekerlekleri dönüyor da dönüyor bisikletin. Ellerinde kocaman silahlar, aynalı gözlüklerle zombi gibi bakan, şehri korumakla gururlanan bin türlü asker, çok sıradan kalıyordu bu bisikletlerin yanında. Tahta arabaların üzerine kurulmuş sarıklı amcalar da öyle, filmlerden fırlamış gibiydi. Biz arabada yol aldıkça, bisikletler daha hızlanıyordu sanki. Hani özgürlüktür, medeniyettir, ince bir anlamı vardır bisiklet tekerinin kafalarda. Bir de üzerinde gülümseyen yüzler. Gerçekten gülümseyen, hayata gülümseyen. Dubai’de geçirdiğim eziyet çoktan uçup gitti, bu yüzleri gördüğümde. Bizi havaalanına almaya gelen Arif Bey, “Burada da hayat, akıp gidiyor ve insanlar tüm doğallığıyla hayatın içinde” diye öyle içten söyledi ki, Afganistan üzerinde oynanan siyasi hesaplaşmaları, kitaplardan, politikacılardan, diplomatlardan öğrendiğim burayla ilgili çıkar çatışmalarını bile unuttum. Burada da hayat var. Ey hayat, sen nelere kadirsin.. !

Hayat hızla akıp gitti, tüm bunları düşünürken. Ben arabadaydım ama Kabil halkı bisikletle ilerliyordu. Ve bu durumun sanki hüzünlü, sanki iç acıtıcı ama umut veren bir duygusu kalıyordu içimde, silahlı adamların koruduğu Safi Otel’imize girerken. Aklım, ABD Başkanı Barack Obama’nın “Babamdan Hayaller” kitabına kaydı bir an... “Herkes özgürce yaşayacak, her toprakta, her yerde...” Özgürlüğü sanki bu kendi kaderi ellerinden alınmış, savaş oyuncağı olmuş Kabil halkı hakediyordu en çok... Kimbilir... Otelde yedik akşam yemeğini. Bizi dışarı çıkaracak zırhlı araçlar olmadan, sokaklara çıkamazmışız. Ve sabah oldu. Dışardan horoz sesleri geldi, bir de helikopter. Sıcak, çok sıcak ama güzel sıcak Kabil. İnsanı yakıyor, bunaltmıyor... Günaydın Afganistan, günaydın özgürlük....

3 Temmuz 2010 Cumartesi

Büyükelçi Jeffrey'den mektup var : Sevgili (m) Türkiye.. / Letter from Jeffrey: Dear Türkiye

Sanki ışıklar birden sönüverdi, o tarlamsı rezidans bahçesinde. Shakespeare'in ünlülerinden "Bir yaz gecesi rüyası" kıvamındaki kalabalıktan, coşkuyla-hüznün garip karışımını yansıtan caz melodilerinden, boyalı kadınlardan, traşlı erkeklerden nerdeyse eser kalmamıştı. Bir ben miydim şimdi; bir elinde kalem, ötekinde not defteriyle tarlanın ve gecenin ortasında kalan. Başımı sersemce sola çevirdim, Jeffrey'in pamuk kafasından fışkıran parlak ışığa çarpıldım. Evet, Büyükelçi James Jeffrey'di bu. Hadi ben sersem sersem 'check edecek' bir diplomat kalmış mıydı ortalıkta diye oradaydım da, o ne yapıyordu bu saatte. "Amerika'nın Bağımsızlık Günü, 4 Temmuz" resepsiyonu çoktan bitmişti demeye kalmadı, Jeffrey'i yanımda buldum. Ankara'daki son resepsiyonunda emeği geçen garson, hizmetçi, koruma görevlisi, yakın dostlar, kim varsa onlara tek tek teşekkür ediyordu.

Gecenin başındaki telaşlı 'merhaba' gitmiş yerini gülümseyen, sımsıcak bir 'merhaba'ya bırakmıştı. Herkese 'özenle veda' etmek istediğini anlattı tüm sevimliliğiyle. "Ortalıkta çok da kimse yok. Hadi bir kaçamak yapalım" havasında Türk ve Amerikan bayraklarının gururlu duruşuna mekan olan, salona doğru ilerledik. Anlaştık, o arada. Dikkatle izlediği blogum için özel birşeyler yapacaktı benimle. Türkçe. Evet yine Türkçe. Biz diplomasi muhabirleri aramızda onun Türkçesi için "Çok kasık. Zaman alıyor, çoğu zaman da anlaşılmıyor" eleştirisini şap diye ne kadar yapıştırırsak yapıştıralım, o Türkçe'siyle mutlu arkadaşlar, mutlu. Bırakın konuşsun.

Tamam tamam. İşte geliyorum asıl konuya. Bayrakların önüne geçtik. Benden kendisine bugüne kadar hiç sormadığım konularda sorular istedi. İsrail yok, PKK yok, Obama yok, Türk politikası yok. Ağlayacağım yarabbim. Başka soru, başka soru diye tutturdu. Peki öyleyse. Al sana ilk soru: Madem seviyorsun bu kadar çok Türkçe konuşmayı. Türkçe'de en çok sevdiğin sözcük nedir? Yanıt: SEVGiLi... O,,,Dear,, valla girdik sıcak konuya... O 'sevgili' dedi.. Ben, aptal aptal "Sevgilim" diye heyecanlandım... Ne diyor biliyor musunuz, Türkçe'nin bu sözcükleri için Jeffrey, ne diyor..."Çok ruhlu sözcükler, çok içten, çok samimi, çok derinlerden..." Allah, Allah,,, aşık mıdır, nedir bu adam? Geçelim başka soruya. "En sevdiğiniz Türk yemeği"... Jeffrey'in yanıtı: İmambayıldı.

Acıktık mı ne? Yemeği sonra yermişiz. Benim sorulara devam etmem gerekiyormuş. "En sevdiğiniz politikacı? Erdoğan, Gül ya da Kılıçdaroğlu?"... Çok diplomatik yanıt geliyor, çoook... "Tabii ki Atatürk" diyor Jeffrey. Dur dur, ben başka bir soru sorayım.... "Ben Türkiye dediğimde, aklınıza ilk ne gelir".... Yanıta bakın arkadaşlar: "Her köşesi cennet...".. Yorum yapamıyorum, başka soruya geçiyorum. "Türkiye'deki en iyi arkadaşınız kim?.." Jeffrey, bu noktada "Türkiye'de çok, çok arkadaşım var" diye içten içten gülüyor... Sabahları ilk okuduğu gazeteyi soruyorum sonra. "Hepsini, tek tek okuyorum" diyor ve ekliyor "Senin bloguna bayılıyorum"... Bu konuşmalar hep Türkçe arkadaşlar. Hadi bir Türkçe veda edin bakalım öyleyse, yeniden herkese...Etmez mi, ediyor... hem de has Türkçe. "Sizi hiç unutmayacağım..".. İyi de unutmayıp, ne yapacaksınız ? "Action isteriz, action" diye çırpınıyorum ben... Ankara'daki büyükelçilik görevinin ardından Bağdat'ta ABD'nin yeni büyükelçisi, bizim de yakın komşumuz olacağını heyecanla özetliyor o an. Diyor ki, diyor ki... "Yazacağım size... Mektup göndereceğim. Söyle başlayacağım söze.. Sevgili Hilal, Sevgili Türkiye..."

Gece bitti. Jeffrey gitti, ben gittim. Bu ne sevgi aaahh, bu ne ızdırappp... Dear Türkiye,, Sevgili (m) Türkiye...

Öne Çıkan Yayın

Aradığınız sakinliğin adresini veriyorum : Göynük

Kaçıp, gitme dürtüsünün içimizi günde milyon kez yokladığı, dahası içimizi zonklattığı dönemler bunlar. Hep bir mayhoşluk, hep bir serse...